Cumhuriyet'in iş hukuku: İşçiye yasak, sermayeye ayak bağı

İş hukuku hem devlet hem sermaye açısından birikimin önünde ayak bağı olarak görülmüştür. Ücretler her zaman düşük tutulmuş, rekabette avantaj sağlayan bir girdi olarak değerlendirilmiştir.

Google Haberlere Abone ol

Murat Özveri*

İş hukuku, bireysel iş mevzuatı (yasa, tüzük, yönetmelik, yargı kararları), kolektif haklara (sendika toplu sözleşme ve grev hakları) ilişkin mevzuat ve sosyal güvenlik hakkını düzenleyen mevzuattan oluşmaktadır. İş yasasının var olması için asgari ölçülerde sanayinin bulunması, kolektif haklar için siyasal sistemin asgari ölçülerde demokrasi olması, sosyal güvenlik hakkı için ise devletin yine asgari ölçülerde sosyal devlet ilkesini benimsemiş olması gerekmektedir. Tüm bu mevzuatın kağıt üzerinde kalmaması, yaşama geçmiş olması için ise bu hakları yaşama geçirmekle görevli devlete hukuk devleti ilkesinin hakim olması zorunludur.

Diğer yandan bu zorunlukların gereklerinin yerine gelmesini, iş mevzuatının uygulamada gelişmesini sağlayacak ana etken ise, işçilerin örgütlülüğü ve bu örgütlülüğün işçiler için faaliyette bulunacak nitelikte olmasıdır. Belirtmek gerekir ki, ülkenin siyasal sistemi ile iş hukukunun etkinliği arasında karşılıklı bir ilişki bulunmaktadır. Demokratik siyasal sistemlerde hem bireysel iş hukuku hem kolektif iş hukuku gelişip, özgür toplu pazarlık düzeni hâkim olurken, sistemin demokratikleşmesinde de işçilerin bu hakları elde etmek için verdikleri mücadeleler belirleyici olabilmektedir. Türk iş hukuku da tüm bu etkenlerden etkilenerek şekillenmiş, halen de şekillenmeye devam etmektedir.

1. GEÇ BAŞLAYAN SANAYİLEŞME VE İŞ HUKUKU

Türk iş hukukunun tarihini özetlemek istediğimizde ilk sırayı geç kalmış sanayileşmenin etkileri alacaktır. Sanayileşmede geç kalınmasının çok yönlü etkileri olmuştur. Yeterli sermaye birikimi olmayan, sınırlı ihraç malları bulunan, dünya piyasalarında rekabet ederek var olması çok zor, ucuz işçilikten başka rekabet avantajı bulunmayan Türkiye’de sermaye birikiminin sağlanmasında devlet kilit bir rol oynamıştır. (1) Bir başka anlatımla, Türkiye’de işverenler sermaye birikimini, bilim ve teknolojinin olanaklarını teknolojiye dönüştürüp dünya pazarlarında rekabet edecek bir ürün üreterek yapmamışlardır. Türkiye’de sermaye birikimi devlet eliyle zengin yaratma çabası üzerinden şekillenmiştir. İşverenler devletle iyi ilişkiler kurma becerilerine göre sermayedar olabilmiş, ayakta kalmış ve büyüyebilmişlerdir.

İş hukuku ise hem devlet hem sermaye açısından genellikle sermaye birikiminin önünde bir ayak bağı olarak görülmüştür. Çok kısa parantez dönemlerinin dışında ücretler her zaman düşük tutulmuş, düşük ücretler bir sosyal sorun olarak görülmediği gibi, tam aksine rekabette avantaj sağlayan bir girdi olarak değerlendirilmiştir. İş yasaları işçiyi korumaktan çok, üretimin devamlılığını sağlamak gayesiyle çıkartılmış, hiçbir yasal düzenleme etkili bir denetim sistemi getirememiştir. Dolayısıyla Dilaver Paşa Nizamnamesi'nden 4857 sayılı son İş Yasası'na kadar yapılan düzenlemelerin büyük bir kısmı yaşama geçmeden kâğıt üzerinde kalmış veya uygulanıp uygulanmadığı yeterince denetlenmemiş, bu denetimi işçilerin kendi örgütlenmeleri üzerinden yapmalarına da bazı istisnai dönemlerin dışında izin verilmemiştir.

2. SINIF MÜCADELELERİNİ ENGELLEYECEK BİR İŞ HUKUKU

Sermaye birikimini tamamlayamamış bir ülke olmanın en somut etkilerinden birisi sınıf kavramından ve sınıf örgütlenmesinden duyulan korku olarak kendisini göstermiştir. Bu korku, ulusal sanayi yaratma hedefi ile meşrulaştırılmış, zaman zaman dozu artan popülist politikalarla katlanabilir hale getirilmeye çalışılmış, sermayeye kaynak transferine gelecek itirazlara karşı da sınıf gerçeğinin reddi ile de bir savunma kalkanı oluşturulmuştur. (2)

İş hukuku alanında devlet-sermaye ortaklığının ilk ürünü 3008 sayılı İş Kanunu’dur. 3008 sayılı yasayı kabul eden Meclis'e göre İş Yasası işçilerin grev yapmasını, sınıf bilincine ulaşmalarını engelleyecek, işçi ve işverenler arasında ahenk yaratacak ve muvazene kuracaktır. 

Türkiye’de kabul edilen ilk iş yasası 1936 tarihli 3008 sayılı İş Kanunu'dur. Yasanın kabul edildiği dönemde iktidarda olan CHP Genel Sekreteri Recep Peker, 3008 sayılı İş Kanunu’nun neden gerekli olduğunu tam da bu gerekçe ile açıklamıştır. Peker’e göre, 3008 sayılı İş Kanunu ülkede “sınıfcılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkan verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir.” (3) 3008 sayılı İş Kanun’unu ile yurttaşların sınıflaşarak parçalanmasına karşı duvar örülmektedir. (4) Bu duvarın yeterli korumayı sağlayamadığı, krizlerin aşılamadığı dönemlerde gerçekleştirilen tüm askeri darbeleri işverenlerin desteklemesi, tüm askeri darbelerde dönemin koşullarına uygun işveren istemlerinin yasal düzenlemelere konu edinmesi, sermaye devlet ortaklığının oldukça güçlü olduğunu gösteren olgulardır.

Üstelik, 3008 sayılı İş Kanunu, 1937 yılında yürürlüğe girmesine karşın, 1950’li yıllara kadar neredeyse hiç uygulanmamıştır. Milli Korunma Kanunu’nun 1940 yılında yürürlüğe girip İş Kanunu’nun en önemli hükümlerini askıya alması işçilerin haklarına yasal güvence getirmenin sanayileşme, daha açığı sermaye birikimi açısından sakıncalı görüldüğünün bir diğer göstergesidir.

Her ne kadar 1967 yılında yürürlükten kalkmış olsa da 3008 sayılı kanun ruhu ile, yaklaşımları ile, temel kavramlara vermiş olduğu anlamlarla halen çalışma yaşamını belirlemeye devam etmektedir. Bir başka anlatımla 3008 sayılı yasa ilk iş yasası olarak ilk atılan adım sınırlarında kalmamış, iş hukukunun kurucu yasası olmayı başarmıştır. Dili, sistematiği, kullandığı kavramlar, kapsamı, hepsinden önemlisi de temel felsefesi, kendisinden sonra gelen tüm iş yasalarını etkilemiş, dahası çok önemli ölçüde şekillendirmiştir.

Genel olarak ifade etmek gerekirse, 3008 sayılı İş Kanunu 1937-1967 arası 30 yıl, 3008 sayılı yasadan sonra kabul edilen sonrası kabul edilen 931 sayılı İş Kanunu ve onun devamı ve birebir tekrarı olan 1475 sayılı İş Kanunu bireysel iş hukuku alanında liberal bir yasa olarak 33 yıl yürürlükte kalmıştır. Toplamda geçen 63 yılda bu yasaların birçok hükmü ancak sendikalı işyerlerinde uygulanabilmiş, sendikasız işyerlerinde fiilen uygulanmamıştır. Özellikle, iş güvencesine ilişkin hiçbir düzenleme içermemesi, iş güvencesini ihbar, kıdem tazminatı ve kötü niyet tazminatıyla sınırlamış olması yasanın her zaman en zayıf noktasını oluşturmuştur.

Özellikle 1980’li yılların sonundan itibaren ise Türkiye’de de işverenler devleti iş hukukunda esneklik lehine tercih yapmaya zorlamışlar ve başarılı da olmuşlardır. Bugün yürürlükte olan 4857 sayılı İş Kanunu esneklik istemlerini dikkate alarak hazırlanmıştır.

Oysa bir iş yasasının esneklik gereksinimi için değişmesi kendisini inkar etmesi demektir. Çünkü esnek çalışma özünde gerek kâr hedefleri doğrultusundaki hareketlerinde gerekse çalışanlarla ilişkilerinde işverenin özerkliğini arttıran, böylece sermayeyi çalışma kurallarından ve örgütlü işçi hareketinin kısıtlamalarından kurtaran bir olanaktan başka bir şey değildir. (5) İş hukukunun esnekleştirilmesi ise kısaca güvencesizlik olarak tanımlanabilecek yeni durumun, hukuki alt yapısının yaratılmasıdır. Nitekim tam da süreç böyle işlemiştir. Halen işçiler için gerçek anlamda bir iş güvencesi bulunmamaktadır. İş güvencesinin olmadığı yerde bireysel iş hukukunun emredici düzenlemeleri dahi sendikalı işyerlerinin dışında kağıt üzerinde kalmaktadır. Dolayısıyla 4857 sayılı iş yasası da kendisinden önceki bireysel iş yasaların kaderini paylaşmak zorunda kalmış işçilere etkin bir güvence sistemi getiremediği gibi gerçek anlamda uygulanan bir yasa olma niteliğini de kazanamamıştır.

