YAZARLAR

Bollywood usulü, tatsız tuzsuz bir remake!

Pek bir orijinallik taşımayan bir takip/cinayet sekansı ve belki izlemesi keyifli ama ‘tur reklamı’ hissi veren bir (Hint) düğün sahnesiyle başlayan "Trendeki Kız" da bir yandan Mira’nın hayatını anlatmaya başlarken bir yandan da ufak zaman atlamalarıyla Nusrat’ın kaybolmasını, polisler tarafından aranmasını anlatıyor. Ancak normalde bu paralel akan hikâyeler birbirlerine enerji katacak ve birbirlerini besleyecekken burada adeta birbirlerini tökezletiyor, yavaşlatıyorlar.

Hollywood sinemasının bazen biraz kıyıda kalmış, sınırlı sayıda izleyiciye ulaşmış Avrupa/Asya filmlerinin ‘remake’ini çekmesi artık sıradan, hatta beklenen bir olay haline geldi. Bu ‘yeniden çevrimler' için ‘korku’ türünde Hollywood genelde (özellikle ‘Ring’ filminden sonra) ‘Uzak Doğu’ sinemasından beslenirken diğer türlerin ‘remakeleri’ çoğu kez Avrupa yapımı filmlerden geldi. Bazen orijinaline neredeyse harfiyen uyulmuş bazen ise ufak dokunuşlarla şekillendirilmiş bu ‘remakeler’ genelde ne yazık ki beklentilerin altında kaldı.

"Trendeki Kız" ise bu yaklaşımı bozan, daha doğrusu ‘tersten başlatan’ bir yapım… Çünkü hatırlanacağı üzere "Trendeki Kız" filmi İngiliz yazar Paula Hawkins’in aynı adlı eserinden uyarlanmış, 2016 yılında yapılmış bir Hollywood filmiydi. Tate Tayler’ın yönetmen koltuğunda oturduğu, ünlü oyuncularla sağlamlaştırılmış kadrosuyla uyarlanan film tam olarak beklentileri karşılamasa da seyirciler tarafından çok da olumsuz bir şekilde karşılanmadı. Bu kadar bilinen bir filmin, belki de dünyada her yıl en fazla film üreten (her yıl binlerce film!) Bollywood sineması tarafından ele alınması ve bunun Netflix kanalınca çok geniş bir seyirci kitlesine sunulması bizce oldukça şaşırtıcı ve beklenmedik bir durum.

Her ne kadar ‘gerilim filmi’ görüntüsü altında Amerikan toplumu analizine de soyunan orijinal filmi, bir Hint sineması yorumu açısından izlemek belli bir merak uyandırsa da bizce ortaya çıkan sonuç son derece vasat, hatta başarısız olmuş gibi duruyor. Bunda kuşkusuz yönetmenin asgari düzeyde çalışması, karakterlerin hiçbir şekilde bizi çekmemesi, hikâyenin çoğu zaman gereksiz tekrarlara, boşluklara düşmesi ve giderek artan bir biçimde ‘gerçekçilik’ sınırlarını zorlayan olay örgüsü gibi birçok sebebi var.

Mira, sevgilisi Shaktar ile evliliğe doğru yol alan, başarılı bir avukat kariyerine sahip genç bir kadındır. Ancak son çalıştığı ceza davasında aldığı tehditler, mahkeme çıkışında uğradığı bir saldırıyla gerçekleşir ve bu durum Mira’nın hem hayatını hem de akıl sağlını çok ciddi bir şekilde sarsar. Saldırı sırasında hamile olduğu bebeğini kaybeden, sonrasında eşinden ayrılan ve işini bırakan Mira, bu boşluğu kendini içkiye vurarak ve kaybettiği hafızasını ‘tamir ederek’ doldurmaya çalışır. Bu esnada Nusrat Johns adlı genç bir hemşire, bir ormanda saldırıya uğramış ve öldürülmüştür. Olay günü yakınlarda olan Mira, baş şüpheli haline gelecektir.

