YAZARLAR

'Başkalarının acısına' bakarken

Susan Sontag'ın, 'Başkalarının Acısına Bakmak' kitabı, Osman Akınhay çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlandı.

Savaşın, felaketin ve acının yaşamlarımızdan eksik olmadığı bir çağda yaşıyoruz. Bu durum bizi sürekli olarak dehşet anlarına ve görüntülerine maruz kalıp, hiçbir şey yapamadığımız bir seyircilik durumuna itiyor. Böylece, sürekli "başkasının acısına" bakan konumda varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Ayrıca, bu konum bizi uzundur farklı şekillerde tartışılan etik bir meseleyle de karşı karşıya bırakıyor çünkü bakmadan geçtiğimiz, göz ucuyla dokunduğumuz veya derinlemesine incelediğimiz felaket görüntülerine karşı takınılan tavrın politik bir anlamı var. Bu bazen hiç istemesek bile başkasının trajedisi olan bir meseleye yaklaşırken, olayın öznesini gösteriye malzeme etmeye, onun için merhamet dilenmeye veya dijital çağ şartlarında neo-liberal performansın bir parçası olmaya itebiliyor.

Ama hatırlamak gerekiyor ki başkasının başına gelen, her ne kadar gösteriye eklendiğinde sorun yaratıyorsa, her şeyin olabildiğince görünür olduğu bu çağda bile görünmezleştirilen acı ve felaket durumlarıyla karşılaşabiliyoruz. Bu nedenle meseleyi sadece gösteriye eklenen parçalar olarak ele almak, sorunun bazı bölümlerini gözden kaçırmaya sebep olabilir. Çünkü yaşadığımız dünyada bazı acıları göze soksanız bile durdurulması için harekete geçilmeyebiliyor, böyle durumlarda başkasının başına geleni göstermek de zorunlu hale geliyor ve konu çetrefilli bir boyuta taşınıyor çünkü kimin acısının gösterildiğinin veya görünmezleştirildiğinin de politik ve etik bir sorun olduğunu fark ediyoruz.

Bu açıdan, başkalarının başına gelen karşısında nasıl konum alınacağı konusunda etik bir perspektiften bakan Susan Sontag'ın, 'Başkalarının Acısına Bakmak'ı, yaşadığımız zamanda kendini güncelleyen ve bugünlerde tekrar anılması gereken bir metin bana kalırsa. Çünkü Sontag’ın genellikle savaş fotoğrafları üzerinden sorunsallaştırdığı konu, dijital bir çağda yaşarken çok daha geniş anlamlarda düşünebileceğimiz, tartışmasını geliştirebileceğimiz bir yan içeriyor.

'BİZ'İN GÜVENİLMEZ OLDUĞU DURUMLAR

Sontag’ın metni, Woolf’un 'Three Guineas' (Üç Gine) metniyle açılır. Yazarın bu kitabı İspanya’daki faşist ayaklanmanın yayılarak ilerlediği bir dönemde basılmıştır ve yazar metni, kendisine seçkin bir avukattan gönderildiği söylenen mektuptaki, "Sizce savaşı nasıl önleriz?" sorusuna cevaben yazar. Woolf bu metinde, öncelikle kadın ve erkek açısından bir fark ortaya koyar çünkü ona göre savaşı "erkekler yapardı" ki militarizm ve erkeklik bağlantısıyla düşününce haklı olduğunu söyleyebiliriz.

Burada Sontag’ın dikkatini yoğunlaştırdığı şeylerden biri, Woolf’un metinde o an baktığını söylediği savaş fotoğraflarıdır. Bu fotoğraflarda her şey çırılçıplak tartışmaya yer vermeyecek kadar ortadadır. "Dehşet ve tiksintiyle" baktığı acı fotoğrafları için avukata, "Siz, bayım, o fotoğraflara 'dehşet ve tiksintiyle' bakın. Onları gördüğünüzde biz de aynı şeyi söyleyelim… Siz diyorsunuz ki savaş uğursuzluktur barbarlıktır, savaş ne pahasına olursa olsun durdurulmalıdır. Biz de sizin seçtiğiniz sözcüklerle tekrarlıyoruz…" Woolf bu cümlelerde, kadın-erkek olarak kurduğu farkı bir kenara bırakarak bir "biz" dili kullanır, fotoğraflardaki acı çırılçıplaktır ve sonuçta sonraki kısımlarda vurgulandığı gibi üst sınıftan, entelektüel insanların savaşı lanetlemesi gerekir, "biz"in asıl gönderisi de bu konumdur bir bakıma.

Ama Sontag’ın ifade ettiği gibi, "Konu başkalarının acılarına bakmak olduğu zaman, 'biz' asla cepte keklik sayılmamalıdır." Sonuçta, özellikle egemen "biz"in kapsadıkları ve dışarıda bıraktıkları vardır, savaş durumunda bu öznel bir bakışa sebep olabilir. Böyle bir anda ölünün kimin tarafından olduğu bilgisi önem kazanır. Tabii bu da genel bir durum değildir bana kalırsa, bazı durumlarda felaketin kimin başına geldiği ve ona politik açıdan kimlerin sahip çıktığı, etik olarak bir tarafın yanında yer almayı gerektirebilir. Ancak burada kitabın ekseninden ve özellikle fotoğraflar üzerinden meseleye baktığımızda karşılaşılan sorunlardan bahsediyoruz çünkü konu özellikle savaş fotoğrafları olduğunda meselenin çok farklı katmanlarıyla karşılaşıyoruz.

Başkalarının Acısına Bakmak, Susan Sontag, Çevirmen: Osman Akınhay, 136 syf., Can Yayınları, 2023.

Zira bu fotoğraflar, politik olarak manipüle edilebildiği gibi hakikati bükme işlevi görebiliyor. Metnin şu örneğine bu açıdan yaklaşabiliriz: "Balkan Savaşları’nın ilk aşamalarında Sırplar'la Hırvatlar savaşırken, bir köyün topa tutulmasıyla öldürülen aynı çocukların fotoğrafları hem Sırpların hem de Hırvatların propaganda dosyaları içinde yer almıştır. Yazısını değiştirirseniz, çocukların ölümü kolaylıkla yeniden ve yeniden kullanılabilme özelliğine sahiptir." Böyle durumlarda fotoğrafın "kullanılabilir" bir yazı ekleyerek tanımlanabilir olması sorundur çünkü artık konu kurban değil, onun işlevidir. Savaş fotoğraflarının kullanımı zor bir mesele, sanırım burada gözden kaçmaması gereken, dolaşıma girmiş fotoğraf anlarını, kimin ne açıdan araçsallaştırabileceği sorusunu akılda tutmak. Çünkü acı içerikli bir fotoğraf, çağımızda çok daha fazlası anlamına gelebiliyor; bazen bilerek yayılıp savaşa bahane olabilirken bazen de trajedinin en keskin biçimini de gösterse yokmuş gibi davranılabiliyor.

'TAM DA O ANDA'

Sontag kitapta, savaş muhabirliğini tarihsel bir çerçevede ele alır ve onun nasıl savaşın ayrılmaz bir parçası haline geldiğini ortaya koyar. Ancak bu metnin asıl meselesi bana kalırsa konunun etik boyutu. Düşünüre göre, "Artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sükunet içinde seyredilip dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır." Sontag’ın bu tespiti gazete ve televizyonu imler. Yaşadığımız çağa bakınca, savaş görüntüleri adeta bedenimizin bir parçası haline geldi; cep telefonlarıyla, yanımızda taşıdığımız bir şeye dönüştü. Önceden gazetelerde ve televizyon haber bültenlerinde neyin yer alıp alamayacağı bu araçların yöneticilerine bağlıydı, şimdilerde ise algoritmalara bağlı. Farklı dönemlerden söz ediliyormuş gibi görünse bile fotoğrafların ve teknolojilerin kullanımlarının başkası tarafından belirlendiği ve pek de masum olmadığı bir durumdan söz ediyoruz. Bu nedenle hâlâ Sontag’ın şu cümlelerinin yerinde olduğunu söylemek gerekir: "Başlarından savaş deneyimi geçmemiş insanların savaşı kavrayış biçimleri, şimdilerde esasen bu görüntülerin etkisiyle belirlenir."

Onun bu görüntüler olarak bahsettiği Vietnam Savaşı görüntüleridir ki bunların görünür olması kendi döneminde Vietnam Savaşı’na karşı tepkinin artmasında işlevsel olmuştur. Zaten bu görüntülerin, fotoğrafların, şimdilerde videoların yapabileceği tek şey savaşı, felaketi, acıyı durdurabilme umududur ama bu işlev Sontag’ın ifadesiyle söylersek "tam da o anda" yapılabiliyorsa anlamlıdır.

GERÇEKLİĞE YÖNELİK TALEPLER

"Kameralar çağında gerçekliğe yönelik yeni talepler söz konusudur. Gerçek olan şeyin yeterince korkutucu olmayabileceği düşünülürse, bu izlenimin pekiştirilmesi, hatta daha inandırıcı biçimde yeniden kurgulanması gerekebilir." Sontag’ın bu bahsi de epey güncel bana kalırsa, mesela, 6 Şubat depremleri ve sonrası yaşadığımız acı anlarında bunun çok fazla örneğine rastladık. Yaşanan yeterince olumsuz ve acı değilmiş gibi görüntülere eklenen efektler, şarkılar, fotoğraflara iliştirilmiş acıklı cümleler, tüm bunlar "başkalarının acısına bakarken" onu daha da trajik hale getirerek kurgulayan ve aslında Byung-Chul Han’ın bahsettiği anlamda "performansa" dönüşen bir yan taşıyordu ve acıyı gösteriye ekliyordu. Sontag’ın da metinde bahsettiği fotoğrafların "düzenlenebilir" olması da bu konu içinde değerlendirilebilir çünkü "düzenleme" şimdilerde estetik hale getirmenin bir yöntemi ve bu acıya, felakete, savaşa bakarken, onu yaşayan özneyi değil bir fotoğrafı veya onu çekeni öne çıkararak bizi görmemiz gerekenin dışına itebiliyor.

Gerçekliğe yönelik talepler bununla sınırlı kalmaz Sontag’ın belirttiği gibi, "Görüntüler çok korkunç olabilir ve (gerektiği ölçüde perdelenmeden kendi ölülerimizi gösteren fotoğraflarda olduğu gibi) kamu çıkarları ya da yurtseverlik adına basılması ya da yayımlanmasının engellenmesi gerekebilir." Konu, savaş, felaket ve acı olduğunda fotoğrafların kullanımı iktidarlar tarafından işlevselleştirilir. Bir savaşın korkunç görüntüleri iç siyaset açısından sorun yaratacaksa gizlenebilir veya tam tersine sizin için yaşamını feda eden askerler anlatısı olarak servis edilip militarizmi besleyebilir. Bu nedenle savaş fotoğrafçılığı, metinde de bahsedildiği gibi özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren sansürün de konusu olur çünkü söz ettiğimiz gibi, Vietnam Savaşı’nda fotoğraf iç siyasette "savaşın eleştirisi"ne dönüşür bu da haliyle devletleri, halklara neyi gösterip göstermemeyi seçmeleri konusunda önlem almaya iter.

SÖMÜRGECİNİN TEŞHİRCİ BAKIŞI

"Başkalarının acısına bakma" meselesini fotoğraflar üzerinden tartışmanın can alıcı yanı bana kalırsa, gösterilecek ve gösterilmeyecek olanın belirlenmesi kadar fotoğrafa yönelen bakışın kime dönük olduğu.

"Savaşın geçtiği yer ne kadar uzak ya da egzotik olursa, ölüleri ve ölmekte olan kişileri tam cepheden gösteren fotoğraflara sahip olma ihtimalimiz de o ölçüde artar" diyor Sontag. "Uzak, egzotik beden" kendi başına bir şey söyler bize, sömürgeciliğin tarihinde seyirlik olanın imgesidir bu. Bu nedenle "sömürülene" dönük bakış bir yandan o uzakta sürüp giden vahşete bakışı simgelerken, diğer taraftan sömürgecinin yoksullaştırdığı, köleleştirdiği bedeni nasıl şeyleştirdiğinin yansıması olur ve bu bana kalırsa politik anlamda şimdiye eklenen yanıyla çok şeye işaret ediyor. Sontag ayrıca şuna dikkat çekiyor, "Genel olarak bakıldığında, yayın organlarında çıkan fotoğraflarda gösterilen feci biçimde sakatlanıp yaralanmış bedenler Asyalılara ya da Afrikalılara aittir. Bu gazetecilik adeti, egzotik (yani sömürgeleştirilmiş) insanları çekinmeden teşhir etmeyi matah belleyen kökü yüzyıllara dayalı bir pratiğin mirasıdır." Sömürgeleştirilmiş beden; sömürgeleştirilmiş toprak, el koyulmuş maden, kökünden sökülüp meyvesi toplanmış ağaçla aynı anlamı ifade eder çünkü onun sadece yaşamını sürdürdüğü araçlara değil, bedeninin varlığına, kendi oluş biçimine de el koyulmuştur. Bu nedenle onun fotoğrafında gösterilen, sömürgecinin gasp etme pratiğinin teşhiridir ki tarihsel kökleri çok derin bir meseledir.

Bu konuda yine Sontag’a dönersek, sonrasında kurduğu cümlelerde bunu daha net görebiliriz: "Nitekim Afrikalılar ve uzak Asya ülkelerinin sakinleri 16. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına değin Londra, Paris ve diğer Avrupa başkentlerinde açılan etnolojik sergilerde, hayvanat bahçesi hayvanları gibi teşhir edilmiştir." Şunu söyleyebiliriz ki sömürgeci pratikte fotoğraf, varlığına el koyulmuş bedene ölü veya diri fark etmeksizin teşhirci bir bakışı imler çünkü "ötekiler, düşman sayılmadıklarında bile, aynı zamanda (bizim gibi) bakan kişiler değil, yalnızca (kendilerine) bakılacak kişiler sayılırlar." Vurgulamak gerekirse bu bakış, herhangi bir nesneye bakışla benzer anlam taşır ve kökleri bahsedilen "etnolojik sergiler"den şimdiye kadar uzanır.

Susan Sontag’ın klasik metni 'Başkalarının Acısına Bakmak', yaşadığımız zamanda kendisini güncelleyerek kitabı farklı şekillerde düşünmemizi sağlıyor ve bu açıdan önemini koruyor. Düşünür, metnin sonlarında yer yer felaket içerikli fotoğrafların, "insan kötücüllüğü"nü, onun "sapkın yanlarını" görmeyi sağlayabileceğini veya "vahşet kareleri hayatımızda hayalet gibi etrafımızda dolaşırken" bu görüntülerin, "insanların şevkle, kendilerini haklı ve üstün görerek yapabilecekleri, yapmaya gönüllü olabilecekleri şeyin resmi" olarak değerlendirilebileceğini söylüyor. Ancak bana kalırsa baştan beri bahsettiklerimizi de düşünürsek, tüm bu meselenin, insan türünün doğasından çok savaşı besleyen devletlerle, politikalarla, neyin görünür neyin görünmez olduğunu belirleyen iktidar biçimleriyle ilişkili olduğunu düşünmek yerinde olur. Çünkü "başkalarının acısına" fotoğraflarla veya başka araçlarla bakarken hem o bakışın yönünün hem de fotoğraflanan vahşetin, insanın doğal durumundan çok onun kültürel, ideolojik, politik çerçevesiyle belirlendiğini kitap boyunca görebiliyoruz.


Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.