Besim F. Dellaloğlu: Kültürsüz insan, toplum yoktur

Besim F. Dellaloğlu'nun 'Poetik ve Politik ve Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi' kitabı Timaş Yayınları tarafından yayımlandı. Dellaloğlu ile kitabını, kültür kavramını ve medeniyet için matbaanın önkoşul olmasını konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Besim F. Dellaloğlu, yeni kitabı Poetik ve Politik'te okuru ‘uzun bir devrim'e davet edip zihinsel bir yolculuğa çıkarıyor. Dellaoğlu, İstanbul-Sakarya-Lizbon-Strasbourg hattında şekillenen ‘kültürel çalışmalar ansiklopedisi'nde, kavramlar üzerine arkeolojik kazılar yapıyor ve bu kazılardan günümüz Türkiye'sine dair önemli sonuçlar çıkarıyor.

Besim F. Dellaloğlu ile kültür kavramını ve medeniyet için matbaanın önkoşul olmasını konuştuk.

Kitapta, kültürel çalışmalar alanında düşünmeye başlamak için 28 kavram öneriyorsunuz. Bu başlıkları nasıl seçtiniz? Bu bir başlangıç mı, bu ansiklopedik çalışmanın devamı gelecek mi?

Bu kitapla birçok şeyi birlikte yapmaya çalışıyorum aslında. Bunlardan en azından ikisi şöyle: Bir, Kültürel çalışmalar için asgari bir kavramsal set oluşturmak. İki, bunu Türkiye’nin mevcut dertlerinin tespiti, bunların nedenleri ve olası çözümleriyle ilgili bir çerçeveyle birlikte örmek. Fikir dünyasının en önemli kavramlarından biri olan bağlam, yani context aslında dokumadan devşirilmiş bir metafor. Yani belli dertler için, belli kavramlar, belli disiplinler, hatta belli kurumlar öneriyorum. Ancak bu set elbette mutlak değil. Sizin de fark ettiğiniz gibi gelişmeye açık bir yanı da var. Bunu ben tek başıma kitabı her baskıda biraz daha zenginleştirerek yapabilirim elbette. Ama meseleyi bir bakış tarzının yaygınlaşması, hatta kurumlaşması olarak da görebilmek lazım. Benim kafamda böylesi bir projenin ayrıntıları mevcut. Ancak Türkiye’nin mevcut şartlarında, kısa vadede gerçekleştirebilmek pek mümkün değil. Zaten bu nedenle yapamayınca yazdım.

'Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi' kitabını yazarken kültür kavramından yola çıktığınızı yazıyorsunuz. Kültürü ise antropolojik kültür, müfredat ve maarif olarak üçe ayırıyorsunuz. Sohbetimize temel oluşturması açısından kültür nedir, neden üçe ayırıyorsunuz, kısaca anlatabilir misiniz?

Kitabın yazılma amaçlarından biri zaten temel kavramları kullanmada hâlâ oldukça yüzeysel olduğumuz fikrine dayanıyor. Örneğin eğitimli, donanımlı, diplomalı anlamında “Ne kadar kültürlü insan!” diyebiliyoruz. Ya da “cehaleti”, “bilinçsizliği” ifade etmek için “kültürsüz” gibi bir kavrama başvurabiliyoruz. Oysa kültürsüz insan, toplum yoktur. Cehalet ve bilinçsizlik de yoktur. Bunun farkına varmak için mutlaka kültürel antropolog olmaya gerek yok artık çağımızda. İnsanın büyük ölçüde seçmediği, içine doğduğu, bütün yapıp etmelerini bir şekilde etkileyen geniş bir kümeye antropolojik kültür diyebiliriz. Buna belki asgari kültür, verili kültür de diyebiliriz.

Müfredat dediğim kültür ise Batı’da matbaa, Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma’dan beri gelişen, genişleyen kültürel kamusal alanda toplumun temel “kaynakça”sını oluşturan poetik, estetik, kültürel yapıtlar, performanslar bütünü. Örneğin, matbaayla gündeme gelen Kadim Yunan metinlerin çevrilmesi ve klasikleşmesi; Platonik Akademilerin İtalya’dan itibaren tekrar kurulması; plastik alanların zanaattan sanata doğru evrilmesi; kutsal olan, olmayan bütün metinlerin artık bizatihi yaşayan dillerde erişilebilir hale gelmesi; müminin okuryazarlaşması ve kutsal metinlerin sahiden bir okuma konusu hale gelmesi. Bu gelişimi çok daha detaylı olarak anlatabiliriz elbette. Kitapta bunun ayrıntıları var zaten. Ben burada müfredatı dar anlamıyla yani ulusal zorunlu eğitimde referans alınacak temel yapıtlar anlamında kullanmıyorum. Bir toplumu toplum yapan bütün kültürel ürünleri kastederek kullanıyorum.

Maarif ise aslında hem kültür hem de eğitim anlamına geliyor. Dolayısıyla “Maarif Vekili” tabelası “Milli Eğitim Bakanlığı”nda çok daha geniş spektrumlu bir bakışa işaret ediyor. Bu anlamda kültürün eğitimle değil de turizmle birlikte düşünülmesi benim açımdan tam bir çapsızlığa karşılık geliyor. Ben maarifi Almanların Bildung dedikleri kavramın karşılığı olarak kullanıyorum. Türkiye’de eğitim belki de II. Mahmut’tan beri daha çok meslek ve uzmanlık çerçevesinde düşünülüyor. Onun üzerinden bir Tanzimat, iki Meşrutiyet, bir Cumhuriyet, sayısız darbe ve yeni anayasa gündeme geldi. Ama bu bakış bence hiç değişmedi. Oysa bu maarifin sadece bir yanı olabilir. Bildung yani maarif, kaliteli insan yetiştirme faaliyetidir. Türkiye’nin en önemli genetik açığının burada olduğunu düşünüyorum.

Batı’da müfredat maariften çok önce oluştu. Siyasal kamusal alan kültürel kamusal alanın üzerine kuruldu. Osmanlı’da ise maarif açığı keşfedildiğinde henüz geniş bir kültürel kamusal alan, yani müfredat hazır değildi. Batı’da müfredat ve maarif antropolojik kültürü içererek aştı. Bir tür Aufhebung’dan söz ediyorum. Osmanlı-Türkiye tecrübesinde ise antropolojik kültür tamamen terkedildi ve oldukça araçsal, gündelik ihtiyaçlar odaklı, müfredatı asla yeterince geniş ve derin olmayan eğitim reformlarıyla idare edildi. Örneğin Avrupa aslında medrese modeline göre yapılanmış olan Ortaçağ skolastik üniversitesinden modern üniversiteler çıkarabildi. Osmanlı-Türkiye tecrübesinde medrese antropolojik kültüre bırakıldı. Bu zihniyet hâlâ devam ediyor. Bu ülkenin kaderinde 3,5 yılda bir eğitim reformu yapmak var ve genellikle hepsi kozmetik. Asla esasa dair değil.

Oysa batı tecrübesinde örneğin modernlik, medeniyet gibi kavramlar müfredat ve maarifin antropolojik kültürü içererek aşabilmesinin ürünü. Yüksek kalitede fikir, kavram, yapıt, kurum, marka, patent, knowhow, inovasyon vb. üretebilmek için bu şart. Bunun için ise kültürde süreklilik ve kopuşları çok iyi yönetebilmek gerekir. Bilgiçlikle, kurnazlıkla, hamasetle, acilcilikle, panik atakla bu kadar oluyor.

Kitapta medeniyet ve uygarlık kelimeleri üzerine bizi düşündürüyor, sonra da medeniyet kelimesini tercih ettiğinizi ifade ediyorsunuz. Günümüz Türkçesinde ilk anda aklıma gelen, medeniyet/uygarlık, laik/seküler, kent/şehir gibi aynı kavramı ifade etmek için birbirinin yerine ikame edilen kelimeler var. Kitapta da anlattığınız üzere bu kelimeler farklı kökenlerden geliyor ve dolayısıyla farklı anlamlar barındırıyor. Bu ikiliğin Türkçe düşün ve yazın dünyasına etkisi nedir? Bu ikilik sizce bir zenginlik midir, yoksa yanında anlam karmaşasını da getiriyor mu?

“Medeniyet” kavramını ilk kullanan kişi Tanzimat Fermanı'nı Gülhane Parkı'nda okuyan Mustafa Reşit Paşa’dır. Bence bu asla bir tesadüf değil! Çünkü kavram Osmanlı’ya Batı’dan geliyor. Civilisation’un çevirisi. Bu kelime Arapçada mevcut değil o zamana kadar. Örneğin İbn-i Haldun’un meşhur 'Mukaddime’sinde “medeniyet” değil, “umran” kavramı var. Yani Türkçede Mustafa Reşit Paşa’dan önceye, Fransızcada Mirabeau’dan önceye yönelik olarak medeniyet kavramını kullanmak ciddi bir anakronizm riski içeriyor. Medeniyet’in etimolojisi civilisation ile paralel. Civil, siteli, yani şehirli demek. Medine de şehir anlamına geliyor. Uygarlık ise çok daha yeni kavram.

Poetik ve Politik ve Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi, Besim F. Dellaloğlu, 408 syf., Timaş Yayınları, 2020.

Sözünü ettiğiniz ikilikler ise Türkiye’nin düşünce dünyasının kitapta anlatmaya çalıştığım anlamda kanonik bir mimariye sahip olmamasından kaynaklanıyor. Belli bir konuda aynı kavramları, kurumları kullanarak da farklılaşılabilir. Ama burası TÜSİAD ve MÜSİAD ülkesi! Kanonik bir bilince sahip olmakla, geniş bir kültürel kamusal alana sahip olmak arasında bir ilişki var. Her biri diğerini kışkırtıyor. Osmanlı-Türkiye tecrübesinde ise daha çok benim “mahalli” dediğim bir yapılanma var. Her mahalle kendi kelimelerini, kendi şiirlerini, kendi romanlarını üretiyor. Ama özellikle 1980’lerden sonra artık buna “paralel kamular” denebileceğini düşünüyorum. Kültürel alanın sektörleşmesi geniş bir ortak kamusal alan üretmeye yetmeyince “mahalle”den “paralel kamular”a geçmek gerekebiliyor kavramsal olarak.

Toplumu da örneğin birey gibi bir birim olarak tahayyül edersek, zihninin yarısının diğer yarısıyla pek irtibatı olmaması gibi düşünebiliriz durumu. Çok geniş anlamda üretimsizliğin, verimsizliğin, katma değer eksikliğinin bir nedenini de burada aramak lazım. Benim uygarlık yerine medeniyet kavramını tercih etmem ise, bu kelimelerin ima ettiği ideolojik pozisyonlardan birini tercih etmemden kaynaklanmıyor. Tam tersine medeniyet’in çevirisi olduğu civilisation’u daha iyi temsil etme kapasitesinden dolayı ve belli bir entelektüel alanda sürekliliği, kapsayıcılığı sağlayabilmek için eski olan kelimeyi tercih ediyorum. Ya da alana dair olarak uygarlık bana medeniyet’ten daha fazla bir zenginlik sunmuyor. Aynı nedenle uzam yerine mekan’ı tercih ediyorum örneğin.

Füsun Üstel’den yola çıkarak, “Eğitim her zaman itaatle ilişkilidir ama bu da bir paradoks üretir. Çünkü genellikle toplumun kalitesini artıran “uysal yurttaş”, “makbul vatandaş değildir”, 1968 aslında biraz da bunun sonudur” diyorsunuz. Bu kısım beni çok düşündürdü, biraz açabilir misiniz? Kitabın “Halk” bölümünde ise, zorunlu eğitim, zorunlu askerlik ve inşa edilen yolları tektipleştirmenin aracı olarak ortaya koyuyorsunuz. Kitapta anlattığınız gibi, eğitimi “devletin kültüre müdahale aracı” olarak kabul edip Terry Eagleton’ın “Kültür siyasetin panzehiridir” sözünden yola çıkarak sormak isterim: Bir müdahale aracı olan eğitimin panzehiri sizce nedir?