3. ÖRGÜTLENME HAKKINA YASAKÇI YAKLAŞIM

İş yasasından sınıf bilincinin doğmasının engellenmesini bekleyen devlet tarafından sınıf örgütleri olan sendikalar, 1908 II. Meşrutiyet döneminde “muzır” kuruluşlar olarak görülmüşlerdir. Sendikalar ancak kısa bir süre, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcından 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun Yasası’na kadar geçen dönemde kurulup çalışma olanağı bulabilmişlerdir. 1925 yılından sonra esmeye başlayan otoriter rüzgârlardan sendikalar da paylarını almış, sendikacılığımız daha emeklemeye başlamadan Takrir-i Sükun Yasası ile kökünden koparılmıştır. 3008 sayılı yasa grev hakkını yasaklamış, 1938 yılında kabul edilen Cemiyetler Kanunu ile sınıf esasına veya adına dayalı cemiyet kurma yasağı getirilmiştir. (6) Bu yasak 10 Haziran 1946 tarihine kadar sürmüştür. Yasaklı dönem olan 1938-1946 yılları arasında türlü sendikal örgütlenme yasadışı sayılarak şiddetle cezalandırmıştır. Yasağın kalkmasında yaklaşık altı ay sonra sıkıyönetim ilan edilmiş ve bu altı aylık zaman diliminde kurulan sendikaların önemli bir bölümü 16 Aralık 1946'da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılmıştır. (7) Sıkıyönetim ilan edip sendikaları kapattıktan sonra, Çalışma Bakanı Sadi Irmak sendikalar yasa tasarısının sendikal alana yasayla bir “nizam vermek” için Meclis'e sunulduğunu belirtmiştir. (8) 1947 yılında Sendikalar Kanunu çıkmış, ne var ki bu kez de grev hakkı yasaklanmıştır. Yasaya göre sendikalar olacak ama grev hakları olmayacaktır.

Sendikalar ancak, 1961 Anayasası’nın sağladığı demokratik ortam içerisinde kendilerini bulabilmişlerdir. 1963-1980 dönemi, sendikal hareketin sözcüğün tam anlamıyla altın yılları olmuştur. Sendikalar bu dönemde toplumsal meşruiyetlerini güçlendirmişler, hızla önce kamuda daha sonra özel sektörde örgütlenerek işçileri için önemli kazanımlar elde etmişler, işçilerin güvenini kazanmışlardır. Sendika üyesi olmak bu dönemde işçiler içerisinde çok önemli bir hak alma yolu olarak kavranıp benimsenmiştir. 1960’lı yıllarda işçiler hem sayısal olarak artmış, hem sendikalaşma oranları yükselmiş, hem de sendikal mücadelenin her biçimi bu yıllarda başarıyla yaşama geçirilmiştir. “Grevler, işgaller, direnişler, boykotlar, yürüyüşler, yer yer güvenlik güçleriyle çatışmaya varan kalkışmalar...” yaşanmıştır. İşçilik bilinci gelişmeye başlamış, ortak sınıf çıkarları olduğu, sermayeyle çıkar ayrışması içinde bulundukları kavranmaya başlamıştır. Bu bilinçle hareket eden işçiler kendi sınıfsal çıkarlarının farkında olan, bu çıkarlar “için örgütlenen ve mücadele eden bir sınıf haline” gelmeye başlamışlardır. Kuşkusuz, bu gelişmede 1961 Anayasası'nın temel hakları güvence altına alan hükümleri ve ithal ikameci iktisat politikasının işçinin ücretini gelir boyutuyla öne çıkartması önemli bir etkendir. Ancak, “emek hareketinin kendi dinamizmi yabana atılır cinsten” değildir. Sınıf sendikacılığı kavramı, işçi hareketinin siyasallaşması gerekliği konusunda yaratılan farkındalık, bu konuda atılan somut adımlar, kendi sınıf örgütleri için işten atılmayı, hatta tutuklanmayı göze alarak 15-16 Haziran 1970’ te DİSK’e sahip çıkmaları ve genel grevi yaşama geçirmeleri, yaşanan değişimin ve gelişmenin somut göstergeleri olmuştur. (9)

