Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye-Almanya ilişkileri

Almanya göç baskısı ve güvenlik riskleri gibi alanlarda Türkiye’ye olan ihtiyacını ve Türkiye’nin bölgesel rolünü değerlendirmesine rağmen Türkiye’nin üyelik standartlarına uygun olmadığını düşünüyor.

Google Haberlere Abone ol

Çiğdem Nas* 

Türkiye Cumhuriyeti açısından Federal Almanya her zaman önemli bir ülke, bir müttefik ve bir model oldu. Almanya için ise Türkiye ihmal edilmemesi gereken kritik bir bölgesel aktör, ekonomik ortak ve yaklaşık 3,5 milyon insanının geldiği ülke olarak önemini koruyor. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Almanya ile özellikle askeri alanda görülen iş birliği, Birinci Dünya Savaşı sırasında müttefiklik olarak ileri bir aşamaya ulaşmış ancak yenilgi ile sonuçlanmıştı. Almanya’nın Bağdat Demiryolları’nın yapılışında oynadığı rol ise İngiltere ve Rusya tarafından şüpheyle karşılanmıştı. Cumhuriyet döneminde bu yakınlık özellikle Nazi Almanyası’nın ırkçı uygulamalarından kaçan bilim insanlarının Türkiye’ye gelmesi ve üniversite reformu sürecinde önemli işlevler üstlenmesi ile devam etti. Bu anlamda yeni Cumhuriyet’in Batılılaşma sürecinde Almanya’dan gelen bilim ve kültür rüzgarının önemli etkisi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

İkinci Dünya Savaşı döneminde ise, Almanya ile 18 Haziran 1941’de bir “Saldırmazlık Paktı” imzalayan Türkiye, baskılara rağmen savaşın sonuna dek tarafsızlığını korumuştur. Savaşın sonunda müttefik güçler tarafından yenilgiye uğratılan Almanya için savaş sonrasında askersizleştirilme, Nazilerden arınma, desantralizasyon ve demokratikleşme ekseninde yeni bir dönem başlıyordu. Türkiye ise bu yeni dönemde Batı Bloku’nun bir parçası olarak, Batı Bloku’na bağlı Federal Almanya Cumhuriyeti ile ilişkilerini aynı ittifakın birer üyesi olarak devam ettirdi. Transatlantik bölgenin Sovyet Bloku'na karşı savunulması için kurulan NATO’ya Türkiye 1952 yılında üye olurken, Batı Almanya ancak 1955’te üye olabildi. Her iki ülke Soğuk Savaş’ın cephe ülkeleri olarak bölgenin güvenliğinde önemli rol üstlendiler. Almanya, savaş sonrasındaki statünün gereği silahlı güçleri ve askeri kimliği üzerindeki kısıtlamalar sebebiyle bu görevi NATO ve ABD’nin varlığı sayesinde yerine getirdi. Türkiye açısından ise özellikle sayı ve kapasite olarak geniş bir orduya sahip olmak NATO’nun güneydoğu ucundaki stratejik konumunun en önemli unsurunu teşkil ediyordu. İki ülke için de ABD’nin çevreleme politikası kapsamında olası bir Sovyet tehdidinin önlenmesi en önemli stratejik öncelikti.

1970’lerde Federal Almanya, Sosyal Demokrat Parti’nin işbaşına gelmesi ve Başbakan Willy Brandt’ın öncülüğünü yaptığı Ostpolitik girişimiyle Sovyetler Birliği, Varşova Paktı ülkeleri ve Doğu Almanya ile ilişkilerin normalleşmesi sürecine giriyordu. Soğuk Savaş’ın son zamanlarına doğru Avrupa’nın iki bloğu arasındaki ilişkiler yumuşarken, Helsinki süreci ile barış içinde bir arada yaşama ilkesi kabul ediliyordu. Türkiye de bu sürecin bir parçası olmasına rağmen, 1970’li yıllarda dış politika açısından daha fazla öne çıkan konu Kıbrıs oldu. Kıbrıs Harekatı Türkiye’nin özellikle ABD ile ilişkilerinde oldukça gerilimli bir dönem yaşamasına yol açtı. 1970’li yılların ekonomik zorlukları ve artan siyasi şiddet hareketleri istikrarsızlığa yol açarken, ülkeyi de çıkmaza sürükledi. 1980 yılındaki darbeden kısa bir süre önce Türkiye’nin sene sonuna kadar Avrupa Topluluğu’na başvuracağını açıklayan Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen koalisyon ortağı Milli Selamet Partisi’nin (MSP) gensoru önergesi ile düşürüldü. Türkiye’nin Avrupa ve Almanya ile ilişkileri 12 Eylül Darbesi ile önemli bir yara aldı. Almanya 1980 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize koyan ilk Avrupa ülkesi oldu. Geçici bir önlem olarak başlayıp kalıcı hale gelen uygulama ikili ilişkilerde önemli bir sorun oluşturuyor.

AVRUPA’DA BÜTÜNLEŞME SÜRECİ VE İŞÇİ GÖÇÜNÜN ETKİLERİ

Federal Almanya 1951 yılında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu; 1957 yılındaki Roma Antlaşmaları ile kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Toplulukları'nın kurucu altı üyesinden birisi oldu. Almanya için Batı Avrupa’daki bütünleşme sürecinin bir parçası olmak oldukça kritikti. Bu yolla komşularıyla güveni yeniden tesis etmek ve Avrupa devletler ailesinin yeniden itibarlı bir üyesi olabilmek fırsatını elde edebilecekti. Bunun yanında ekonomik olarak da bir gümrük birliğine dayalı “Ortak Pazar” oluşturulması, Avrupa’nın sanayi gücü olan ve Ekonomi Bakanı Ludwig Erhard ile yeni bir ‘mucize’ gerçekleştiren Almanya için ihracatın artması ve geniş bir pazarın imkanlarından faydalanma anlamına geliyordu.

Hızla büyüyen Alman ekonomisinin ihtiyaç duyduğu emek ise Türkiye ve diğer bazı güney ülkelerinden geldi. 30 Ekim 1961’de imzalanan Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması kapsamında Almanya’ya giden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Alman ekonomisinin destekçisi ve Alman toplumunun ayrılmaz bir parçası oldu. 1973 ve sonrasında işçi alımını durduran Almanya’ya göç, aile birleşimleri yoluyla devam etti.

Kısaca günümüzdeki son duruma dair not düşmek gerekirse, bugün Almanya’daki Türkiye kökenliler bakanlık, vekillik, girişimcilik, sanatçılık gibi önemli görevlerde bulunuyor ve toplumdaki konumlarını her geçen gün daha da güçlendiriyorlar. Başlangıçta “misafir işçi” denilen ve bir süre sonra yurtlarına geri dönecekleri varsayılan Türkiye kökenliler çoktan Almanya’nın kalıcı bir parçası oldular. İsviçreli yazar Max Frisch’in sözünde belirttiği gibi “Almanya işgücü çağırmış, ancak karşılığında insanlar gelmişti”. Türkiye’den işçilerin Almanya’ya gelmeye başlamasından 49 yıl sonra dönemin Başbakanı Angela Merkel çok kültürlülük politikasının başarısız olduğunu söylerken, entegrasyon politikalarının da yetersizliğini itiraf ediyordu. Her şeye rağmen, Almanya’da Türkiye kökenli önemli bir nüfusun varlığı iki ülke arasında güçlü bir ekonomik, sosyal ve kültürel bağ oluşturmaya devam ediyor. Türkiye’nin Almanya’daki Türkiye kökenlilere yönelik politikaları ve girişimleri ise Alman hükümetlerinde huzursuzluk yaratarak müdahale olarak algılanıyor.

Soğuk Savaş’ın bitimiyle 3 Ekim 1990’da iki Almanya yeniden birleşti. Demokratik Almanya Cumhuriyeti ilga olarak, Doğu Almanya’yı oluşturan altı eyalet Federal Almanya’ya katıldı. Soğuk Savaş sonrasında sınırlarını genişleten AB coğrafi olarak yeni üyelerle sınırlarını büyütürken, aynı zamanda ortak dolaşım ve ortak para birimi gibi politikaları ile siyasi bütünleşmeye doğru yöneldi. Gerek Ekonomik ve Parasal Birlik’in kurulması gerekse Orta ve Doğu Avrupa’ya yönelik genişleme Almanya’nın etki alanını genişletti; ekonomik ve siyasi gücünü artırdı.

Öte yandan, Almanya Soğuk Savaş döneminin güvenlik ve savunma politikaları ve askeri güç açısından sınırlamalarından da zaman içinde kurtuldu. Bugün Alman ordusu sınırları dışında operasyonlara katılırken, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sonrasında Başbakan Olaf Scholz savunma bütçesinde önemli bir artışı ve Ukrayna’ya askeri desteği öngören kararları açıklaması ise Almanya’nın savunma ve güvenlik politikalarında önemli bir dönüşüme işaret ediyor. Almanya’nın Türkiye ile askeri iş birliği NATO üzerinden yürüyor. Ancak Almanya’nın tank ve tank motoru satışına getirdiği ambargo Türkiye’nin alternatif kaynaklara yönelmesi sonucunu doğuruyor. Almanya’nın Türkiye’ye uyguladığı bu kısıtlamalar iş birliği açısından kaygan bir güven zemini yaratıyor.

TÜRKİYE’NİN AB İLE İLİŞKİLERİNDE ALMANYA’NIN ROLÜ

Almanya Türkiye’nin AT/AB’ye giriş çabalarında da kilit ülkelerin başında geliyor. Türkiye’nin AB üyesi olabilmesi için üyelik kriterlerini yerine getirmesi koşullarının yanı sıra, birliğin iki lider ülkesi Almanya ve Fransa’nın ikna olması kritik önem taşıyor. Türkiye’nin AET ile ortaklığını tesis eden Ankara Anlaşması’nın imza töreninde dönemin Komisyon Başkanı olan Alman Walter Hallstein şunları söylemişti:

“Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır. Bugün burada yaptığımızın asıl anlamı budur. Konuyla ilgili birçok yüzyıl için geçerli olan bir tarihi gerçek veya coğrafi bir kavramın özet ifadesinden daha fazlası olan bir doğruyu eşsiz biçimde teyit etmektedir. Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır: Ve burada en başta, bu ülkede her köşede çalışmaları karşımıza çıkan Atatürk’ün muhteşem kişiliği ve Türkiye’de yaşamın her yönünü Avrupa çizgisinde yeniden şekillendirmesi aklımıza gelir. Avrupa kültürü ve siyasetinin oluşturduğu etkinin tarihte eşi olmayan bir şekilde gerçekleştiği bir olaydır. Hatta Avrupa’daki gelişmelerin en moderni olan Avrupa birleşmesi ile belirli bir akrabalık algıladığımı dahi söyleyebilirim. Bu aydınlanmış, akılcı ve gerçekçi tutum, modern bilginin yöntemsel bir şekilde uygulanması, öğretim ve eğitime verilen önem, her yerde tanıklık ettiğimiz ilerici ve güçlü dinamizm ve araçların seçimindeki cüretli pragmatizm ile karşılaştığımızda eş bir ruhun işleyişini hissetmiyor muyuz? O zaman Avrupa -Avrupa’nın kendi karakterinin serbestçe ifadesini temsil eden parçası- ve Türkiye’nin askeri, siyasi ve ekonomik alanlardaki eylem ve tepkilerinde bir olarak kendilerini göstermelerinden daha doğal ne olabilir? Türkiye Avrupa’nın parçasıdır: Bugün bu Türkiye’nin Avrupa Topluluğu ile anayasal bir ilişki oluşturması anlamına gelmektedir. Topluluğun içinde olduğu gibi bu ilişkiye de evrim kavramı nüfuz etmiştir.”

Hallstein’in bu sözleri Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in ve devrimlerinin o zamanki Avrupa Topluluğu tarafından ne kadar önemsendiğini ortaya koyuyordu. Öyle ki, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni modern bir ulus devlet olarak kurarak gerçekleştirdiği büyük değişim, Avrupa Topluluklarının kurulması ile Batı Avrupa’da başlatılan değişim sürecine benzetiliyordu. Türkiye yönelimi ile, sistemi ile ve hedefleri ile Avrupalı addedilmekte ve Avrupa bütünleşme sürecinin bir parçası olmasına da doğal olarak bakılmaktaydı. “Ortaklık Anlaşması” anayasal bir ilişkinin temelini oluşturuluyor ve adım adım gerçekleşecek bir ortaklık ilişkisinin tesis etmesi Avrupa bütünleşme sürecinin de temelini oluşturan evrim kavramı ile ilişkilendiriliyordu.

Hallstein bu konuşmasının sonunda şu görüşlere yer vermişti:

“Türkiye ve Topluluk arasında yakın iş birliğini öngören bir dönemin başındayız. İki taraf Ortaklık Konseyinde eşit partnerler olarak bir araya gelecek, sorunlarını tartışacak ve bu yeni ruh çerçevesinde ortaya çıkabilecek tüm zorlukları çözümlemeye gayret edecekler. Aynı fikirlerden ilham alarak, ortaklık çerçevesinde bunların nasıl gerçekleştirilebileceğini birlikte ele alacaklar. Ve bir gün son adım atılacak: Türkiye Topluluğun tam üyesi olacak. Bu dilek ve Türk dostlarımız ile birlikte paylaşıyor olmamız gerçeği ortak ilgiye dayanan topluluğumuzun en güçlü ifadesidir”.

Bu kucaklayıcı sözler Hallstein’ın ve onun temsil ettiği AT’nin Türkiye’yi de içine almak konusundaki istekliliğini gösteriyordu. Aslında oluşturulan ortaklık sadece bir ticari düzene dayanmanın ötesinde ortak bir vizyon, dünya görüşü ve paylaşılan değerler üzerinde inşa edilecektir. Bu sürecin doğal bir sonucu, Hallstein’ın ifade ettiği gibi Türkiye’nin Topluluğun tam üyesi olmasıydı. Ortaklığın düzgün bir şekilde işleyebilmesinin en önemli koşullarından biri bu ortak vizyon, ortak duruş ve değerlere olan bağlılığın devam etmesi ve iki tarafın uyum içinde hareket etmesiydi.

Dönemin koşulları dikkate alındığında, Soğuk Savaş dönemi olması ve Türkiye’nin Batı Avrupa ile aynı blokta bulunması bu uyumun temel parametrelerini oluşturuyordu. Soğuk Savaş’ın bitiminin ardından dünyada meydana gelen değişiklikler, 11 Eylül saldırıları, Çin’in yükselişi, çok merkezli ve çok aktörlü bir sisteme geçiş, ABD’nin konumundaki değişim gibi birçok sebeplerle birlikte siyasi ve toplumsal alt üst oluşlar bu parametrelerin de değişmesine yol açtı.

Ankara Anlaşması’nın imzalanmasından 41 yıl sonra, 2004 yılında henüz iktidara gelmeden bir süre önce Türkiye’yi ziyaret eden Angela Merkel, Türkiye’nin olası üyeliğine bu kadar coşkuyla yaklaşmadı. Hatta öyle ki, ana muhalefet lideri olarak yaptığı ziyarette Türkiye’nin AB üyeliği yerine imtiyazlı ortaklık formülüne sıcak baktığını açıklamıştı. Oysa o dönem iktidardaki sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonu ve Başbakan Gerhard Schröder Türkiye’nin adaylık sürecine destek vermiş ve kriterleri yerine getirmesine bağlı olarak üye olabileceğini öngörmüşlerdi. Nitekim 2004 yılındaki AB Zirvesinde Türkiye’nin 3 Ekim 2005 itibarıyla AB katılım müzakerelerini başlatması kararı oybirliğiyle alınmıştı. Ancak Merkel’in mensubu olduğu Hıristiyan Demokrat Parti’den Karl-Theodor Zu Guttenberg’in kaleme aldığı rapor Türkiye’ye üyelik yerine imtiyazlı ortaklık önerilmesini savunuyordu. Zu Guttenberg Türkiye’nin üyeliğinin AB’nin kapasitesini zorlayacağını ve tüm kriterleri karşılasa bile Avrupa bütünleşmesinin momentumunu aksatacağını bu yüzden de üyelik yerine imtiyazlı ortaklığın hedeflenmesi gerektiğini ileri sürmüştü. 2005 yılında iktidara gelen CDU Başkanı Angela Merkel iktidarda kaldığı 16 yıl boyunca Türkiye’nin üyeliği ile ilgili bu görüşünü hiç değiştirmedi. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile üzerinde uzlaştıkları bu konuda Sarkozy Türkiye ile bazı fasılların açılmasını veto ederken, Merkel “pacta sunt servanda (ahde vefa, söze bağlılık)” ilkesi gereği zaten açılmış olan müzakereleri durdurmak için eyleme geçmeyeceğini de belirtti. Ancak AB’nin lider ülkesi Almanya’nın bu görüşünün tüm AB için belirleyici olacağı da açıktı.

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, darbe nedeniyle suçlanan bazı kişilerin ve muhaliflerin Almanya’ya sığınması ve Türkiye kökenli Alman gazeteci Deniz Yücel’in tutuklanması ilişkilerde soğuk rüzgarlar estirdi. Bunun yanında Türkiye’de cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş referandumları öncesi Almanya’da miting yapılması konusu iki ülke liderlerinin arasını açan bir gelişme oldu. Bu dönemde Almanya’nın bir model olmaktan çok bir olumsuz örnek olarak Türkiye’de iktidar çevreleri tarafından kullanıldığını gördük. “Almanya bizi kıskanıyor” söylemi aslında AKP iktidarının kendisine rakip olarak da Almanya’yı seçtiğini ve vatandaşın algısını bu doğrultuda yönlendirmek istediğini ortaya koyuyordu.

Yaşanan gerginlik ve karşıtlıklara rağmen, Almanya Başbakanı Merkel sonraki yıllarda Türkiye’nin AB süreci çıkmaza girdiğinde ve özellikle Doğu Akdeniz ve Kıbrıs meselesi ile ilişkili olarak ciddi gerilimler yaşandığında ise arabulucu rolü oynadı ve gerilimleri yumuşatıcı adımlar attı. Almanya göç baskısı ve güvenlik riskleri gibi alanlarda Türkiye’ye olan ihtiyacını ve Türkiye’nin bölgesel rolünü değerlendirmesine rağmen, Türkiye’nin üyelik için uygun standartlara sahip olmadığını düşünüyordu. 2015-16 yıllarındaki Suriye mülteci krizi sırasında AB ile Türkiye arasında varılan anlaşmanın da baş mimarı olan Merkel otoriter olarak nitelendirilen Erdoğan iktidarına karşı tavizkar davranmakla suçlanmış ve mülteci konusunu etik yönü tartışmalı bir anlaşma ile çözümlemeye çalışması nedeniyle eleştirilmişti. Türkiye ve AB arasında “perakendeci ve işlemsel” olarak adlandırılan ilişkinin ortaya çıkmasında da mülteci anlaşması önemli bir rol oynamıştı. Nitekim bu anlaşma ile Türkiye’nin AB süreci nitelik değiştirmiş oldu. Bu aşamadan sonra Türkiye’nin AB üyeliği iyice çıkmaza girerken, göç ve mülteci konusu bu süreçte belirleyici hale geldi. Türkiye, Avrupa ve Almanya için bir “ara bölge” ve “mülteci misafirhanesi” konumunu aldı.

EKONOMİK İLİŞKİLER

Türkiye’nin AB ile ilişkisindeki Almanya’nın rolünün yanı sıra, bu ikili ilişkinin ekonomik ve ticari yönü de önemini koruyor. Almanya Avrupa’da Türkiye’nin birinci ihracat destinasyonu olmaya devam ediyor. Son verilere göre, Türkiye’nin toplam ihracatında Almanya yüzde 8,3 ile birinci sırada yer alıyor. İthalatta ise toplam ithalatın yüzde 6,6’sı ile üçüncü sırada konumlanıyor. Yabancı yatırımlarda da Almanya önemli bir menşe ülkesi. Almanya’nın Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımlardaki payı yüzde 6,4 oranında. 2022 yılında Alman yatırımların toplamı 697 milyon dolar. Türkiye özellikle otomotiv ve beyaz eşya gibi sektörlerde Alman ekonomisinin önemli bir ortağı ve tedarikçisi konumunda. Günümüzde yeşil ve dijital dönüşüm sürecindeki Almanya’da otomotiv sanayii de köklü bir dönüşümün içinde. Bu süreçte Türkiye ile oluşturulmuş tedarik zincirlerinin yeniden gözden geçirilmesi ve modernize edilmesi, iki tarafın ekonomik çıkarları açısından önemli. 2023 yılında yürürlüğe giren “tedarik zincirleri yasası” da Alman şirketleri ve tedarikçilerinin uymaları gereken insan hakları ve çevresel yükümlülükleri düzenliyor. Bu kapsamda Avrupa Yeşil Mutabakatı uyarınca giderek önem kazanan yeşil dönüşüm ve sosyal hakların genişletilmesi gibi konuların ilişkilerin merkezinde yer alacağını söylemek mümkün. Ancak Türkiye ile Almanya’yı da içine alacak şekilde AB ile Gümrük Birliği’nin modernizasyonunu içeren süreç bir türlü başlatılamadı. Bu konuda 2016’da önemli adımlar atılsa da Türkiye ile müzakereleri başlatması için üye devletler Avrupa Komisyonu’na yetki verme konusunda anlaşamadı. İtiraz edenlerin başında da Almanya geliyordu. Almanya özellikle hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığı kriterlerini ileri sürerek yatırımların güvencesi açısından Türkiye ile sürecin başlatılmasına karşı çıktı. Bugün de bu tutumunda önemli bir değişiklik yok.

Bugün ilişkilerdeki diğer önemli bir sorun vize konusu. Almanya Schengen bölgesinde Türkiye’den en fazla vize başvurusu yapılan ülkelerin de başında geliyor. 2022 yılında üç büyükşehirden (İstanbul, Ankara ve İzmir) toplam 223 bin 699 vize başvurusu yapılmış ve bunun 174 bin 929’una vize verilmiş. Yani yüzde 22 ret oranı var. Bunun yanında özellikle son yıllarda Almanya’ya iltica ve yerleşim amacıyla nitelikli işgücünün göçü de artmış durumda. Son verilere göre, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Temmuz 2022- Temmuz 2023 arasında AB’ye en fazla iltica yapan ülkeler arasında üçüncü sırada. Bu başvuruların yüzde 58’i ise Almanya’ya yapılıyor. Bu açıdan insani ilişkinin bu kez nitelikli profesyonellerin göçü ile devam ettiğini ancak vize konusunda Almanya’nın daha katı davrandığını söylemek mümkün.

CUMHURİYET’İN YÜZÜNCÜ YILINDA İLİŞKİLERİN GELECEĞİ

Son olarak şu soruyu soralım. İlişkilerin bugününü ve yakın geleceğini neler belirliyor? Almanya için Türkiye önemli bir bölgesel aktör; göç ve güvenlik gibi konularda iş birliği yapılacak, ekonomik ve ticari ilişkilerin devam ettirileceği kritik bir partner. Ancak ilişkilerin geçmişine ve önemine rağmen Türkiye’yi AB içinde değerlendirmiyor. Siyasetin sağ veya sol spektrumundan bakışa göre bu değişse de, Türkiye’nin üyeliğine kategorik olan karşı çıkan Hıristiyan Demokratlar açısından Türkiye Avrupa uygarlığının bir parçası olarak görülmezken, Sosyal Demokratlar ve Yeşiller için Türkiye gerekli demokrasi ve insan hakları kriterlerini karşılamıyor. Son verilere göre aşırı sağ AFD’nin Almanya genelinde oylarının yükseldiği dikkate alınırsa, Türkiye ile ilişkilere göç ve güvenlik endişeleri ile bakacak ve AB üyeliğinin tamamen gündemden düşmesini tercih edecek olan bir Almanya ile de karşı karşıya olabiliriz. Türkiye açısından ise Almanya önemli sayıda Türkiye kökenli nüfusun yaşadığı ülke, ekonomik, mali ve teknik gücü ile önemli bir partner ve AB entegrasyonu açısından belirleyici bir oyuncu olmaya devam edecek. 

Türkiye, Cumhuriyet’in 100. yılında ne yazık ki demokrasi ile taçlanmış bir cumhuriyet veya temel sorunlarını çözmüş olan, müreffeh ve özgür bir ülke olmuş değil. Türkiye’nin stratejik konumu ile ilgili hep söylenen “etrafımız ateş çemberi” sözü şimdi olgu olarak gerçekten karşımızda.  Rusya-Ukrayna savaşı, Suriye’de devam eden operasyonlar, Balkanlar’da Sırbistan ve Kosova arasındaki gerginlik ve son olarak Hamas’ın saldırısı sonrasında İsrail-Filistin arasında patlayan savaş, Türkiye’yi farklı açılardan etkiliyor. Güvenlik tehditleri artarken, göç ve mülteci hareketlerinin tetiklenmesi, Rusya’ya yönelik yaptırımlara Türkiye’nin uymamasının ABD ve AB ile sorun teşkil etmesi ve İsrail Filistin konusunun Batı ve Müslüman çoğunluğu olan toplumlar arasında yarattığı gerilimler zaten uyuşmazlıkların kol gezdiği ve uluslararası kurumların giderek etkinliğini iyice yitirdiği geniş bölgede normalizasyonu zorlaştırıyor. Bu koşullar altında, Türkiye ve Almanya ilişkisinin önemi çok daha iyi anlaşılıyor. Avrupa’nın lider gücü Almanya ile ilişkilerin AB sürecinin canlanması, yeşil ve dijital dönüşümde ortaklık, güvenlik ve savunma iş birliği gibi alanlarda ilerleyebilmesi Türkiye’nin geleceği açısından kritik önemde. Bunun imkânı “İkinci yüzyılda nasıl bir cumhuriyet?” sorusunun cevabında saklı. Türkiye’nin anayasasında yazdığı gibi demokratik, insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devleti olabilmesi ve ikinci yüzyılda bu dönüşümü başarabilmesi ilişkilerin geleceği açısından belirleyici olacak.

*Doç. Dr.