Çağdaş sanatın görünmeyen yüzü: Berat Işık

Sanatçı Berat Işık, video çalışmasıyla adalete olan inancının üst üste defaatle yazarak kaybolmasını amaçlıyor. Kavramın anlamını “katarakt” bir hale getirerek, asıl anlamsızlığını görmemizi sağlıyor.

Google Haberlere Abone ol

Fatih Tan

Diyarbakırlı sanatçı Berat Işık, yaptığı etkileyici üretimlerle yıllardır sanat ortamında istikrarlı bir şekilde isminden söz ettiriyor. Ağırlıklı olarak video üreten sanatçının heykel, fotoğraf ve enstalasyon çalışmaları da bulunmaktadır. İkonografik şarkıların sözlerini ya da sinemanın kültleşen bazı filmlerinin belirgin sahne, karakter, diyalog ve epizotlarını videolarında işleyen sanatçı, bunları kendi kurgusal diliyle birleştirip güncel olanı kara bir mizah temelinde yeniden anlatmaktadır. Popüler konuları, insanın ve toplumun histeryası üzerinden dedüksiyonel bir yolla sorgulayan Işık, çalışmalarında görünmeyenin “flu” izdüşümünü gösterme içindedir. Sanatçının bu temeldeki nesne-form arayışı aynı zamanda onun kendi fantastik (özgün) dilini oluşturandır. Ranciére’in bu bağlamdaki tespiti gibi: “Sanat, bir düşünce ve nesnesi arasındaki zorunlu ilişkiyi -upuygun veya upuygunsuz bir biçimde- ifade ettiği ölçüde bir dil statüsüne sahiptir.”(1) Sanatçı Işık da bu bağlamda kendi upuygunsuz kimliğiyle, nesnenin rizikosunu upuygun bir alanda dilinin eklentisi üzerinden anlatmaya çalışır.

Esasında Berat Işık gibi bir sanatçının bugün hala bir galeriye dâhil olmaması düşündürücüdür. Işık’tan hareketle bu konuda çok kısa birkaç noktaya dikkat çekmek istiyorum. Şunu hepimiz çok iyi biliyoruz ki galeriler kişileri kesinlikle sanatçı yapmaz ama kuşkusuz onların meşruluğunu sağlar ve bu meşruluk ilişkisel, tecimsel ve kültürel olandır. Işık’ın bu flu ve araf oluşu tesadüfi değildir. Onun bu görünmeyen tarafı, yani hiç olmayışı ya da tam tersine bazen çok oluşu oligarşik bir istencin konjonktürel sonucudur. Sanatın bu krizleri, yıllardır tartışılan fakat hiçbir sonuca bağlanmayan durumlarıdır. Zira buradaki husus bir sonuca bağlanılması değil, daha çok bir sonuca “atıf” yapılmasının “teorik” kapsamıyla ilgilidir. Galeri, küratör, koleksiyoner, direktör gibi sürekli tartışılan figürlerin yanı sıra; piyasa, müzayede, sergileme, dolaşım, piar, sermaye, network gibi blok halinde sürekli önümüze çıkan ve aşılamayan bu tarz kronik etkenlerin sorularıyla sürekli karşılaşıyoruz. Bu sorular üzerine konuşulan her şeyin ve sorulan her sorunun (kimin tarafından sorulduğunun hiçbir önemi yok!) ilginçtir ki doğru bir izdüşüme denk geldiğini görüyoruz. Buradaki sorun, sorulan her sorunun (nasıl oluyor da?) doğru bir edim olarak temellük edilmesi ve yer bulmasıdır. Çelişki gibi gelecek ama bana göre bu doğru, yanlışın bir kurmacasıdır. Ranciére’in dediği gibi, “yanlışın kalıcılığı sonsuzdur.” Yanlış, kalıcı olabilmek için kendi doğrusunu kurgular ve bu sayede kendisi de -argüman temelinde- örtük bir şekilde ebedileşir. Berat Işık’ın Kürt kimliğine piyasaca yapılan doğrusal etik bakış, yanlışın (doğrusal) bir kurmacasıdır. Onu hiç kabul etmemek öjeniktir, tam kabul etmek ise paradigmanın reddidir. Dolayısıyla bu kriz, yukarıda da belirttiğim gibi atıf yokluğundandır. Yani dokümantasyondan yoksun referansız bir alandır. Ben bir sanat sosyoloğu değilim, doğrusunu isterseniz de sanatın bu boyutuyla hiç ilgilenmiyorum, estetik rejiminde asıl üstünde durduğum dil ve kavram örüntüsüdür. Dolayısıyla bu ve buna benzer yılların kronik sorunsalları sanat sosyolojisinin alanıdır. Sanat ortamında bu alanda maalesef büyük bir boşluğun ve ciddi bir argüman eksikliğinin olduğunu tespit etmemiz gerekmektedir. Tekrar altını çizmek isterim ki, bu konuda kurulan her bir cümlenin doğru bir noktaya denk gelmesi “atıf ve referans” eksikliğinden kaynaklıdır ki, bu da “anomalik” bir durumdur ve yanlışın bir kurgusudur. Özetle bu doğrultuda sanatın oligarşik konsensüsüne yapılan her bir eleştirinin haklı ve doğru olması büyük bir kurmacanın sonucudur.

