YAZARLAR

Bülent Arınç: Eşik, mesafe, özgül ağırlık

2012 sonrasında, AKP giderek bir tek adam rejimine dönüşürken tüm bu personalar tasfiye edildi. Parti içerisinde Binali Yıldırım, Tayyip Erdoğan’ın dublörü olarak, Arınç da tasfiye edilmiş partinin olmayan vicdanı olarak iki müstesna isim oldular. Bülent Arınç’ın kendisini konumlandırdığı yer işte tam olarak AKP’nin vicdanı varmışçasına hareket ediyormuş da burayla çatışıyormuş gibi göründüğü boşgösterenlik muhitinde sergilenen bir illüzyon.

Bülent Arınç, 6 Şubat 2023’te yaşanan depremin ardından uzun süredir süren bir başka inzivasını daha bozdu ve önemli bir konuda, iki önemli açıklama yaptı. Bu önemli konu, depremin gerçekleştiği gecenin akşamına kadar hayatımızın birinci gündemi olan, ama depremin bütün ülkeyle birlikte siyasi gündemi de enkaz altında bırakmasının sonucu olarak, ötelenmiş/ertelenmiş olan seçimlerin tarihi meselesiydi. Bu tarih meselesinin bu kadar tarihsel ve önemli bir şey haline gelmiş olmasının sebebi, bu tarihe dayalı başka başka takvimlerin de işliyor oluşuydu. Örneğin Millet İttifakı, seçimin Mayıs ayında yapılacağını varsayarak, 13-14 şubatta adaylarını muhtemelen ilan edeceklerini duyurmuşlardı. Gene bu tarihe bağlı olarak, seçimlerin hangi seçim kanuna uygun olarak yapılacağı (eski kanun/yeni kanun) bir başka önemli tartışma konusuydu ve tüm bunlara bağlı olarak, Tayyip Erdoğan’ın ikinci kez mi yoksa üçüncü kez mi aday olduğu da tartışılmaktaydı.

İktidar, depremin altından hükümeti/devleti çıkarma çabası içindeyken, Bülent Arınç, seçimlerin ertelenmesi gerektiğini, ertelenebileceğini belirterek, Tayyip Erdoğan’a, hükümete ve bir bütün olarak ateş altında olan başkanlık sistemine büyük bir nefeslenme alanı açmış gibi olmuştu. Bu içtihadına, ‘savaş dışında bir mücbir sebep yoktur’ yerinden itirazlar yükselince de, Arınç, “ayet mi var” diyerek çıkışmış ‘bal gibi ertelenir’ diyerek bu ertelemesine tüy dikmiş ve seküler hukuku, teoloji ile bozuma uğratarak, AKP’nin tabanını konsolide ediyormuş gibi görünmüştü.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun SADAT baskınında somutlanmış olan, seçimin iç savaşa dönüştürülmesinden/ertelenmesine ya da en azından hile ile kazanılmasına ilişkin bir sürü senaryo zaten 2015 seçimlerinden beri, Türkiye siyasetinin en spekülatif konularından birisi. Ama bu spekülasyonun şüyu vukuundan beter konumu, Türkiye’deki muhalefet çevrelerini haklı olarak derin endişelere sürüklüyor.

Bülent Arınç gibi, kendi deyimiyle AKP içerisinde özgül ağırlığı olan birisinin böyle bir şeyi dile getirmesi, daha önceki yıllarda benzer zemin etüdü yoklamalarında bulunmuş olması, meseleyi daha da ciddiye alınır kıldı.

Ben kendi adıma, Arınç’ın bu çıkışıyla, hükümetin ve Tayyip Erdoğan’ın tıpkı İmamoğlu yargılanmasında olduğu gibi, uluslararası siyaset ve kamuoyu arasında olursa pilav/olmazsa çorba macerasına giriştiğini düşünmüştüm. Fakat, geçtiğimiz Pazar, bakanlar kurulu toplantısından ‘sızdırılan’ Tayyip Erdoğan’ın Bülent Arınç’a atfen söylediği “ne oluyor buna, kimseye sormadan habire konuşuyor” mealindeki çıkışması ile meselenin sosyal medyada çokça tartışıldığı biçimi, Bülent Arınç’ın Tayyip Erdoğan’a paratoner olduğu ya da onun için zemin etüdü yaptığı yollu yorumları boşa düşürmüş durumda.

Devlet Bahçeli’nin diliyle konuşursak, bu Arınç ne yapmak istemektedir?

