Aylin Kuryel: Sansür, cesur ve alaycı bir belgeselci kuşağı ortaya çıkarıyor

Aylin Kuryel ile belgesel sinemayı konuştuk. Kuryel, "Belgeseller acil ve yakıcı politik mevzularla daha anında ve doğrudan ilişki kurabildiği için daha kolay gelebiliyor hedef tahtası haline" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji Bölümü’nü bitirdikten sonra, Amsterdam Üniversitesi Kültürel Analiz Bölümü’nde master ve doktorasını tamamlayan Aylin Kuryel, doktora tezinde milliyetçilik ve imaj politikaları üzerine çalışır. Şu anda aynı bölümde ders veren Kuryel, yine Amsterdam’da sanat okullarında da dışarıdan ders vermeye devam ediyor. Bir yandan da belgesel yapan Kuryel, kendi deyimiyle "Akademi ve sinema, İstanbul ile Amsterdam arasında mekik dokuyor."

"Tabu", "Saç Boyama 45 Dakika", "Baştan Başa" ve "CemileSezgin" gibi belgeselleriyle çeşitli festivallerden ödül alan Kuryel ile belgesel sinema anlayışı üzerine konuştuk.

Aylin Kuryel

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Belgesel kayıt altına aldığı durumun parçasıdır da aynı zamanda. Parçası olduğu gerçekliği şekillendirebilir, eğip bükebilir, en önemlisi de yorumlar. Yani kameranın açıldığı andan, filmin kurgu sürecinin sonuna kadar devam eden bir gerçekliği yorumlama, çerçeveleme süreci var aslında. Bu anlamda kurmaca ile farkının çok büyük olmadığını düşünüyorum. Her tür üretim biçiminde bir hikâye anlatıcılığı var sonuçta. Belgeselin benim için belki de daha ilham verici diyebileceğim bir tarafı ise bu hikâye anlatıcılığının kolektif yönü. Sürprizlere ve beklenmedik karşılaşmalara açık bir süreç belgesel yapımı. Hem siz başkalarının hayal gücünü tetikleyebiliyorsunuz, hem de dâhil olan diğer kişiler hikâyeye, kameraya yön verebiliyor. Elbette çok farklı formları var belgesel türünün; başlangıç noktasının bir kişi, olmuş bitmiş bir durum, politik bir aciliyet vs. olmasına göre değişkenlik gösteren bir süreç. Fakat zihinde beliren fikrin zaman içinde ve belgesele dahil olanlar tarafından şekillenebilmesini ve anlatıda sapılabilecek farklı yönlere sadık kalmaya çalışan bir kurgu serüvenini heyecan verici buluyorum.

Bir de belgesel, özellikle de kısa metraj ve düşük veya bütçesiz formlarda denemelere daha açık bir alan. Tabii belgeselci olarak geçinmenin zorluğunu bu söylediğimin yanına koymak gerek. Son yaptığım(ız) üç kısa belgesel de ("Balkon ve Bizim Rüyalar", "CemileSezgin", "Bir Savunma") birbirinden oldukça farklı üretim biçimlerine ve dağıtım süreçlerine sahip. Şu an kurgusunda olduğum iş ise sadece fotoğraf ve son dönemlerde süregiden direnişlerden insanlarla bu fotoğraflar üzerine yaptığımız konuşmalardan oluşuyor. Konu belirliyor biraz da üretim ve dolaşım biçimini.

'BELGESEL GÖSTERİMLERİ YAPAN KURUMLARIN BELGESEL VE VİDEO İŞLERİNE AÇTIĞI ALAN ÇOK ÖNEMLİ'

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Türkiye’de genel olarak ana akımın dışında film üretmenin karşılaştığı kaynak bulma ve dolaştırma zorluklarından, sansür mekanizmalarından nasibini alıyor elbette belgesel sinema da. Ticari bir karşılığı olmayan, yakıcı politik meselelerle uğraşan belgeseller daha da çok zorluk çekiyor. Festivallerde kurmaca filmlerin daha ön planda olması alışkanlığının son yıllarda bir nebze kırıldığını da görüyoruz ama. Documentarist gibi belgesel festivallerinin, belgesel gösterimleri yapan İstanbul Modern, Pera Müzesi, Depo gibi sanat kurumlarının belgesel ve video işlerine açtığı alan çok önemli. Bir yandan da daha bağımsız kaynak üretme çabaları, küçük tematik toplu gösterimler, akademi ve sanat mekanlarında veya politik mecralarda belli etkinlik ve tartışmaların parçası olarak belgesel gösterimleri, izleme mekanını salondan sokağa, başka mecralara taşıma girişimleri vs. üvey evlatlık’tan seçilmiş aile’ye doğru genişletiyor, genişletebilir belgesel cemaatini.

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Farklı tellerden çalarak da olsa “hayal gücü iktidara” diyen 60’larda buluşan örnekler her zaman çok ilham verici. Agnes Varda ve Chantal Akerman gibi belgeseli yer yer feminist bir manifestoya çeviren belgeselciler, belgeseli kapitalizm ve neokolonyalizme karşı mücadelede bir araç olarak tahayyül eden Üçüncü Sinema, kurmaca ile belgesel arasında provokatif geçişler yapan Yeni Dalgalar, eski kung-fu filmlerine devrimci dublaj yapan sitüasyonistler… Sonradan genişleyen türler olarak deneme film, mockumentary, belgeseli oyun alanına çeviren dokudrama örnekleri de heyecan verici.

Aklıma Paris Komünü’nü çoğu profesyonel olmayan oyuncularla yeniden canlandıran Watkins, tüm problemlerine rağmen çektiği konudansa kendisinin o konuya dair merakı üzerine film yapmayı başaran Herzog, yine tüm tartışılası yönlerine rağmen konuşulması tabu olan bir şiddet tarihini tartışmaya açmayı başarabilen "The Act of Killing" gibi bağlamına müdehale eden filmler, belgelemenin ne olduğuna dair tefekkür etmeyi bırakmayan Alan Berliner, yakın zamanda keşfedip çok etkilendiğim ve portre filme dair güzelce kafamı karıştıran "Portrait of Jason" gibi örnekler geliyor. Bunlar belgesel tarihinde bence ilham verici olan uğrak noktalarından sadece bazıları. Kişisel ve ortak işlerde oyuncul ve denemeci bir belgesel dili kurma çabalarımıza destek olan örnekler…

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belgeseli salt bilgi taşıma veya hali hazırda var olan bir gerçekliği yansıtmakla yükümlü bir tür olarak değil, bilgiyi yorumlama, provoke etme, harekete geçirme gücü olan bir anlatı biçimi olarak düşünmeyi tercih ediyorum. Böyle bir açıdan bakınca orijinallik, objektiflik, estetik ‘kalite’ önemini kaybediyor. Bu anlamda Youtube veya sosyal medya içeriklerinin belgesel olup olmadığındansa, eleştirel görsel malzeme ve anlatı havuzuna nasıl akabilecekleri sorusu daha önemli bence. Tek ses medya ve sansür iklimlerinde üretim ve dağıtım araçlarının ve mecralarının artması, kontrol edilemez hale gelmesi önemli bir çıkış yolu da sunuyor aynı zamanda. Evet birçoğu ‘büyük data’ya malzeme veren ticari platformlar. Ama bir yandan da direniş hareketleri de, bütçesi olmayan yaratıcı kişiler ve ekipler de buralardan sesini duyuruyor, söz üretiyor, harekete geçirebiliyor.

'BELGESELLER POLİTİK MEVZULARLA DOĞRUDAN İLİŞKİ KURABİLDİĞİ İÇİN DAHA KOLAY HEDEF TAHTASI HALİNE GELİYOR'

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belgeseller acil ve yakıcı politik mevzularla daha anında ve doğrudan ilişki kurabildiği için daha kolay gelebiliyor hedef tahtası haline. Çevremizde, kendi işlerimiz de dahil olmak üzere, fon alma aşamasında, yapım ve gösterim aşamasında türlü çeşit sansüre uğramış sayısız örnek var. Bu durum bir yandan da cesur, öfkeli ve alaycı bir belgeselci kuşağı ortaya çıkarıyor diye düşünüyorum.

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Üretim koşullarının değişebilmesi için bağımsız ve üreticiyi estetik veya politik olarak sınırlamayacak kaynaklara ihtiyacımız var. Bu mecralar genelde böyle işlemiyor, üretimlerin birbirine benzemesine, hepsinin de mecranın kendi diline yakınlaşmasına sebep oluyor. Bağımsız kaynakların siyasi sebeplerle azaldığı bir dönemde suni bir çıkış yolu gibi bu.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Şu anda üzerinde çalıştığımız belgesel, Kawa Nemir’in James Joyce’un 'Ulysses' kitabını Kürtçe’ye çevirmesi ile ilgili. Günlerim bir yandan ders vermekle, bir yandan bu belgesel üzerine çalışmakla geçiyor.