Tekrardan asıl konumuza dönersek, Berat Işık’ın geçen yıl çektiği ve yakın zamanda da birkaç farklı galeride sergilenen “ADALET” isimli video çalışmasını ele almak istiyorum. (Kavram aynı zamanda tuhaftır sanatçının mevcut sanat ortamındaki statüsüyle de bir benzerlik gösteriyor.) Adalet, esasında ilgi duyduğum ve önemli gördüğüm bir kavram. Bu bakımdan kavramı videonun hem bağlamında hem de biraz dışında yorumlayacağım.

Videoda, bir daktiloda yazılan ADALET sözcüğünü görüyoruz. Daktiloya vurulan ilk tuş, son harfe veya son tuşa gelince, daktilonun şaryosu başa alınıp yine ilk harfin tuşuna yeniden basılıyor ve adalet sözcüğü yine en baştan tekrar aynı yerin yüzeyine yazılmaya başlanıyor. Bu durum adalet sözcüğünü ta ki kalın bir tabakaya dönüştürünceye dek ısrarla devam ediyor. Sözcük sürekli iç içe geçerek ve üst üste binerek amorf bir şekle bürünüyor.

Adalete yapılan vurgu, boş bir kâğıdın ortasında yalnız bırakılan harflerin teleolojik talebinin reddini gösterir. Harfler, adalet sözcüğünün kendisine yabancıdır. Sözcüğü yazan parmakların ontolojik inançsızlığı kavramın anlaşılmasını belirgin bir hale getiriyor. Kavram, katmanlaşarak anlamını buluyor. Anlamını bulma metodu sadece dilsel bir retoriktir. Kavramın giderek kâğıdın üzerinde yayılması, lekeye dönüşmesi anlamın sınırını izleyiciye çiziyor. Leke, boş kalan bütün beyaz alanı kontrolü altına almakla birlikte, bu boş kalan alanla da ötekinin eşitsizliğini katmanlaşan alan ile betimliyor. Sözcüğü yazan parmaklar, adaletin anlam talebini ve harflerin yabancılaşma hissini istemsiz bir şekilde yerine getirmektedir. Adaletin hiç yazılmaması veya telaffuz edilmemesi değil, yazılarak flulaşması ve telaffuz edilmeden duyularak bir hayalet gibi ortalıkta gezinmesi onu var edendir. Adalet, eşitlerin tutkusu ve kaprisidir.