İki şeyi birbirinden ayırt etmek gerek. Cemaatlerden cemiyete, diyalektlerden dile, feodal prensliklerden ulus-devlete, mahalle pazarlarından ulusal pazara geçerken belli bir kültürel tekbiçimleşme şart. Ben kitapta bunun öncelikle poetik, kültürel bir inşa süreci olduğunu söylüyorum. Örneğin İtalya 1860’larda kurulduğunda nüfusun sadece yüzde 2,5’i bugünkü İtalyancayı konuşuyordu. Gerisi Dante, zorunlu askerlik, zorunlu eğitim, önce radyoda sonra televizyonda ajans haberleridir! Bir anlamda öncelikle kulağın eğitilmesi! Bu noktada geniş anlamıyla kültürün toplumu yeniden inşa etmesinden söz ediyoruz. Birey, yurttaş bu açıdan bir hasıla, ürün.

Ama olay sadece bu değil. Aynı zamanda kendileri de birer kültürel hasıla olan bireylerin, yurttaşların sadece “makbul” olmaları toplam kaliteyi arttırmaya yetmeyebiliyor. Daha önce sözünü ettiğim anlamda fikirleri, kavramları, kurumları, yapıtları, markaları, patentleri üretebilmek için çeşitliliğe, farklılaşmaya, çoğulluğa da fırsat verebilmek gerekiyor. Yaratıcılığın artması için bunlar asgari koşullar. Yaratamayan, kuramayan, inşa edemeyen bireylerden oluşan topluluklar kendilerini bir toplum olarak yeniden ve yeniden daha üst bir seviyede üretemezler.

Schiller’in o meşhur metninden, yani 'İnsanın Estetik Eğitimi İçin Mektuplar'dan beri Bildung anlamında bu ikisinin bir arada olması mümkün. Hatta bir şart. Toplum ve birey birbirlerine alternatif süreçler değil. Tam tersine aynı tencerede pişiyorlar.

Medeniyet için matbaanın önkoşul olduğunu, matbaa sayesinde Batı’da beş yüzyıldır aynı kitapları okuyan kuşaklar olduğunu, üniform bir medeniyetin de bu şekilde oluştuğunu anlatıyorsunuz. Hemen ardından da Tanpınar’ın “Kuşaklar boyunca birlikte okuduğumuz beş kitap yok” cümlesini alıntılıyorsunuz. Kitapta açıkladığınız üzere, Türkiye’de klasik ve kanon olmamasının nedeni yalnızca matbaanın “geç” gelmesi midir? Alfabe değişikliğinin bunda bir payı olabilir mi? Ve asıl sormak istediğim, yazılı olmasa da sözlü aktarımla bize ulaşan Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Yunus Emre yani halk şiirini klasik ya da kanon sayamaz mıyız?

Evet haklısınız. Ben kitapta matbaayı çok fazla öne çıkarıyorum. Ancak bu sadece benim kişisel tercihim değil. Özellikle 1980’lerden sonra ilgili literatürde oldukça hâkim bir eğilim bu. Matbaa, Avrupa’da oluşan kültürel kamusal alanın oluşmasında ve bunun kanonik bir biçimde yapılanmasında en önemli etkenlerden biri. Manuel bir mekanizma olarak artık ilkel denebilecek Gutenberg matbaası elyazmasına göre 1/200 düzeyinde hız kazandırıyor yazılı/basılı sayfa üretiminde. Ama burada bir zihniyet dönüşümünün de altını çizmek gerekiyor. Rönesans ile bir vahiy dinine inanan müminler yaklaşık 2000 yıl önce yaşamış bazı paganların şiirleri, tragedyaları, felsefe metinlerini baş tacı yapıyorlar. Belki de esas devrim bu. Matbaa sadece bunu aracı, aleti, makinesi.

