YAZARLAR

Bir 'intikam filmi' görüntüsü arkasına saklanan kişisel dram

"The Pig", aslında isminin de işaret ettiği gibi basitliğin cömertliği üzerine bir film. Buna görsellik ve anlatım açısından sürekli 'parmak basan' film, sık sık şehir/kırsal alan tezatlığını sunarak, bu iki alanı çevreleyen yan karakterlerin 'gülünç' hale dönüşen sınırlarını sergiliyor.

Kısa bir süre önce izlediğimiz "Yetenekli Bay Cage" filmi, kariyerinin başında başarılı, daha sonra daha da başarılı olan ancak 2000’li yıllarla inanılmaz bir düşüş (en azından sinemasal açıdan) yaşayan Nicolas Cage’in bir 'kendini sorgulama' ve 'hatalarını kabul etme' sürecini eğlenceli bir aksiyon filmi formatıyla birleştirerek beyazperdeye taşımıştı. Artık seyirci olarak kendisinden umudumuzu kaybettiğimiz yıldız oyuncunun bu beklenmedik ve radikal 'değişimi', Cage’in, en azından bir süre için sadece 'gişe başarısı' hedefleyen vasat filmlere ara verdiğini, ve hızlıca tükettiği kariyerini tekrar ayağa kaldırma gayreti içinde olduğunu gösteriyordu. Bu filmi bir anlamda 'bir uyanış' kıpırtısı gibi görürsek bu hafta gösterime giren "The Pig" filmini de bir 'sil baştan' hamlesi gibi değerlendirebiliriz! (Aslında oyuncunun bu filmden önce direkt olarak DVD’de çıkan "Jui-Jitsu" filminde rol aldığını düşündüğümüzde içimizde bir ufak şüphe oluşmuyor da değil!)

"The Pig" filmi ise belki de Nicolas Cage’in oldukça uzun bir zaman sonra en 'gösterişsiz', en sakin, en 'aksiyonsuz' ama belki de en kişisel ve olgun filmi. Cage, kendisinden özlediğimiz oyunculuk yeteneğini üstelik bu sefer çok başka bir 'uca' taşıyarak, klasik bir 'intikam hikâyesi' olacak 'malzemeyi' içselleştirerek çok farklı bir boyuta taşıyor. "The Pig", hem senaryo hem atmosfer hem de oyunculuk açısından ortalamanın çok üstünde yer alan bir film.

Senaryoya bakacak olursak: Rob, ormanda bir kulübede, 'mantar bulmakta' ona yardımcı olan domuzuyla birlikte yalnız, adeta post-modern bir 'keşiş' gibi yaşayan bir adamdır. Dış dünyayla tek bağlantısı, haftada bir kere ona uğrayıp mantarlarını restoranlara vermek için satın alan Amir’den ibarettir. Bu sabit ve sıradan düzen bir gün birilerinin gece vakti Rob’un kulübesini basıp domuzunu çalmasıyla bozulur. Bu olay sonrasında Rob, çok uzun zamandır uzak durduğu şehir hayatına geri dönüp domuzunu geri almak için elinden geleni yapacaktır.

.


BİR JOHN WICK KESİNLİKLE DEĞİL!

İlk bakışta olayların 'fitilini ateşleyen' aksiyonun, Rob’un domuzunun çalınması olduğunu hesaba katarsak senaryo bir 'intikam' kovalamacası için elverişli gibi duruyor. Çünkü aynen 'John Wick' karakteri gibi Rob da eski hayatına bir sünger çekmiş, çok acı kayıplar yaşamış, bu yeni hayatında en değerli 'yoldaşı' olan bir hayvana zarar gelmesiyle adeta 'geri dönen' yalnız bir adam. Ancak John Wick bu 'dönüşü', ortalığı kana bulayan ciddi bir şiddet ve kan 'senfonisi' eşliğinde yaparken, Rob bunu çok daha az şiddetli, 'yalnız' hayatına uygun bir şekilde ve adeta bir 'ruhsal yolculuk' şeklinde yapıyor. Zaten çok az konuşan, sessiz, aksi tutumu ve asık suratı, adeta sokakta yaşan bir dilenci gibi pis ve 'hırpalanmış' görünüşü hiçbir şekilde değişmiyor ama bu tekrar 'ortaya çıkış', çevresi açısından aynı derecede etkili oluyor.

Rob karakterinin sonuçta bir domuzu bulmak için niye bu kadar ısrarlı ve kararlı olduğunu film ilerledikçe anlıyoruz. Başkarakterin geçmiş hayatında sakladığı sırlar daha doğrusu geçmiş hayatının bütünü ve etkisi yavaş yavaş önümüze geliyor ve bu 'arayışın' sadece bir 'iş hayvanı' arayışından çok daha derin olduğunu kavrıyoruz.

Ancak senaristler Sarnoski (aynı zamanda filmin yönetmeni) ve Vanessa Block 'geçmişi karanlık' kahraman modeline saplanıp kalmıyorlar. Aksine Rob’un ilk bakışta çekimser ve yavaş tavrı, bu kadar zor ve zahmetli bir takibin bu karakter için uygun olmadığını gösteriyor. Ama baş karakterin benzerlerinin aksine kendi 'silahları' var ve bunları kullandığında sadece 'taktiğini' değil, kendisini de açık etmek zorunda kalıyor. Etrafındaki insanları kas kuvvetiyle veya zor kullanarak değil, daha çok duygusal ve ruhsal açıdan tamamen iç dengelerini bozarak alaşağı etmeyi başarıyor.

.


BASİTLİĞİN GÜZELLİĞİ VE CÖMERTLİĞİ

Rob karakterini biraz daha açmamız gerekirse: Kendisini güncel dünyanın bir 'punk’ı' veya dünyasal 'sofistikasyonun' bir düşmanı gibi görebiliriz. Baş kahramanın bu kadar 'karşı' duruşu, ciddi anlamda bir 'büyük şehir' eleştirisi de taşıyor. Her ne kadar kendisi bu 'kaçışı' çok uç noktalarda yaşamış olsa da, bu 'mekaniği bozulmuş' ve sahtelik kokan bir 'sözüm ona' modern şehir hayatından uzak durma çok da tutarsız veya mantık dışı durmuyor.

Örneğin bu göndermelerin en güzel örneklerinden birini Rob ve Amir’in, Portland’da şık bir deniz mahsulleri restoranında oturdukları sekansta görüyoruz: Rob, aşçı şefle (aslında kaçırılan domuzu hakkında bilgi almak için) konuşmak istiyor. Aşçı şef masalarına geliyor ve bir süre sonra Rob’un eskiden çok ünlü ve saygı duyulan bir şef olduğunu anlıyor. (Rob, geçmişte mutfak işinde bir 'üstat' olmuş ve onu zamanında çırağıyken kovmuş!). Ardından sahte bir gülümseme ve gerginlikle (ve tabii ki saygıyla) başarılarından bahsederken Rob, can alıcı ve sağlam cümlelerle bütün bunların 'sahte', geçici ve işin özünü 'ıskalayan' şeyler olduğunu açıklayınca söz konusu aşçı şef aslından ne kadar geride kaldığının ve nasıl gösteriş ve lükse gereğinden fazla değer veren bir dünyada 'sallandığının' farkına varıyor.

"The Pig", aslında isminin de işaret ettiği gibi basitliğin cömertliği üzerine bir film. Buna görsellik ve anlatım açısından sürekli 'parmak basan' film, sık sık şehir/kırsal alan tezatlığını sunarak, bu iki alanı çevreleyen yan karakterlerin 'gülünç' hale dönüşen sınırlarını sergiliyor. Başkarakter Rob’la karşı karşıya gelen, ondan faydalanmaya çalışan kısaca onunla 'uğraşan' her karakter belli noktalarda tıkanıyor, bazen çok büyük bir güce ve paraya sahip olmalarına rağmen 'teslim bayrağını' çekmek zorunda kalıyorlar.

NICOLAS CAGE BİR UÇTAN DİĞER BİR UCA

Boyunu aşan işlere 'bulaşmış' Amir rolünde Alex Wolff ve bahsettiğimiz 'can alıcı' sekansta incelikli bir oyunculuk sergileyen David Knell filme önemli katkılar sağlasalar da oyunculuk açısından 'aslan payı' tabii ki Nicolas Cage’e kalıyor. Tıpkı inişli/çıkışlı kariyerinde olduğu gibi bu kez, kaslı, 'iyilik timsali' gibi duran biraz 'karton' kahraman karakterlerini bir kenara bırakıp çok daha 'kapalı', içe dönük, aksi, iç şeytanları ve üzüntüleriyle boğuşan ama bütün bunlara rağmen çok daha insani ve gerçekçi bir kompozisyon çiziyor. Oynadığı bu rolün kariyeriyle ve hayatıyla bir paralellik taşıması da bizce hayli ilginç bir durum…

İlk uzun metrajını çeken yönetmen Michael Sarnoski, şaşırtıcı derecede filmine ve işaret ettiği konulara hâkim bir tutum sergiliyor. Filmi izledikten sonra anlıyoruz ki 'köşesine çekilmiş' bir karakter kışkırtıldığında, diğer insanları 'ağızlarını burunlarını' kırarak değil, kişisel hikâyesinin insani yönünü göstererek gerçekliğe çağırmayı başarır. Rob’un ve dolayısıyla Nicolas Cage’in yaptığı da tam olarak bu!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .