YAZARLAR

İmamoğlu kararı ya da pilav mı çorba mı? 

Altılı Masanın bir gücü olacaksa bu güç 6 tane liderde somutlanan bir yuvarlak masadan değil, pek çok biçimde hakları gaspedilen, sömürülen, öldürülen, işsiz ve geleceksiz bırakılan insanların, sokaktaki sesinden gelir. Elbette ki, Altılı Masa’dan 68 vari bir çıkış beklemiyoruz ama sokağın yasal gücü, sivil itaatsizlik eylemleri, iktidarı zorda bırakacak pek çok araç ve yöntem kullanılarak sessiz milyonların sesi çoğaltılabilir.

PERFECT TENSE

Türklerin, İngilizce’yi öğrenirken yaşadıkları en büyük problemlerden birisi olarak present perfect tense denilen zaman biriminin (İngilizce’nin büyük bir kısmının bu zaman diliminde ifade edildiği) karşılığının Türkçe’de olmaması sayılır. Gerçekten Türkçe’de zaman köşelidir, geçmiş, şimdi, gelecek. Present Perfect tense ise olay olmuş bitmişse bile etkileri süren fiilleri anlatmak için kullanılır; klasik örnek de ‘kolum kırıldı’ (Türkiye’de yen içinde kalır tabii) dır. Türkçe’de malum, geçmiş zamandır ama İngilizce’de kol kırılması, kolunuzdaki alçı çıkana kadar, geçmiş zaman ile değil perfect tense aracılığı ile ifade edilir…

Yani şimdinin içinde genişleyen bir tür geçmiş zaman...

AKP ve saray rejimi bu anlamıyla, bilhassa tarihsel ve politik olarak kendisini sürekli olarak burada yani perfect tense zamanında var ediyor. Bir şeyi yapıyor gibi görünüyor, karar vermiş gibi görünüyor ama yapmaya başladığı şeyi, yolda karşılaştığı zorluklara ya da kolaylaştırıcı etkenlere göre yeniden yapılandırıyor.

Bana göre, İstanbul’a kesilen ceza da aslında böyle bir ceza. Hükümetin bu cezayı keserken, kesinlikle öngördüğü bir sonuç yok, olmasını umduğu, arzuladığı sonuçlar var ve bu beklentilere göre oluşturduğu birtakım hesaplar var.

İmamoğlu’na kesilen ceza ile birlikte onun popülaritesinin artacağına şüphe yok, bu popülaritenin CHP içinde birtakım merkezleri telaşlandıracağı da bir o kadar açık. Daha geniş baktığımızda, İmamoğlu isminin Altılı Masa geriliminde Mansur Yavaş olmasın ama Kılıçdaroğlu da olmasın pazarlığında, en azından İyi Partililer tarafından üzerinde uzlaşılacak isim olduğuna artık şüphe yok.

Haliyle cezai durumun yalnızca İmamoğlu ile Kılıçdaroğlu arasında değil, aynı zamanda Kılıçdaroğlu ve Altılı Masa+İmamoğlu arasında bir gerilimi tetikleyebileceği de açık.

Ama saray İmamoğlu üzerinden Altılı Masa ile Kılıçdaroğlu arasındaki meseleyi germekle kalmıyor, süreci müphemleştirerek saray dışı siyaseti bir tür bul karayı al parayı siyasetine davet ediyor.

Eğer tercih popülerleşmiş bir İmamoğlu’ndan yana olacaksa YSK ve İçişleri Bakanı yargı üzerinden zaten onun kellesini almak üzere bıçaklarını bilediklerini gizlemiyorlar ve buraya da bir ihtiyat şerhi düşmeyi ihmal etmiyorlar.

Kendisinin imaları dışında, hiç kimse tarafından ismi zikredilmemiş olan Kılıçdaroğlu’nun adaylığı, şimdiye kadar yalnızca Devlet Bahçeli (sınıf arkadaşımı gönderin) tarafından dillendirildi ve yalnızca bu durum bile seçilemez tartışmalarının yanında onun adının yanına büyük bir rezerv konulmasına yetti.

Mansur Yavaş’ın, ismine karşı ise sosyalistlerin (son ODTÜ olayları) ve HDP’nin (Yavaş’ın meşhur Kürtlere mi kaldık konuşması) büyük bir ambargosu var.

Kimin kim tarafından desteklendiği değil, kimlerin kimler tarafından, neden desteklenmeyeceğine ya da önünün nasıl kesileceğine ilişkin büyük bir belirginlik var ki, tam da bu alan Türkiye muhalefetinin en büyük karadeliği.

Önümüzdeki dönemde, siyasetin belirsizlik ve müphemlik tarafından belirleneceği açık, ama muhalefet, verilmiş olan ceza da dahil pek çok şeyin belirli hale gelmesini, verili olmasını istiyor ama böyle bir şey en azından önümüzdeki seçimlere kadar hiçbir şekilde mümkün olmayacak.

AKP’nin elbette elinde zamanı perfect tense içine sokma, orada genişletme, zamanı bükme gücü var ve bu güç büyük oranda kuvvetler ayrılığının sona erdirilmiş olması ve hukukun tüm damarlarının tümüyle saraya bağlanmış olmasından ileri geliyor. Dolayısıyla, saray, İmamoğlu’na verilen cezayı kesinleştirebilir, kesinleştirmeyebilir, bir başka aday tercih edildiğinde, ona da nevzuhur bir dava üzerinden bir ceza kesebilir, aday kim olursa olsun ortam 2015’teki gibi terörize edilebilir ki, sarayın iktidarı ilelebet payidar kalsın.

Ne var ki, iktidarın elindeki bu zamana hükmetme gücüne karşılık, muhalefetin elinde de mekâna hükmetme gücü var. Sonuçta Türkiye’de banyo terliğine, çekbas sapına, diş fırçasına (bile olsa) oy vereceğim diyenlerin oyu yüzde 40’ları geçiyor. Buna karşılık, Altılı Masa tüm bu muhalefetin ortak gücünün somutlandığı bir merkez olmaktan ziyade, gerçekten 6 liderden oluşan feodal bir yuvarlak masa hegemonyasındaki ritüellere benzer takıntılarla, güya hakkaniyetli davranmaya çalışıyor dahası bu Altılı'nın içinden bir tür eşitler arasında birinci (primus inter pares) doğurmaya çalışıyor... 

Oysa, Altılı masanın bir gücü olacaksa bu güç 6 tane liderde somutlanan bir yuvarlak masadan değil, pek çok biçimde hakları gaspedilen, sömürülen, öldürülen, işsiz ve geleceksiz bırakılan insanların, sokaktaki sesinden gelir. Elbette ki, bu Altılı Masa’dan 68 vari bir çıkış beklemiyoruz ama sokağın yasal gücü, sivil itaatsizlik eylemleri, iktidarı zorda bırakacak pek çok araç ve yöntem kullanılarak sessiz milyonların sesi çoğaltılabilir.

Bu noktada bir şeyin daha altını çizmek gerekebilir; Altılı Masa'nın HDP ile ilişkisini bir tür aşk-ı memnu şeklinde yaşamak istemesinin sebebi, yalnızca Türkiye siyasetinin geleneksel muhafazakâr-şöven kodları olmayabilir; bunun da ötesinde, HDP yönetimi ile kitlesi arasındaki siyaset yapma ilişkisi, muhtemelen Altılı Masa’nın bileşenleri arasında büyük bir kan uyuşmazlığı yaratıyor.

PİLAV MI ÇORBA MI?

Böyle sonu belirsiz süreçler için, memlekette bir deyim var, ‘pirinç suyunu çekerse pilav, çekmezse çorba olur’ denilir. AKP yönetimi tam olarak bu şekilde oynuyor. Muhalefet ise, bütün koşulların verili hale getirilmesini, kuralların konulmasını ve adil bir oyun olmasını bekliyor.

Yukarıda da söylemeye çalıştığım gibi, böyle bir şey asla olmayacak. Muhalefetin bu belirsizliğe karşı almış olduğu tek önlem, adayını belirsiz tutmak ki, bu belirsizliği aşmanın en azından tek yolu herhalde bu değil.

Tüm bu belirsizlik, gerçekten muhalefet ederek dağıtılabilir. Gerçekten muhalefet etmenin yolu da, modern dünyanın yüzyıllardır biriktirdiği muhalefet etme yöntemlerini korkusuzca kullanmaktan, dahası onları kullanmayı arzulayan büyük kitlelerin önlerinde değil, arkalarında durmaktan geçer.

Dolayısıyla bu pirinç suyunu çekecek mi çekmeyecek mi, bunu iktidarın mutfağı değil, muhalefetin mahareti belirleyecek.


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.