Süreç dikensiz gül bahçesi yaratmamıştır. İşçilerin devletten bağımsız sendikalarda örgütlenmeleri, endüstriyel eylem haklarını başarılı bir şekilde yaşama geçirmeleri işveren ve iktidar çevrelerinin tepkisini çekmiştir. Bu tepkiler önce, 274 ve 275 sayılı yasalardaki “sendika çokluğuna olanak tanıyan” hükümlerin kötüye kullanıldığı, sendika enflasyonuna yol açıldığı, “pek çoğu yapay olan ve yasal boşluklardan yararlanan sendikalar arası yetki” rekabetinin “geniş çaplı usulsüzlüklerle çalışma” barışını çığırından çıkardığı sözleriyle 275 sayılı yasaya yönelik olarak dillendirilmiştir. (10) Bu eleştirileri işkolu barajları aracılığı ile devletin sakıncalı gördüğü sendikaların örgütlenmesinin önünün kesilmesi girişimleri devreye sokulmuştur. Bu amaç için 275 sayılı yasaya 1317 sayılı yasayla, “sendikaların Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için kurulu bulunduğu işkolunda çalışan sigortalı işçilerin en az 1/3’ünü temsil etmesi koşulunun” eklenmesi önerisi, Türk-İş kökenli sendikacı milletvekilleri tarafından Meclis’e sunulmuştur. Geçici Komisyon raporuna göre, sendikaların yetkisini ilgilendiren 9. Madde, Komisyon’a Abdullah Baştürk ve Şevket Yılmaz tarafından verilmiş önergeler dikkate alınarak şekillendirilmiştir. (11)

4. 12 EYLÜL DARBESİ VE İŞ HUKUKU

12 Eylül 1980 tarihinde dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren liderliğinde askerler emir komuta içerisinde yaptıkları darbe ile yönetime el koymuşlardır. Yükselen işçi hareketinin önü 12 Eylül 1980’de bıçakla kesilmiş gibi durmuş, bir anlamda altın çağın sonunu 12 Eylül 1980 darbesi belirlemiştir. 1960’lı ve 70’li yıllarda yükselen işçi hareketi, “sermayenin güçlü karşı saldırısıyla” durdurulmuştur. (12)

12 Eylül 1980’e yaklaşırken Türkiye’de iş uyuşmazlıkları ve grevler yaygınlaşmış, toplumsal tepkiler de artmaya başlamıştır. Kararları alanlar ve kararların arkasında olan TÜSİAD, 24 Ocak Kararları'nın sınırlı da olsa demokratik bir siyasal rejim içinde uygulanmasının olanaklı olmadığını görmüştür. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin, açık ve net konuşmuş, 12 Eylül sayesinde işçi haklarının kısıtlanacağını şu sözlerle ilân etmiştir:

“20 yıldır biz ağladık onlar güldü. Dengenin bozulduğu bir ortamda 12 Eylül'e gelen olaylar yaşandı. Grev hakkı ekonomik ve milli sınırları aştığı takdirde sınırlandırılmalıdır. Sendikalar yalnızca sendikal faaliyet içinde kalmalıdırlar.” (13)

12 Eylül 1980’den sonra hem çalışanlar hem sendikalar açısından yasaklı bir dönem başlamıştır. Başta Anayasa olmak üzere, çalışma yaşamını düzenleyen yasaların tamamı yasakçı bir anlayışla, sosyal koruma ilkesi bir tarafa itilerek, biçimsel eşitlik anlayışı ön plana çıkarılarak ve sendikalaşma, grev ve toplu iş sözleşmesi gibi haklar kerhen tanınarak hazırlanmıştır. Diğer yandan, TİSK XII. Olağan Genel Kurulu’nda dile getirilen çalışma yaşamında yapılması istenilen tüm değişiklikler ise istisnasız olarak, Anayasa ve yasalara geçirilmiştir. (14) Anayasa siyasal grev hakkını ortadan kaldırmış, 2821 sayılı Sendikalar Yasası, sendikaların siyaset yapmalarını, siyasi partilerde yönetim organlarında görev almalarını yasaklamıştır. Genel grev ve dayanışma grevi yasaklanmıştır.

Hak grevinden anayasal güvence kaldırılmış, yasada yapılan grev tanımıyla hak grevi yasal grev tanımının dışına çıkarılmıştır. Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu (TSGLK), içerdiği formalite tuzaklarıyla, sendikaların yetki almasını olanaksızlaştırmış, işverene sendikasızlaşmayı sağlayabilmesi için olanaklar sunmuştur. TSGLK’de “grev erteleme” ile “grev yasaklama” aynı sonuca bağlanarak, erteleme adı altında yasaklama kurumsallaştırılmıştır.

Kısaca “24 Ocak kararları otoriter ve baskıcı bir rejime, bir askeri diktatörlüğe” gereksinim duymuş, bu rejim de 12 Eylül 1980 darbesiyle hayata geçirilmiştir. (15) Darbe, sendikaları kendilerini en güçlü hissettikleri bir anda vurmuştur. Ülkede işçi konfederasyonları kapatılmış, DİSK yöneticileri tutuklanmıştır. Darbeden üç gün sonra, 15 Eylül 1980 tarih ve 8 numaralı MGK kararı ile DİSK, MİSK ve Hak-İş ile bağlı sendikaların hesapları bloke edilmiştir. DİSK yöneticileri tutuklanmış, idamla yargılanmışlardır. DİSK 11 yıl sendikal faaliyet yürütememiştir. (16)

