YAZARLAR

İsrail: Ölücü bir devletin organları

1999-2010 yılları arasında, dünyanın değişik yerlerindeki organ simsarları ve organ avcıları İsrail vatandaşları için organ temin ederler ve İsrail vatandaşları da bu organları ya merdiven altı hastanelerde ya da Kosova-Sırbistan, Ukrayna gibi hukuki olarak alacakaranlık kuşağında yer alan mafya devletlerde edinirler ve ödemeler de, bu işlere kendisini vakfetmiş vakıflar aracılığıyla yapılır.

Her devlet öyledir ama İsrail her devletten biraz daha fazla, ölüm ile kurulmuş, kurumsal yapısı da da tümüyle ölü sevici bir nekropolitik üzerine inşa edilmiş bir devlet. Ancak ölümle yaşayabiliyor. 7 Ekim Aksa Tufanı Operasyonu’ndan sonra yaşananlara şöyle bir göz atmak, bunları anlamak, hatırlamak için yeterli olabilir.

Fakat burada, İsrail’in ölücülüğüne nekropolitik bir mevzu olarak değil, biyo-politik bir ticaret olarak değinmek istiyorum.

Günümüz ticari argosunda en çok kullanılan kelimelerden birisi ‘ölücülük’. Bir şeyi en ucuza kapatmak için oluşturulan retorik ve bu retoriği inandırıcı kılmak için kurulan tertibat. Ve bu tertibattan çıkış yolu kalmadığını anlayan, elindeki malı bedavadan biraz daha pahalıya satabileceğini anlayan satıcının idrakına eşlik eden “sen de tam ölücü çıktın” serzenişi.

İsrail’in bu ölücülük meselesini, tam da İsrail ile ticaret gündemde iken hatırlamak önemli. Çünkü İsrail yalnızca militer bir devlet değil, aynı zamanda tüccar bir devlet, her şeyi öldüm parasına getirmeye çalışan bir devlet. O yüzden, bu devlette herhangi bir etik kod, ahlaki temayül yok. Kutsal denilen şeylerin tamamı, başkalarının acıları üzerine kurulmuş olan bir kölelik rejiminin bekasından başka bir şey değil.

Yıl 1999, İsrail Adli Tıp Kurumu Abu Kabir’e, Chen Kugel isminde genç bir patalog atanır. Kugel, bir süre çalıştıktan sonra, kurumdaki bir takım uygulamaların tıp etiği ve temel tıbbi protokollerle uyuşmadığını görür. Otopsi ve disseksiyon uygulamaları sonrası, organlar, dokular, korneal yerlerine yerleştirilmek yerine, mefta yakınlarına haber verilmeden, Adli Tıp kurumunda saklanmak üzere müsadere edilmektedir. Dr. Kugel durumu önce Adli Tıp kurumu ile sonra da devletin ilgili kurumları ile paylaşır. Göstermelik soruşturmaların sonucunda, dosya kapatılır ve elbette Dr. Kugel buradaki görevinden uzaklaştırılır.

Kurumun başındaki Dr. Yehuda Hiss, daha etkili ve yetkili bir isim olarak pozisyonunu güçlendirir ve Adli Tıp kurumunda tam yetkili hale gelir. Dr. Hiss’in pozisyonunu güçlendirerek ‘temizlik’ operasyonundan çıkmasının sebebi, İsrail koşullarında elbette anlaşılabilirdir. Zira, sürekli bir savaş durumundaki İsrail’de doku, kemik, kornea, katı organ ve kimi vücut sıvılarına duyulan ihtiyaç tahmin edilenden daha fazladır. Dahası, İsrail’de, hem tıbbi olarak hem de askeri koşullardan ortaya çıkan organ talebinin giderilmesi için doğru düzgün bir hukuki-tıbbi protokol yoktur.

1970’lerden itibaren bütün dünyada yaygınlaşmaya başlayan beyin ölümü protokolü İsrail’de kabul edilmiş değildir ve tüm bunlara bağlı olarak, beyin ölümü sonrası organ bağışçılığı meselesi de gelişmiş değildir. Ayrıca Yahudi şeriatının hem beyin ölümüne hem de yaşayanların birbirlerine organ vermelerine dönük ciddi muhalefet şerhleri vardır. Tüm bunlar, organ ve doku açığının giderek büyümesine sebep olur. İşte bu noktada Dr. Yehuda Hiss devreye girer ve sorunu İsrail devleti adına çözümler.

Dr. Hiss’in çözümü iki temel güzergahtan oluşmaktadır.

Birincisi, tıbbi olarak organlara ihtiyaç duyanlar, ‘arka kapı’ politikası denilen bir yöntemle, dünyanın değişik yerlerindeki organ simsarları ya da organ avcıları aracılığıyla, dünyanın farklı yerlerinden organa erişecekler, İsrail dışında bir yerlerde (çoğunlukla Kosova ve Sırbistan) nakillerini gerçekleştirecekler ve organ için ödenen para belirli bir rayiç üzerinden, nakil yapılan hastanenin masrafları ise faturalandırılarak ödenecektir. Gayri-meşru bir biçimde, uluslararası hukuktaki boşlukları istismar etmeye dayanan bu sistemde ödemeler, tahmin edileceği üzere bizzat devlet maliyesi üzerinden değil ama devletin ve uluslararası Yahudi lobilerinin desteklediği vakıflar aracılığıyla gerçekleştirilir.  Nakil sonrası tamamlayıcı/destekleyici tıp hizmeti ise gene ilgili raporlar doğrultusunda, İsrail Sağlık Bakanlığı tarafından temin edilecektir.

Bu sistem 1999-2010 yılları arasında mükemmelen çalışır, dünyanın değişik yerlerindeki organ simsarları ve organ avcıları İsrail vatandaşları için organ temin ederler ve İsrail vatandaşları da bu organları ya merdiven altı hastanelerde ya da Kosova-Sırbistan, Ukrayna gibi hukuki olarak alacakaranlık kuşağında yer alan mafya devletlerde edinirler ve ödemeler de, bu işlere kendisini vakfetmiş vakıflar aracılığıyla yapılır.

İsrail’deki organ açığını kapatmanın ikinci yöntemi ise gene Dr. Hiss tarafından geliştirilen ‘sorma, söyleme!’ (don’ ask, don’t say) politikasıdır. İsrail’in organ nakli ve bağışı konusunda uluslararası tıbbi-etik protokollere sadık politikalar geliştirmek yerine işin kolayına kaçarak, konuyu çözmeye çalıştığı politika budur. Dr. Hiss’in öncülüğünde yapılan uygulamalarla, adli tıp kurumunda ve onun periferisinde çalışanlar, ölen ya da ölmek üzere olanların yakınlarına, meftanın ya da hastanın durumu hakkında ayrıntılı bilgiler vermek yerine, gerekli organları aldıktan sonra, hem fiziki hem de post-mortem protokoller bakımından hasta yakınlarını manüple etmeyi tercih ediyorlar.

Örneğin, Dr. Hiss ve ekibi, zihinsel engelli ölümünün ardından kafatasının içindeki beyinleri mutlaka alıyor, sıradan vatandaşların kornealarını alıyor, bazen göz kürelerini de alarak bunun yerine plastik şişelerden yapılmış dış bükey imite gözler koyuyor hatta, büyüklüğüne bakılmadan ilgi çekici bulunan dövmeler yapıldığı yerden kazınarak sökülüyordu. Aynı şekilde uzun kemikler çıkartılıp yerine fırça sapları, iç organların yerine de tuvalet kağıtları yerleştiriliyor. Ultra Ortodoks Yahudilerin durumu anlayıp skandala yol açmalarını engellemek için de, meftanın aşırı kontamine olduğu, kefen/tabutu ile oynanmadan gömülmesi gerektiği yönünde raporlar düzenleyip, durumu idare etmeye çalışıyorlar.

Donald Boström ve N.S.Hughes’in makalelerinde kullandıkları ve "arka kapı politikası" denilen sistemin İsrail devleti tarafından nasıl işletildiğini anlatan şema. 

Daha da iç karartıcı olan ise, İsrail ordusundan kimi önemli paramiliter figürlerin, Dr. Hiss ve ekibi ile organize bir şekilde, organ siparişlerini tedarik edecek şekilde, Filistinli avı düzenlemeleri. Yaralı halde hastaneye getirilen Filistinlilerin, organları boşaltıldıktan sonra, terörist ilan edilmeleri ve bütün gömülme haklarından mahrum bir şekilde, herhangi bir çukura alelade atılmaları.

Tüm bunların yapılmasının elbette toplumsal, siyasi, iktisadi bir karşılığı var. Birincisi, Yahudiler üstün ırk olarak kendilerinin dışında kalan bütün insanlardan alacaklı, ayrıcalıklı insanlar olarak onlara istedikleri her şeyi yapma haklarına sahipler. Bu fikri onlara bin yıllardır öğreten bir ilahiyatları ve bu ilahiyatın etrafında son derece pragmatik bir şekilde kurumsallaşmış bir devletleri var.

Dolayısıyla Dr. Hiss ve ekibinin bu kadavra parçalarını, dokuları ve organları devlet destekli büyük bir ticari organizasyon olarak gerçekleştirdiklerini ve bundan büyük bir itibar-servet edindiklerini söylemeye bile gerek yok.

İsveçli gazeteci Donald Boström ve N.S.Hughes’in bu konu ile ilgili ısrarlı yayınlarının ardından, 2010’larda İsrail devleti tutum değiştirmek zorunda kaldı ve İsrail Adli Tıp Kurumu Abu Kabir’e baskın düzenlendi. Baskında derin dondurucularda saklanmış 8000 (sekiz bin) civarında, uzuv ve doku parçası ele geçirildi.

Sonrasında, İsrail, organ ve doku naklini belirli protokole oturtmaya çalışan İstanbul Sözleşmesi’ne (2012) girse de, Dr. Hiss ve vakıflarının İsrail’in ayrıcalıklı vatandaşları için yaratmış olduğu ayrıcalıklar, hâlâ mumla aranıyor ve sıklıkla da gene gizli-kapaklı işlerde bulunuyor.  Zira, IŞİD’in savaş ağaları dünyaya yalnızca petrol satmadı, ya da Çin totalitarizmi yalnızca ucuz teknoloji demek değil. IŞİD cephe gerisinde dünyanın en büyük organ nakil hastanelerini kurdu, keza Çin’in en büyük gelir kaynaklarından birisi lokomotif olarak organ naklinin yerleştirildiği tıp turizmi. Peki bunların müşterileri kim?

Helal organ arayan Katar-Suud hattı ile organları öldüm fiyatına kapatmak isteyen İsrailliler…


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.