Bu çıkışla birlikte, olursa pilav olmazsa çorba yapmak isteyen Arınç olmuştur. Bu çıkışla birlikte, Arınç, Tayyip Erdoğan ve AKP için daha önce yaptıklarına benzer zemin etüdü ve tesfiye yapıyormuş gibi görünürken, aslında, AKP’nin içerisinde artık çoktan unutulmuş olan Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç troykasının üçüncüsü olduğunu hatırlatmayı denemiştir. Zaten Tayyip Erdoğan’ın sızdırılan ‘buna ne oluyor’ çıkışmasının tonunun işaret ettiği yer de, özgül ağırlığa haddini bilme, münzevihanesine dönme çağrısı şeklindedir

***

AKP’nin içerisinde, değişik değişik personalar var(dı). Kemal Unakıtan, Ali Babacan, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Abdüllatif Şener vb... Bunlar belirli düzeyde kendi kendilerine temsiliyet kabiliyeti olan ve yaptıkları işin yanlışlığı doğruluğu bir kenara kendi şahsiyetleri ile anılan isimlerdi. 2012 sonrasında, AKP giderek bir tek adam rejimine dönüşürken tüm bu personalar tasfiye edildi. Parti içerisinde Binali Yıldırım, Tayyip Erdoğan’ın dublörü olarak, Arınç da tasfiye edilmiş partinin olmayan vicdanı olarak iki müstesna isim oldular.

Aslında AKP’nin en son ihtiyaç duyduğu şey, pek çok modern siyasi harekette olduğu gibi, vicdandı, ki zaten, yıllar içinde iyi kötü elini vicdanına koyabilen ya da başka türlü söylersek ellerini kirletmekten duyulan korkuyu vicdan olarak pazarlayan siyasetçiler bir şekilde partiden, saray rejiminden tasfiye edildiler.

Bülent Arınç’ın kendisini konumlandırdığı yer işte tam olarak AKP’nin vicdanı varmışçasına hareket ediyormuş da burayla çatışıyormuş gibi göründüğü boşgösterenlik muhitinde sergilenen bir illüzyon.

Bu performans içerisinde, Bülent Arınç’ın sıklıkla hatırlattığı 12 Eylül mahkemelerinde ülkücüleri savunan avukat olması, 28 Şubat’a ‘direnen’ siyasetçi olması, AKP’nin Milli Görüş çizgisinden koparkenki troykada yer alması, kendisinin herhangi bir ‘yolsuzluk’ hikayesinin olmamış olması onun özgül ağırlığının kaynağı olarak gösterdiği vicdaniliğin de membaı.

Ama bunların tamamı, yani Bülent Arınç tarafından inşaa edilen ya da performe edilen vicdan simülasyonu bir mesafe aracılığı ile inşa ediliyor. Mesleki olarak ülkücülere yakınlık ama siyasi olarak Milli Görüşçülük, ama Milli Görüş’ün Arınç’ın da dahil olduğu bir nostalji sahası olması ama bugünün muhafazakar gerçekliğinin Arınç’ın oğlunun da içinde bulunduğu AKP oluyor olması; ama gene aslında Arınçlar-Kavurmacılar/Yeterler akrabalığında tecessüm ettiği üzere, bu AKP gerçekliğinin cemaat ile devam eden muvazaalı bir akrabalık ilişkisi olmuş olması….

Bunların tamamı AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın yıllardır aşk-nefret ilişkisi içerisinde kendisini varetmeye çalıştığı, sosyo-kültürel yapılar aslında. Bülent Arınç’ın bu yapılara temas eden ilişkileri onun bir anlamda sağ-muhafazakar dünyanın neredeyse tüm kamplarına karşı bir duygu ve aidiyet geliştirmesini sağlarken aynı zamanda bu yapıların gerçekte birbirlerine düşman olmaları, onun tam anlamıyla içeride ya da dışarıda olmasını imkansız kılıyor.

Yani, aslında Arınç tarafından, AKP’ye karşı Arınç’ın mesafesini kuran ve Arınç tarafından sıklıkla vicdana tahvil edilen retorik, aslında vicdani bir mesele olmanın ötesinde, onun sahip olduğu mesleki yetenekler/ilişkiler, sosyo-kültürel arka plan ve nasıl olmuşsa öyle olmaktan başka türlüsüne müsaade etmeyen kişisel ilişkilerin toplamının yarattığı aşılamayan bir eşik.

Bülent Arınç’ın kimi zaman münzeviliğe kimi zaman dünyeviliğe dönük yüzü de, işte bu eşiğin sert, aşılamayan gerçekliği arasında bocalamalardan başka bir şey değil.

Onun bu eşikteliği, ne içeride ne dışarıdalığı, onun kendisini sağ muhafazakar dünyaya bir vicdan olarak takdim etmesini kolaylaştırıyor hatta bu vicdani performans Melih Gökçek gibi ipliği hepten pazara çıkmış kişilere saldırdığında seküler dünyada sempati topluyorsa da, bu performansın vicdan değil, aşılamayan eşik ile ilgili olmasından dolayı, bir türlü sahicileşemiyor.

VİCDANIN YERLİ VE MİLLİ HALE GETİRİLMESİ

Ama bu eşiği vicdan gibi gösteren şeyin, zaman zaman oldukça geniş açısının olmasında, Arınç’ın burayı büyük bir ustalıkla ‘yerli ve milli’ bir alan olarak inşa etmiş olmasının payı büyük. Başörtüsü, kudüs, ülkücülerin avukatlığının itibarı, retorik düzeyde işçiler ve Kürtler…

Arınç’ın eşikteliği yalnızca AKP’nin içinde ya da dışında olmakla, vicdanı yerli ve milli hale getirmesiyle ilgili değil, daha da önemli bir şey var:  Arınç, Türkiye’de sağ-muhafazakar siyasetin yapmaya bayıldığı zeminsizleştirilmiş siyasetin en önemli üstadlarından. Örneğin AKP ile sonuçlanan 28 Şubat süreci büyük oranda ‘bir demokrasi mücadelesi’ söylemi etrafında sürdürüldü. Sonrasında AKP’nin bütün hikayesi, anayasal haklar, yasal haklar ve gene modern dünyanın en temel direği olan insan hakları söylemi etrafında şekillendirildi. Ama yalnızca bu değil, Türkiye’de sağ muhafazakar siyaset, Arınç'ın en son' ayet mi var kardeşim' çıkışında da görülebileceği üzere, dinsel ve kültürel olarak sıkıştığında evrensel hukuka, evrensel hukuk ve alt başlıkları tarafından sıkıştırıldığında da dinsel hukuğa (nas var kardeşim) referans veriyor.[1]

Toparlarsak, Bülent Arınç, kişisel-mesleki-ailevi ilişkileri/özelliklerinin sonucu olarak, ancak AKP’nin eşiğinde/eteğinde konumlanabiliyor ve bu aşılamayan eşik ve mesafe tarafından oluşturulmuş konumlanış bizzat onun tarafından bir vicdan performansı olarak takdim ediliyor. Bunlara ek olarak, onun seküler hukuk ile teoloji arasında simyacılık yapabiliyor olması Bülent Arınç personasının sıklet merkezini oluşturuyor.  

Ama bu özellikler onu asla olmayı arzuladığı biçimiyle bir birinci adam aşamasına getirmiyor, tüm bu özelliklerinden dolayı o hep, dışarıya sesi duyulan içeride sesi dinleniyormuş gibi yapılan, eşikteki müzakereci olarak kalıyor...

***

Gelelim, Tayyip Erdoğan’ın sızdırılan Pazar günkü açıklamasının doğru olma ihtimalini neden varsayılan doğru olarak kabul ettiğimiz meselesine.

Aslında ilk bakışta, Bülent Arınç bu açıklamalarıyla, Tayyip Erdoğan’ın üzerindeki göçüğü kaldırmaya girişmiş gibi görünüyor. Hukukçu kimliği ve teolojiye hakimiyeti ile ayet mi var kardeşim diyerek, içtihat yapıyor. Tayyip Erdoğan’ın muradı da olan (1 yıl verin yıkılan kentleri imar edelim) cümleyi zikrederek, seçimleri 1 yıl ertelemenin mümkün olduğunu söylüyor.

Ama, Bülent Arınç tüm bu tartışmaları yaparken, ister teolojik ister hukuki olsun, ortaya konuşuyormuş gibi yapıyor, yazının başında silsile haline getirilmiş tarih ve takvimlerin tamamının merkezinde olan Tayyip Erdoğan’ın ismini zikretmiyor, onun adaylığı tartışmalarına girmiyor, cümleyi öznesiz kurarak aslında bir yıl sonra ya da bir süre sonra yapılacak seçimlerde kendisini, yani troykanın murad almamış üçüncü parçasını işaret ediyor.

Fakat, Tayyip Erdoğan’ın, Bülent Arınç’a çıkışmasının işaret ettiği asıl önemli şey bence, seçim ertelemesi ile birlikte ortaya çıkacak problemlerin gerçekten hukuki ve siyasi birtakım sonuçları olabileceği ve bunları yara almış tek adam rejiminin bünyesinin göğüslemesinin pek de mümkün olmadığına ilişkin dile gelmemiş farkındalık. 

[1] Bir de bu ayet/hadis meselesi neden hükümetin ve onun etrafındaki rüfekanın çıkarına dokunduğunda gündeme geliyor bunu da anlamak zor. Mesela çalmayın, yalan söylemeyin, tecavüz etmeyin, yetim malını yemeyin, devleti soymayın ile ilgili ayet/hadisler yok mu?


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.