12 Eylül 1980’de DİSK, MİSK yöneticileri tutuklanmış; DİSK, MİSK, Hak-İş ve bağlı sendikaların bankalardaki paraları bloke edilmiş, binalardaki değerli evrak, malzeme ve paralar muhafaza altına alınmıştır. Ancak, 12 Eylül’de faaliyetleri durdurulan MİSK’e ise dava açılmamıştır. “12 Eylül sonrasında faaliyetleri durdurulmayan ancak mal varlığı dondurulan HAK-İŞ, kısa bir süre sonra Şubat 1981’de yeniden mal varlığına kavuştu ve çalışmalarına devam” etmiş, “Hak-İş de 12 Eylül’ü destekleyen açıklamalar” yapmıştır. (17)

14 Eylül 1980 günü Milli Güvenlik Kurulu, 3 no’lu bildirisiyle, 54 bin işçinin sürdürdüğü grevleri sona erdirmiş, grevleri yasaklamıştır. Yaklaşık beş yüz bin işçinin sendikaları kapatılmış, Türk-İş ve bağlı sendikaların da toplu iş sözleşmesi yapma hakları ellerinden alınmış, işçi ücretleri dört yıl boyunca Yüksek Hakem Kurulu tarafından belirlenmiştir. (18)

Türk İş Genel Sekreteri Sadık Şide, darbe hükümetinde Sosyal Güvenlik Bakanı olmuştur. Sadık Şide, iktidara destek olarak, “önü açılması gereken” sendikacıları “memleketimizin çok sıkıntılı zamanlarında topluluğu dizginleyenler” olarak tanımlamıştır. Böylece, 1947’deki “işçilerin sınıf bilincine ulaşmalarını engelleme” aşamasından “işçileri dizginleyen” sendikalara yol verme aşamasına geçilmiştir.

Sonuç olarak 12 Eylül 1980’den sonra hem çalışanlar hem sendikalar açısından yasaklı bir dönem başlamıştır. Başta Anayasa olmak üzere, çalışma yaşamını düzenleyen yasaların tamamı yasakçı bir anlayışla, sosyal koruma ilkesi bir tarafa itilerek, biçimsel eşitlik anlayışı ön plana çıkarılarak ve sendikalaşma, grev ve toplu iş sözleşmesi gibi haklar kerhen tanınarak hazırlanmıştır. Diğer yandan, TİSK XII. Olağan Genel Kurulu’nda dile getirilen çalışma yaşamında yapılması istenilen tüm değişiklikler ise istisnasız olarak, Anayasa ve yasalara geçirilmiştir. (19)

Birkaç cümle ile özetlersek; sermaye ve devlet işbirliği 12 Eylül sonrası iş hukukunu tam da 24 Ocak Kararları'nın mantığına uygun şekillendirmek istemiştir. Esneklik adı altında kuralsızlaştırma gündeme getirilmiş, iş hukukunun temel ilkeleri erozyona uğratılmaya çalışılmıştır. Tüm bu süreçte içerisinde, sendikalar ve işçiler sürekli geri çekilmek zorunda kalmışlardır. 3008 sayılı yasayla işçi işveren arasında muvazene sağlamak için çıkılan yol, 931 ve 1475 sayılı iş yasaları döneminde işçi ve işveren arasında denge aşmasına gelmiş, 12 Eylül 1980 sonrası esneklik arayışlarına yanıt aramış ve bugün işçisiz iş hukuku aşamasına geçme eşiğine gelip dayanmıştır.

5. EKONOMİK KOŞULLARIN İZİN VERDİĞİ ÖLÇÜYLE SINIRLI SENDİKAL HAKLAR 

Ekonomik gerekçelerle sendika hakkını sınırlandırma anlayışı 1908 yılından günümüze kadar etkili olmuştur. Meclis-i Mebusan da 1908 yılında dile gelen bu anlayış bu kez 2006 yılında Avrupa Sosyal Şartı’nın onaylanmasına ilişkin yasa tasarısıyla ilgili TBMM Dışişleri Komisyonu Raporu’nda şöyle tekrarlanmıştır:

“Toplu pazarlık hakkı ve bu hakkın kullanımı konusunda hükümler içeren bu madde ile ilgili olarak, ülkemizin içinde bulunduğu sosyo ekonomik şartlar dikkate alınmış ve konulan çekince gerekçelerinin geçerliliğini koruduğu kanaatine varılmıştır.” (20)

Sendika toplu iş sözleşmesi ve grev hakkına ancak “ekonominin izin verdiği ölçüde” özgürlük tanıma anlayışı son olarak 2012 yılında hava yollarının grev kapsamına alındığı yasayla kendini göstermiştir. Türk Hava Yolları ile bu işyerinde örgütlü Hava-İş Sendikası arasında toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine iktidardaki AK Parti milletvekilleri tarafından TBMM’ye “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi” başlığıyla sunulan kanun teklifiyle 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun (TSGLK) grev yasaklarını düzenleyen 29. Maddesi'nin birinci fıkrasına “Havacılık hizmetleri” eklenmiştir.

Değişikliğin gerekçesinde yine ekonomik koşulların izin verdiği ölçüde grevli sendikal hakların verileceği dile getirilmiş, bu kez klasik “ekonomik gelişmişlik” gerekçesine “küresel rekabetin gerekleri” ifadesi eklenmiştir. Kanun teklifinin gerekçesine göre havacılık sektörü ülke ekonomisinin gelişiminde kilit rol oynamaktadır:

“… çalışanların haklarını aramasında grevler çok etkili bir yol olmasına rağmen; toplumun kendi refahını sürdürebilme ve zaruri ihtiyaçlarını giderebilme hakkı ile grevlerin milli ekonomi, şirketler ve vatandaşlar üzerindeki olumsuz etkileri gözönüne alındığında, havacılık sektöründe yer alan faaliyetlerin grev ve lokavt yapılamayacak işler kapsamına alınması önem arz etmektedir.” (21)

Yasa teklifinin Meclis’te tartışılması aşamasında da hem çalışma bakanı hem teklif sahibi milletvekilleri, grev yasağını ekonomik gerekçelerle savunmuş, hatta sendikanın toplu iş sözleşmesi görüşmelerini yaz dönemine denk getirdiğini savunarak, etkili olabilecek bir grev planladığı için sendikayı suçlamıştır. (22)

Grev hakkını ekonomiye zarar vermeyecek grevlerle sınırlı görme anlayışı grev erteleme adı altında grevlerin yasaklanması pratiğinin doğmasına yol açmıştır. Kesintisiz ve tek parti iktidarı altında geçirilen 21 yıllık AKP döneminde nerdeyse etkili olabilecek hiçbir greve izin verilmemiştir. Bu dönemde greve katılan işçi sayısı, grev hakkının yasal hale geldiği 1963 yılından bugüne düşük düzeye inmiştir. AKP hükümetleri döneminde 20 grev erteleme kararnamesi yayımlanmış ve 195 bini aşkın işçinin grevi yasaklanmıştır. Aynı dönem içerisinde grevi yasaklanan 195 bin işçiye karşılık grev hakkını kullanabilen işçi sayısı sadece 90 bin olmuştur. (23)

Türkiye pratiğinde, devletin sınıflar üstü davranan, yansız, toplumun genel yararını gözeten bir baba gibi gösterilmesi çabasıyla sendikal hakların sınıfsal içeriği her zaman çelişmiştir. Devlet Türkiye’de, toplumdan kendisini sınıflar üstü bir olgu olarak algılamasını, uzlaştırıcı ve genel yararın sağlanmasında denge kuran bir kurum olarak kabul etmesini istemiştir.  Devletin bu yaklaşımı, yasalar nasıl düzenlenirse düzenlensin, sendikal haklar gündeme gelince de devam etmiş, bir anlamda devlet sendikal haklara, kendisine biçtiği uzlaştırıcı baba rolünü işlevsiz kılacak, bu rolün kelimenin gerçek anlamıyla rol olduğunu topluma gösterecek bir tehlike olarak bakmıştır. Devletin bu sorunlu bakış açısı sendikal haklara ilişkin yasaların şekillenmesinde de önemli etkisi olmuştur.

Devletin çizdiği çerçevenin dışında kalan sendikal anlayışlar “ideolojik” sendikacılık nitelendirmesiyle sistem dışı ilan edilmiştir. Tüm Cumhuriyet tarihi boyunca ideolojik sendikacılık yapılıyor suçlaması ve bu suçlamanın yaratmış olduğu ürküntü ortadan kalkmamıştır. Örneğin 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum sırasında bazı sendikalar o dönemde AKP hükumetinde Başbakan Yardımcılığı görevini yürüten Bülent Arınç tarafından ideolojik sendikacılık yapmakla suçlanmıştır. Çarpıcı olan ise aynı referandumda siyasi iktidarla benzer görüşü savunan sendikaların övülüp, karşı görüşü savunan sendikaların ideolojik sendikacılık yapmakla suçlanmış olmalarıdır. Bu yaklaşıma göre, siyasi iktidarla aynı çizgi doğrultusunda kampanya yürütmek ideolojik bir tutum değil, aksini savunmak ideolojik sendikacılık yapmak anlamına gelmektedir. (24)

Sendikal yaşamı kontrol altında tutmak için işkolu sendikaları aracılığıyla sendikaların merkezileşmesi sağlanmaya çalışılırken, toplu pazarlığın merkezileşmesinin önü kapatılmış, işkolu düzeyinde örgütlenmek zorunda olan ancak toplu pazarlık birimi olarak işyeri veya işletme düzeyini aşması yasal olarak engellenmiş bir sendikal hareket yaratılmıştır. Sendikaların serbestçe, istedikleri düzey ve ölçekte örgütlenememesi sendika içi demokrasinin kurumsallaşamamasının nedenlerinden biri olmuştur.

Sendika çokluğu ilkesi, sendika özgürlüğünün bir uzantısı ve işçilerin özgürce sendika seçme hakkının temel ilkelerinden biridir. İşçilerin sendika seçme özgürlüğünün bulunduğunu söyleyip, sonra da onları tek bir sendikaya üye olmaya zorlayan bir sistem sadece sendika çokluğu ilkesine aykırı olmayacak, sendika özgürlüğünü de zedeleyecektir.

Dolayısıyla sorun, yasa koyucunun tek bir sendikal örgütlenme biçiminde ısrarcı olmasından kaynaklanmaktadır. İşkolu ve işyeri sendikacılığı aslında birbirini tamamlayan, birbirine bağlı iki örgütlenme düzeyidir. Bunlardan birinin var edilip diğerinin yok edilmeye çalışılması sendikal yapıyı sakatlamaktadır. Sadece işyeri sendikalarına izin verilmesi sendikal hareketin dağınıklığını, dağılarak güçsüzleşmesini doğururken, sadece işkolu sendikacılığına izin verilmesi de oligarşik sendikal yapıları doğurmaktadır. İşçilerin kendi deneyimleri temelinde kendi örgütlülüklerini yaratmalarına karışılmadığında, işyeri düzeyinde başlayıp bölgesel federasyonlara, oradan konfederasyonlara ve işkolu sendikacılığına doğru evrimleşen, merkezileşirken demokratikleşmeden ödün vermeyen sendikal yapıların ortaya çıktığı, Türkiye’nin 1946-1980 pratiğinin de göstermiş olduğu bir gerçekliktir.

Yasa koyucu 2012 yılında kabul edilen 6356 sayılı yasada da işkolu barajlarında ısrar etmiştir. Üstelik yasa ile sendikalar arasında Ekonomik Sosyal Konsey’e üye olanlar, belirli tarih aralığında kurulmuş olanlar arasında eşitsizlik yaratarak “makbul sendikaları”nı korumaya almakta direnmektedir. Sonuçta, işkolu sendikacılığında, çifte baraj uygulamasında belgelere dayalı yetki belirleme sisteminde, toplu pazarlık birimini işyeri/işletme olarak belirlemede, grev ertelemesi adı altında grev yasaklamada, grev tanımı ve grev yasakları konusunda Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) standartlarını, ILO Sendika Özgürlüğü Komitesi (SÖK) kararlarını görmezden gelmede ısrar eden bir yasa ortaya çıkmıştır. 6356 sayılı yasa, 2822 sayılı yasanın sistemini aynen koruyarak, bu sistemin uygulandığı 30 yıllık dönemin yarattığı sorunları üretmeye devam etmektedir.

Dolayısıyla devletin iyi-makbul tanımına uygun olsalar da, bu sendikaların toplu iş sözleşmesi yetkisi alabilmeleri, kurgulanan hukuki yapı tarafından büyük ölçüde işverenlerin insafına terk edilmiştir. Toplu iş sözleşmesi yetkisi alıp toplu pazarlığa başlasalar, grev hakları sınırlandırılmış olduğundan ya da hükümet erteleme adı altında grevi yasaklama olanağına sahip olduğundan; ancak, siyasilerin ve işverenlerin deyişiyle milli menfaatlere zarar vermeyecek, ekonominin dengesini bozmayacak, güzide işyerlerini zarara uğratmayacak grevleri yapabilir hale getirilmiştir. Grev yaparken çalışan işçilere engel olmamaları, bu işçilerin üretmiş oldukları malların çıkışına rıza göstermeleri de zorunludur. Bir biçimde toplu iş sözleşmesi imzalasalar dahi, imzaladıkları toplu iş sözleşmesi her an protokolle değiştirilebilecektir. Grev hakkı yokken yapılan bu protokoller toplu iş sözleşmesi hükmünde kabul edilmektedir. Sendika toplu iş sözleşmesi imzalandıktan sonra protokol yapma pazarlığını kabul etmez ise, uyarlama kuramı sayesinde toplu iş sözleşmesi, yeni duruma yargı kararlarıyla uyarlanabilecektir. Bu tablo karşısında AKP döneminde resmi sendikalaşma oranın yüzde 14 civarında, fiili sendikalaşma oranının yüzde 12,4 olmasına, işçilerin sadece yüzde 8,1’nin toplu sözleşme kapsamında bulunmasına, özel sektörde toplu sözleşme kapsamında bulunan işçi sayısının yüzde 4,7 olmasına, özel sektörde işçilerin yüzde 95,3’ünün sendikal haklardan yararlanamaz konumda bulunmasına şaşmamak gerekmektedir. (25)

 * Kocaeli Barosu'na kayıtlı avukat, Çalışma ve Toplum Dergisi Yayın Yönetmeni.


1) Meryem Koray, “AKP Dönemi: Neo-Liberalizm, Neo-Muhafazakarlık, Neo-Populizm Beşiğinde Sallanan Sosyal Devlet ve Sosyal Politika”, Himmet, Fıtrat, Piyasa AKP Döneminde Sosyal Politika, Derleyenler, Meryem Koray- Aziz Çelik, İstanbul, İletişim Yayınları, 2015, s. 16.

2) Koray, 2015, s. 16-17.

3) Recep Peker, TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 12, 75. İnikad, Devre V, 08.06.1936, s. 84.

4) Peker, 1936, 75. İnikad, s.84

5) Tülin Öngen, “İleri Teknoloji ve Çalışma İlişkilerinin Değişen Paradigması”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 50 (01),DOI: 10.1501/SBFder_0000001779, 1995, s. 284

6) 28 Haziran 1938 tarihinde kabul edilen 14 Temmuz 1938 Tarih, 3959 sayılı Resmi Gazete, yayınlanan, 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu, “Memnu hükümler” başlıklı 9.maddesinde, “Mevzu ve gayeleri aşağıda yazılı hususlara aid olan cemiyetlerin teşkili yasaktır. (...) Aile , cemaat, ırk, cins ve sınıf esasına veya adına dayanan,” hükmünü getirmiştir.

7) Aziz Çelik, DİSK Tarihi- Kuruluş -Direniş- Varoluş-1. Cilt - 1967–1975, İstanbul DİSK Yayınları 2020, s. 58.

8) Sadi Irmak, TBMM Tutanak Dergisi, Kırk Yedinci Birleşim, 20. 02. 1947, s. 300.

9) Aziz Çelik, “Saraçhane'den 15-16 Haziran'a işçi Sınıfının Müstesna Yılları: Altmışlı Yıllar,” Türkiye’nin 1960’lı  Yılları Edi. Mete Kaan Kaynar, İstanbul, 2. Baskı,  İletişim Yayınları, 2021, s. 665.

10) Murat Engin, Toplu İş Sözleşmesi Sistemi, İstanbul; Galatasaray Üniversitesi Yayınları, 15, 1999,  s. 120.

11) Millet Meclisi Geçici Komisyon Raporu, Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt 6, 101. Birleşim 11.06.1970, Ek metin, s. 37.

12) Çelik, 2020, s. 546.

13) Halit Narin, “TİSK Çalışma Yasalarını Görüşüyor”, Cumhuriyet Gazetesi, 23.02.1983, s, 11.

14) Murat Özveri, Türkiye’de Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sendikasızlaştırma (1963-2009), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, İstanbul, 2012, s. 213

15) Aziz Çelik, Ed. Emeğe Karşı Sermaye Darbesi: 12 Eylül İşçi Haklarını Nasıl Yok Etti?, DİSK Yayınları No: 81, İstanbul, 2020,  s. 7.

16) Çelik, Ed. 2020, s. 13.

17) Çelik, Ed. 2020, s. 13.

18) Mustafa Sönmez, Özal Ekonomisi ve İşçi Hakları, İstanbul, Belge Yayınları: 28, 1984, s. 89-91.

19) Murat Özveri, Türkiye’de Toplu İş Sözleşmesi Yetki Sistemi ve Sendikasızlaştırma (1963-2009), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, İstanbul, 2012, s. 213.

20) TBMM Dışişleri Komisyonu Raporu 2006, Aktaran Aziz Çelik, “Yeni Sorun Alanları, Eğilimler ve Arayışlar: Sendikaların Yeni Dünyası”, Derleyen Fikret Sazak, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Ankara, Epos Yayınları, 2006, s. 41

21) “İstanbul Milletvekili Metin Külünk ve 2 milletvekilinin; “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi ve İçişleri Komisyonu Raporu”, TBMM Tutanak Dergisi,  2012, 24. Yasama Dönemi, Yasama Yılı 2, Sıra Sayısı 259, s. 4.

22) “Dolayısıyla bugün burada milletin sahibi olduğu bir şirketin küresel bir marka olmasının heyecanını yaşarken karşılaşabileceği engellerin ortadan kaldırılması için milletin iradesinin temel yeri olan Parlamentonun da sorumlu olduğuna yürekten inanıyorum.” Külünk, 2012: 26-28.

23) DİSK-AR, AKP Döneminde ve Başkanlık Rejiminde İşçiler Neler Kaybetti? (2002-2023), https://arastirma.disk.org.tr/?p=9964, İ.T.21.05.2023.

24) Bülent Arınç, “İdeolojik Sendikacılık Yapıyorlar”, Akşam Gazetesi, https://www.aksam.com.tr/siyaset/arinc-ideolojik-sendikacilik-yapiyorlar--44695h/haber-44695 – Erişim T. 25.05.2011.

25) DİSK-AR, AKP Döneminde ve Başkanlık Rejiminde İşçiler Neler Kaybetti? (2002-2023), https://arastirma.disk.org.tr/?p=9964, İ.T.21.05.2023.