BAĞLANAMAYAN İKİ HİKAYE…

Bir filmin yapısı itibariyle iki öyküyü paralel bir şekilde işlemesine hiçbir itirazımız olamaz… Üstelik söz konusu film eğer ‘psikolojik gerilim’ türüne kayıyorsa, hikâyenin tek bir olaya veya karaktere saplanmaması, senaryonun ‘yan’ yollara açılıp ilerlemesi, hem hikayeyi zenginleştirebilir hem de filmdeki olay örgüsüne ciddi bir dinamizm katabilir. Hatta bazı yönetmenler, bu ‘paralel’ akan hikayeleri birleşip tek bir finale bağlamadan önce senaryonun gövdesinin bazı kilit noktalarına biraz ‘havada kalan’ olaylar, tam açıklanmayan eylemler veya tam işlevini kestiremediğimiz yan karakterler yerleştirir. Film, eğer sağlam bir senaryo omurgasına oturuyorsa bütün bu ‘muallakta’ kalan durumlar finalde yerlerini bulurlar, gerekliliklerini kanıtlarlar hatta belki filmin bütününe bakışımızı bile olumlu yönde değiştirebilirler.

Pek bir orijinallik taşımayan bir takip/cinayet sekansı ve belki izlemesi keyifli ama ‘tur reklamı’ hissi veren bir (Hint) düğün sahnesiyle başlayan "Trendeki Kız" da bir yandan Mira’nın hayatını anlatmaya başlarken bir yandan da ufak zaman atlamalarıyla Nusrat’ın kaybolmasını, polisler tarafından aranmasını anlatıyor. Ancak normalde bu paralel akan hikâyeler birbirlerine enerji katacak ve birbirlerini besleyecekken burada adeta birbirlerini tökezletiyor, yavaşlatıyorlar. Her iki hikâye de sanki kendi sorunlarıyla uğraşıp tutarlı bir finale bağlanmaya çalışırken diğerini tamamen unutuyor ve kendi olay döngüsü içinde kalmaya devam ediyor. Ne zaman ki iki hikâyedeki karakterler birbirlerine ‘dokunmaya’ çalışıyorlar, film adeta onları ‘kendi işlerine’ bakması için hizaya sokuyor, düzeltiyor. Bu tutum, hem senaryoya kapılmamızı hem de karakterlerle yakınlaşmamızı önlüyor.

GEREKSİZ TEKRARLAR…

Zaten birbirine bir türlü bağlanamayan bu iki öykü, bir fire de kendi içlerindeki olay kısırlığından, eylem eksikliğinden veriyor. Örneğin Mira’nın eski mutlu evliliğinin özlemini ve yaşadığı hafıza kaybının sancılarını çektiği sahneler o kadar altı çizilerek ve sonu gelmeyen tekrar sekanslarıyla veriliyor ki sürekli senaryo bir yere gidiyormuş değil, hep aynı ‘başlangıç’ noktasına dönüyormuş hissiyatı yaratıyor. Mira’nın sonu gelmeyen kıskançlık krizleri, bunları sürekli sarhoş olup unutmak istemesi ve eski hayatına dönme gayretleri istenilen dramatik havayı estirmiyor aksine ucuz bir melodrama kayıyormuşuz izlenimini uyandırıyor. Aynı şekilde önce Nusrat’ı, ardından onun katilini arayan polis takımı, daha önce birçok dizi ve filmde görmüş olduğumuz en ‘klişe’ şekilde sunuluyor. Polislerin ipucu arama sekansları, değişik şüpheliler arasında gidip gelmeleri, olay yerinin yakınındaki kamera kayıtlarını incelemeleri sadece bütün suçlama ‘oklarının’ Mira’ya yönelmesine yarayan ancak bunun dışında gerçekten çok tatsız tuzsuz akan sekanslar.

Bütün bunların yanında bu tür filmlerde seyircilerin filme verdiği bir ‘gerçekçilik’ kotası, daha doğrusu ‘gerçekçi olmayanı kabul etme’ kotası vardır. Başka bir deyişle senaryoda olan bazı ‘zorlama’ veya ‘abartılı’ olaylar belli bir düzen içinde akıyorsa ve gerçek bir amaca hizmet ediyorsa kabul edilir veya onlara en azından göz yumulur. Bu filmde bu ‘kota’ daha yarıya gelmeden doluyor ve özellikle son çeyrekte ipin ucu iyice kaçıyor. Son olarak ‘bütün kartların oynandığı’ sürpriz final sekansının da yeterince etkileyici olmadığını ve biraz ‘eklenti’ durduğunu söyleyebiliriz.

Kısaca birçok Hollywood ‘remake’i için yaptığımız yorumu bu Bollywood remake’i için de rahatça söyleyebiliriz: ‘Olmamış!’

 

Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .