Bir panorama: Yaşasaydı 100 yaşında olacaktı

Cumhuriyet, demokratikleşme amacını gerçekleştirememiş ‘muasır medeniyet’ hedefinin çok uzağında kalmış; 40 yılı aşkın süredir bu hedefleri terk edilmiş bir kabuk olarak 100. yaşına mı basmaktadır?

Google Haberlere Abone ol

Cumhuriyet ilan edileli 100 yıl oldu. Yüz yıllar ve bin yıllar, döngüsel tarih ya da binyılcı mistisizme iman edenler için başlıca işaretler taşır; ama yüzyıl dönümleri, çoğu zaman kayda değer bir iz bile bırakmadan gürültüyle geçip gider. Bizim cumhuriyetimizin 100. yılı da sanki benzer bir hareketliliğe yol açtı, açıyor. 100 yıl öncesinin amaç ve heyecanları bakımından solgun bir kabuğa dönüşmüş durumdaki mevcut ‘cumhuriyet’, son noktada, artık kendisinin var olmadığını gösteren bir belirteç haline geldi. Dilbilimin kavramlarını zorlamak pahasına söylenebilir ki, başlangıçta bir fiil olan 1923 cumhuriyeti, gelinen noktada bir edattır.

Bu büyük dönüşüm iki yanıyla dikkat çekicidir. İlki, tüm büyük dönüşümler, özellikle Cumhuriyet'in kurucu ideolojisini benimseme iddiasındaki bürokratik seçkinler ve aydın küçük burjuvazi tarafından yadsınmış, bağnazca inkar edilmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızlanan başkalaşımlar, hem devleti hem de o devlet üzerinde hisse sahibi egemen sınıfların payını etkili şekilde değiştirse de, aslında çoktan terk edilmiş ‘başlangıç formu’ bir kuru gövde gibi sahnede tutulmuştur. Bu, özellikle reformcu küçük burjuvazinin peyderpey sahneden çekilmesine ve söz konusu dönüşümlere müdahale potansiyelini tamamen yitirmesine yol açtı. İnkılabın siyasal kolonlarından biri ve enerjik koçbaşı olan sivil-asker bürokrasi, gerçekliği yadsıyarak, zaten maddi gerçeklik karşısında erimekte olan ona yön verme yeteneğini de tamamen yitirdi. Hatta bu noktada kurucu kadroların son bütünlüklü gayretlerinin 40’lı yıllarda gelen, köy enstitüleri, Aydınlanmacı eserlerin çevirisi gibi eğitim ve kültür alanına dönük reform girişimleri olduğu söylenebilir. Esasen bu da maddi yaşamın gereklerine uygundu: Tarihsel olarak devrimci bir sınıf oluşturmayan küçük burjuvazinin nefesi tükenmişti ve devrimi süreklileştirecek nitelik ve nicelikte bir işçi sınıfı da yoktu.

İkinci ve daha önemli yan, başkalaşımların, daima uluslararası koşullar ve zorlamaların da dâhil olduğu bir çerçevede, ama yine daima, sermaye sınıfının öznel ihtiyaçlarıyla ilintili olmasıdır. Bu yanıyla Cumhuriyet'in kaçınılmaz dönüşüm(leri) ve bugünkü haline gelişi Türkiye burjuvazisinin kendine özgü tarihinin de bir resmidir.

Bu yazı da, toplumların tarihinde esas belirleyici etkenin, o toplumun farklı sınıfları arasındaki mücadeleler olduğu kavrayışından yola çıkarak yüz yıllık dönüşümün bazı köşe taşlarına işaret etmeye çalışacak.

***

Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı yıkımına da sürükleyecek olan ‘kurtuluş’ arayışları, malum, 18. yüzyıl sonlarına kadar gidiyor, 19. yüzyıl ilk yarısında ivme kazanıyor. Bu, tarihsel olarak batıdaki sanayi devriminin gerçekleştiği ve başlıca kapitalist ülkelerin dünya pazarlarını bölüştüğü döneme denk gelir. Osmanlı düzeni bu küresel nitelikli saldırı karşısında korunaksızdı.

Marx, ABD’li iktisatçı Henry Charles Carey’e atıfla şöyle diyordu, “Şimdi de bir Carey çıkıyor, şüphesiz haksız da olmaksızın, İngiltere'nin fabrikaların tekeline yalnız başına sahip olabilmek için diğer bütün ülkeleri sadece tarım ülkeleri haline getirmek istemesinden yakınıyor. Türkiye'nin bu biçimde mahvedildiğini ileri sürüyor…(1)

Türkiye’de üretici güçlerin gelişimini tarım alanına hapseden ve böylelikle onu mahveden temel etken İngiliz emperyalizmi midir? Osmanlı tarım düzeninin özgün niteliği ve bu niteliğin Türk kapitalizminin gelişim seyrindeki belirleyici rolü üzerine oldukça çeşitli tezlerden oluşan bir literatür var. Ama bu yazının kapsamı açısından soruyu ihmal edip, Marx’ın da işaret ettiği ‘tarım ülkesi’ gerçekliğinden Cumhuriyet için anlamlı hisseyi çıkarabiliriz. Osmanlı toprak düzeninin özgün niteliği ve özellikle önceki 70-80 yıl boyunca yaşananlar, 20. yüzyılın başlarında şöyle bir genel tabloyu ortaya çıkarmıştı: Sanayileşmiş batı kapitalizmi için hammadde ve tarımsal ürün kaynağı, ama aynı zamanda mamul ürün pazarı olan yarı-sömürge bir ülke…

20. yüzyılın başında yaşanan siyasal çalkantılar bu zeminin üzerinde gerçekleşti. 1908’deki Jön Türk devrimi, Abdülhamid’in mutlak monarşisine karşı, halen oldukça sınırlı ölçekteki kozmopolit tüccar burjuvaziyle sivil-asker bürokrasinin reformcu kesimleri arasındaki ittifakın sonucuydu. 1923’ü de hazırlayacak bazı sonuçlar üretmekle birlikte tamamına erememiş bir burjuva devrimiydi.(2) Jön Türk devriminin siyasal önderi İttihatçılar, özellikle yarı-sömürgeleşmiş ekonominin bağımlılık ilişkilerine çözüm üretemeyerek çatışma halindeki emperyalist güçlerden birine yanaşma yoluna gittiler.(3)

İKİ BASINÇ ARASINDA KURULAN CUMHURİYET

Böylelikle 1920’lere gelindiğinde, bu devrimin üzerinden Trablusgarp, Balkan ve 1. Dünya savaşları, darbeler, kitle katliamları, büyük yıkımlar geçmişti. Ve 1908’de yarım kalan işi tamamlamak için bu kez yine özellikle asker ve sivil bürokrasi ile Müslüman tüccar burjuvazi, büyük toprak sahipleri ve Anadolu eşrafının ittifakı ve köylü sınıfının ‘askerliği’ gerekecekti. Ancak bu kez de bir başka dünya tarihsel olayın 1917 Ekim Devrimi’nin basıncı ortaya çıkıyordu. Türkiye’de Rusya’daki gibi bir sanayi proletaryası, politikleşmiş bir sınıf savaşı, Bolşevik Parti gibi bir parti yoktu; coğrafyadaki sınırlı sosyalist etkinlik Balkanlar ve batıdaki sanayi kentlerinde yoğunlaşmıştı ve Anadolu’da çok daha cılızdı. Ama işte Ekim Devrimi’nin dev manyetizması, 1917’den sonraki hiçbir toplumsal olayın –hele ki bir milli mücadelenin– kendisinden tam olarak kaçamayacağı kadar güçlüydü. O halde bu giriş kısmını tamamlarken söyleyebiliriz ki, kapitalist sanayi devriminin ‘hasta’ edip çökerttiği Osmanlı toplum düzeninin bağrında bir yeni düzen kurulurken fonda bir başka devrimin, sosyalist Ekim devriminin ışığı yanıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 6 yıl öncesine kadar dünya tarihinin tanıdığı tek modern devlet biçimi kapitalist devletti. Ama bu biçim, Osmanlı toplum ve devlet düzenini geliştirmek bir yana, sömürgeleştiren, gerileten, küçülten bir rol oynadı. Ve 1917’de Ekim Devrimi, bu ezici kapanın kırılabileceği bir yeni perspektif doğurdu. Cumhuriyet, kapitalizmin bu yıkıcı etkilerinin yanında, sosyalizmin yeni ufuklarını da içeren iki yönlü bir baskının altında ortaya çıkmıştır. Ancak, sosyalist bir dönüşümü zorlayabilecek bir işçi sınıfından, bunun ortaya çıkması için gerekli modern sanayiden yoksun bir geri ülke olan Osmanlı Devleti'nin bakiyesi sosyalizmi bir olanak olmaktan çıkarmış; kurucu kadrolar da sosyalist eğilimleri kendi ‘bekaları’ için tehdit olarak görüp oldukça ‘erken’ denebilecek sert tedbirler almışlardı. Bu olgu, Cumhuriyet’in seyrinde ve bugünkü nihayetinde daima baskın bir rol oynamıştır.

***

1923 Cumhuriyeti, bu genel çerçevede ve kendinden önceki 10 yılın müktesebatını büyük oranda devralarak kuruldu. Bu müktesebat, en geniş tanımıyla Müslüman-Türk burjuvaziyi gereksinen bir kapitalist ulus-devlet olarak ifade edilebilir. Kemalist devrimciler, bu aynı amaca, daha daralmış sınırlarda, daha ‘homojen’ bir nüfusla ve yeni uluslararası koşullarda yöneldiler. Uluslararası koşulları güncelleyen esas etmen yukarıda da değinildiği gibi Ekim Devrimi ve sonrasında ortaya çıkan Sovyetler Birliği idi. Bu etmen, hem milli mücadelenin askeri olarak kazanılmasında hem de sonraki bağımsızlıkçı dönemin mümkün olmasında pay sahibiydi. Ancak, başta Mustafa Kemal olmak üzere, devrimin önder kadroları, SSCB ile ilişkilerinde, onun hem fiziksel heybetinden gelen gravitasyon kuvvetini, hem de tarihsel anlamından gelen cazibesini gözeten, bu kuvvetlerden sakınan bir pragmatik yol tutturmayı başardılar. Cumhuriyet'in ilk 20 yılının siyasal iktisadına ve genç ülkenin uluslararası arenadaki konumlanışına bu kuvvetlerden yararlanan bir denge yön verdi.

Alman emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı’nı kaybettiğinin kesinleşmesinden sonra bu denge kademeli olarak ortadan kalktı ve Cumhuriyet, ‘yeni dünya’nın kapitalist Batı blokuna kalıcı olarak yerleşti. Bu pozisyonda, başta sanayi ve tarımda olmak üzere ilk 20 yılda uygulanan temel iktisat politikalarının ortaya çıkardığı yeni egemen sınıflar kortejinin sınıfsal çıkarları belirleyici oldu. 46 sonrasının cumhuriyetinde, siyasal alanda DP iktidarı olarak ortaya çıkan durum, tarım ve ticaret burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri ve milliyetçi bürokrasinin bir kesiminin yeni iktidar blokunu teşekkül etmesiydi. Burjuvazi, sivil ve asker kökenli reformcu küçük burjuvazinin iktidar hissesini ilk kez bu denli ve üstelik kalıcı olarak küçültüyordu.

KARŞI DEVRİMİN ZAFERİ

1960 çatışması ve sonrasında yaşananlar ise, bizzat 50’li yılların siyasal iktisadı ve yine uluslararası kapitalist işbölümünün tetiklediği bir türev gücün, sanayi burjuvazisinin doğrudan iktidar temsiline kavuşması anlamına geldi. 20 yıllık yeni dönem, ilk on yılın sonunda sanayi sermayesinde holdingleşmeyle ortaya çıkan tekelci eğilimin baskın hale gelmesiyle açık burjuva diktatörlüğünün de pekişmesini sağladı. 1960-80 arasındaki dilimin neredeyse orta yerinde, 1971’de gelen askeri darbe, sanayi burjuvazisinin talep ve yönelimleriyle girilmiş görece demokratik burjuva iktidarın işçi sınıfı, köylülük ve tüm halk sınıfları aleyhine restorasyonunu ifade ediyordu. 70’li yılların ikinci yarısında, özellikle işçi sınıfı ve solun önderlik ettiği halk muhalefetiyle dikiş tutmaz hale gelen bu restorasyon, egemen sınıf blokunun bir kez daha ‘zor’ yoluyla gidişata müdahale etmesine yol açtı. 12 Eylül faşist rejimi, 12 Mart faşizminin güncellenmiş ve geliştirilmiş, daha gözü kara ve uluslararası işbirliği daha etkin bir versiyonu olarak ülkenin tepesine bindi.

71 rejimi, bugün ortaya çıkan tabloyu da içerecek şekilde kendinden sonraki 50 yılın hâkimiyet avadanlığını sırtında taşıyordu. Buradaki temel nosyon, burjuva iktidarın pekişmesi ile birlikte reformcu küçük burjuvazinin Cumhuriyet rejimindeki hissesisin hem nicelik hem de nitelik olarak kati surette değişmesi oldu. Zaten özellikle 71’den sonra askeri seçkinlerden büyük oranda ayrışmış olan sivil aydın bürokrasinin, Cumhuriyet'in ilk çeyrek yüzyılında doğrudan iktidarda, ikinci çeyrekte ise yönlendirici bir baskı gücü olarak onun çeperinde bulunan varlığı sona erdi. Tekelci burjuvazi için bu görece daha kolayıydı. Daha zorlu ve esas ‘düşman’ olan, örgütlü ve politikleşme yönündeki işçi sınıfı ile onun doğal müttefiki durumundaki halk sınıfları ise doğrudan 12 Eylül faşizmiyle hedef alındı. Tekelci büyük burjuvazi, işçi sınıfı tarafından tehdit edilen iktidarını koruyabilmek için, vaktiyle kendi kök utkusu olarak ortaya çıkmış Cumhuriyet'in temellerinden vazgeçmeye, onu kapitalizmin yeni küresel aşamasına uygun bir bulamaca dönüştürmeye hazırdı.

Bu iki yönlü bir saldırıyla gerçekleşti: Cumhuriyet'in iktisadi altyapısındaki, görece geniş bir sınıf uzlaşmasının da sonucu olan kamusal varlığın tasfiyesi ve idari üstyapının da bununla paralel olarak dağıtılması... ‘Başkanlık rejimi’ hayali, Koç, Sabancı gibi büyük sermayenin en güçlü kesimlerinin sözcüleri tarafından sakınmaksızın dile getirilen bir yönetim projeksiyonuydu. Başta 24 Ocak Kararları ve özelleştirmelerle maddi altyapının tasfiyesi ve siyasal üst yapının imhası da 1990’larda karşı-devrimin uluslararası zafer ilanından sonra gerçekleşme zemini buldu.

TERK EDİLMİŞ KABUK MU HAYATA DÖNEBİLECEK TARİHSEL BİR OLGU MU?

21. yüzyılın başına gelindiğinde Türkiye kapitalizminin kendi açmazlarından kaynaklanan derin krizi bu topyekûn dönüşüm için bir kaldıraç olarak kullanıldı. AKP-Erdoğan iktidarı, Türkiye sermaye sınıfının bu yüzyılın başında ihtiyaç duyduğu cüretkâr yıkımın ihalesini üstlenecek gözü pekliği gösterdi. Ardından gelen ve Cumhuriyet'in tarihsel olarak son dilimini oluşturan 20 yılda yaşanan gerilim ve çatışmalar, AKP-Erdoğan iktidarıyla tekelci büyük sermaye arasındaki illiyet bağını ortadan kaldırmıyor; ancak çok geniş bir başka yazıda tartışılabilecek bir sınıf içi mücadelenin bazı veçhelerini oluşturuyor. Zaten 100. yıldönümü eşiğine gelindiğinde bu gerilim ve çatışmaların da büyük ölçüde sönümlendiği, yeni ekonomi yönetimi ve onun ‘istikrar’ stratejisi üzerinde geniş bir uzlaşma sağlandığı açıkça görülüyor.

Elbette 20 yıllık AKP iktidarı, sermayenin büyük operasyonunu yürütürken iktisadi alt üst oluşların yanında siyasal ve kültürel olarak da büyük gerilimler üretti. Bugün Türkiye toplumunda ‘kutuplaşma’ olarak adlandırılan gerilimin bir zemini de 1923 Cumhuriyeti'nin bazı temel niteliklerinin tasfiye edilmesiyle ilgili olarak ortaya çıkıyor. Atatürk ya da Cumhuriyet için pahalı reklam bütçeleriyle dokunaklı prodüksiyonlar üreten geleneksel büyük burjuvazi de çarpık şekilde bu gerilimin bir ‘tarafı’ymış gibi görünmeyi başarıyor kimi zaman.

Laiklik, kadın özgürlükleri, eğitim, dinin devlet içinde kurumsallaşması, kamu olanaklarının köktendincilere aktarılması gibi başlıklardaki endişeler ve gerilimler son derece haklı bir zeminden kaynaklanıyor. Ama sorumluyu, sadece siyasal üstyapıyı temsil eden güçlerde değil, bizzat onların da içinde yer aldığı egemen sınıfların bileşik ve 40 yılı aşkındır süren yöneliminde tespit etmek önem kazanıyor.

Cumhuriyet, yaklaşık 200 yıldır bir şekilde bu toplumun gündeminde olmuş demokratikleşme amacını, oldukça kısa süren ve çok sınırlı bazı uygulamalar içeren istisna dönemler dışında gerçekleştirememiş; başlangıçtan beri taşıdığı ‘muasır medeniyet’ hedefinin çok uzağında kalmış; dahası, kendisini yöneten egemen sınıflarca 40 yılı aşkın süredir bu hedefleri terk edilmiş bir kabuk olarak 100. yaşına mı basmaktadır? Yoksa bundan 100 yıl önce doğmuş ama 100. yaşına varamamış, ancak yeniden kazanılmakla hayata dönebilecek bir tarihsel olgu mudur? Yüz yıl sonra Türkiye toplumunun karşısındaki soru budur belki de.


(1) K. Marx, Kapital C.1, s.717, Yordam Kitap.
(2) Sungur Savran, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, C.1, Yordam Kitap.
(3) Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, İmge Kitabevi