Alfabe değişikliğinin mutlaka tedavi edilmesi gereken bir travmayı da içerdiğini ben yıllardır söylüyorum. Alfabenin, daha önce sözünü ettiğimiz kelimelerin politikleşmesinin ardında biraz da bu yatıyor. Ancak Osmanlı-Türkiye tecrübesinde kültürel kamusal alanın darlığını ve kanonik bilincin gelişmemişliğini sadece buna bağlamak doğru değil. Hatta tek sorun matbaanın gecikmişliği de değil. 1720’lerin Müteferrika matbaası sonuç olarak ticari bir kurumdu ve iflas etti. Yani o matbaanın ürettiği kitapları satın alarak kurumu ayakta tutacak bir kültürel kamu mevcut değildi Osmanlı’da. Zihniyet ve alet ancak bir arada olduklarında birbirlerine fayda sağlayabiliyorlar.

Kitapta okuduğumdan beri aklımdan çıkmayan bir soruyu size yöneltmek isterim, “Niye hala Mimar Sinan gibi cami yapıyoruz?”

Yıllar önce bir makale yazmıştım. Başlığı şöyleydi: “Kriter, Kritik, Kriz: Dünyalı Bir Kültür-Sanatın İmkânları”. Bunun nedenlerini orada daha ayrıntılı bir biçimde açıklamıştım. 'Poetik ve Politik' kitabında sadece değindim. Bu yazı 'Zamanın İçinden Zamanın Dışından' kitabında yer alıyor. Meraklıları oradan okuyabilirler. Ama sorunuz hakikaten çok stratejik. Bu açmazın aşılması durumunda örneğin Türkiye’de Doğu/Batı, yerel/evrensel, kültür/medeniyet gibi gerilimler geride kalacaktır. Ama sorunuzu giderek daha fazla insanın sorması bile bu konuda farkındalığın artmaya başladığı şeklinde yorumlayabiliriz.

Ancak şu kadarını söyleyeyim. Aklı başında olduğunu iddia eden herkese küçük bir tavsiyem var: Boş vakitlerinde bir gün Sultanahmet’e gitsinler ve Ayasofya ile Sultanahmet Camii arasındaki banklara otursunlar. Ellerindeki akıllı telefondan bu iki tapınağın tarihiyle ilgili asgari malumatı okurken, kafalarını bir Ayasofya’ya bir Sultanahmet’e çevirsinler. Bunun sağlayacağı asgari idrak sıçraması hem sizin sorunuzun anlamını kavramaya hem de aslında Türkiye’nin birçok meselesinin çözümüne destek verecektir.

Adı Poetik ile başlayan kitabınız hakkında son soruyu şiir üzerinden yöneltmek isterim. Kitabın “Uzun Devrim” bölümünde, Turgut Uyar’ı alıntılıyorsunuz ve “Sanırım Cumhuriyet’in iktidarıyla, muhalefetiyle bir bütün olarak, istikrarlı bir şekilde başaramadığı tam da Turgut Uyar’ın söyledikleridir. İkinci Yeni asla sadece bir şiir değildir. Uzun bir devrime ilmihal arayanlara duyurulur” diyorsunuz. Sizin için nedir İkinci Yeni ve Turgut Uyar’ın önemi? Biraz bunun üzerine konuşabilir miyiz?

Bence çok önemli bir noktaya temas etmişsiniz. Poiesis, yapmak, kurmak, inşa etmekten geliyor Yunancada. Belki de bu nedenle İkinci Yeniciler “şiir yazmak”tan çok “şiir yapmak”tan söz ederler. Aynı şekilde “sivil şiir”den de bahsederler. İkinci Yeni sadece bir sivil şiir değildir. Aynı zamanda sivil fikir, sivil düşünce, sivil zihniyettir. Birçoklarına apolitik gözükmesinin nedeni, Türkiye’de kültürel kamusal alanın feodal kaleler şeklinde yapılaşmasından ileri gelir. Bazıları kızacak belki ama Nazım Hikmet ve Necip Fazıl politiktir ama sivil değildir. İkinci Yeni ise hem politiktir hem sivildir. Ancak onlar için politik olanın anlamı diğerlerinin politik olana yükledikleri anlamla aynı değildir. Bence İkinci Yeni, Türkçeden, Türkiye’den dünyaya önerilmiş en kaliteli şeydir. Henüz hiçbir alanda bir eş değeri yoktur. Bir ethos, bir hareket, bir gelenek, bir kurum özellikleri göstermelerini de ayrıca önemsiyorum.