Adalet, eşitlere eşit olduklarını hatırlatan bir düzeneğin hem tematik hem de retorik bir aksıdır. Bu aks hareket ederek ötekiye dair ne kadar politik metafor varsa hepsini üretir. Bu metaforların en popüleri sürekli politik bir ihtiyaca gebe olan şüphesiz eşitlik nosyonudur. Eşitlik, politika için metafordan ibaret bir oluşumun katastrofik bir dil uzantısıdır. Dolayısıyla eşit-olmayanların eşit olmadığını en iyi belirleyen kıstas, eşit olanların mevcut statüsüdür. Eşit olanların eşit olduklarını belirleyen statünün kıstası ise eşit-olmayanlar değildir, aksine tam da adalet nosyonunun bizzat kendisidir. Adalet, eşitlerin statüsünün eşit-olmayanların statüsünde olmadığını ve olmayacağını eşitlere sürekli hatırlatandır. Bu hatırlatma aslında eşit-olmayanlara karşı oluşturulmuş bir retoriktir. Diğer bir ifadeyle, 'eşit-olmayanlar için adalet nosyonu sayesinde elbet bir gün sizler de eşit olacaksınız'ın retoriğidir. Bu bir anlamda Derrida’nın “demokrasi gelecek” söylemine benzeyen içsel hattın zaman dışı kipidir. Adalet, bir sistemin paydaşlarının statüsüne temellük eden oligarşik rejimin sadece bir retoriğidir. Adalet illaki bir gün gelecek, eşit-olmayanların adalete olan bu etik inancı, diğer bir yandan eşit olanların da tutkusuna yol açar ve hakikat şu ki, adaletin hiçbir zaman gelmeyeceği, adalete karşı bitmeyen tutkunun edimidir. Adaletin bir gün gelip tahsis edileceği söylemi, bir potansiyelin varlığına işarettir. Bu potansiyel etik inancı her zaman diri tutarak, zaman nosyonunu ortadan kaldırandır. Belirgin bir zaman diliminin ya da belli bir tarihin hiç olmayışı tutkuyu açığa çıkarır. Tutku, zaman dışı bir hissin izafilik kipidir. Eşit-olmayanların adaletin illaki bir gün bizler için de gelecek inancı, belirsiz ve sonsuz bir zaman açılımıdır. Ötekilerin bu müphem zaman açılımı, tuhaf bir şekilde eşitlerin tutkusunu tetikler. Ötekiler, gelecek o bir güne tutku duyarken, eşitler de ötekilerin bu durumuna tutkuyla bağlanır. Ötekinin tutkusu eşit olanın hazzına dönüşür. Bu tıpkı komünizmin emekçinin adaletine değil de, tutkusuna dönüşmesi gibidir.

Paul Ricoeur adalet ile ilgili şöyle bir noktaya dikkat çekiyor: “Adalet kuramı, diyor Rawls, hakkaniyet ilkesinin 'iyi tartılmış kanılar' üzerine oturmasını ister; yani farklı olabilen, hatta apayrı yönlere gidebilen, ama başkalarıyla sinerji ilişkisi kurmayı kabul eden kanılar... Dolayısıyla, terim dağarımızda 'uzlaşım'ın yerine 'kanı'yı koymayı öneriyorum, tabii söz konusu kanıların, kendilerini o 'iyi tartılmış kanılar' yapan eleştirel sınavdan geçmiş olmaları koşuluyla.”(2) Ricoeur ve Rawls adaleti bir kanı olarak belirtiyorlar. Bana göre ise adalet, eşitlerin statüsünü belirleyen ve eşit-olmayanların kulağına hoş gelen alımlı bir retorikten ibarettir. Ricoeur’ün şerh düştüğü nokta önemlidir. Eğer bir kanıysa da bunun eleştirel bir sınavdan geçmesi gerektiği gerçeğidir. Ricoeur ile hem fikir olduğum diğer bir nokta ise bunun bir uzlaşım nesnesi olmadığıdır. Hayatın her alanında eşitlik ile eşitsizlik arasındaki doğru ölçüyü bulmak her zaman imkânsız olacaktır ancak “âdil bir uzlaşı” söylemi ölçüyü doğru koyduğunu kaçınılmaz olarak her zaman iddia edecektir. Ve bu iddianın temeli üzerinden, demokratik eklentinin -yani toplumun bölünmesinin- önüne geçmek neredeyse imkânsızdır. Herhangi bir uzlaşının sağlanabilmesi için, her zaman anonim (yabancı) bir üçüncü kişiye ihtiyaç vardır. Burada istenilen şey, âdil bir uzlaşı değil, anonim bir uzlaşının şahitliğindeki kanıttır. Üçüncü kişi, bir kanıta başvurulan mekân dışı bir eklentinin tezahürüdür. Oysa tam tersine adalet, kamusal alanda aranılan ve bürokratik mekânda kanıt gereksinimi olmayan güçlü bir söylemin sonucunda şekillenir.

Dolayısıyla sanatçı Berat Işık da video çalışmasıyla adalete olan inancının üst üste defaatle yazarak kaybolmasını amaçlıyor. Kavramın anlamını “katarakt” bir hale getirerek, bu sayede kavramın asıl anlamsızlığını net bir şekilde görmemizi sağlıyor. Ve konuşmanın en başına dönersek şayet, son olarak şunu diyebilirim ki, sanatın ötekileri, piyasanın âdil uzlaşı tutkusunun birer dağıtımıdır.

Notlar:

  1. Suskun Söz, Jacques Ranciére, s.89, Çev. Ayşe Deniz Temiz, Monokl Yayınları
  2. Neden ve Nasıl Düşünürüz? Jean-Pierre Changeux & Paul Ricoeur, s.218, Çev. İsmet Birkan, Metis Yayınları