YAZARLAR

Asgari ücret ile asgaride yaşamak

Verimlilik çalışanların iş-dışı yaşamlarına, emeğin yeniden üretimine de yansıyarak sosyal kalkınma etkisi yaratır. Dolayısıyla çok boyutlu düşünmeli, güçlü haneler için ekonomik katılımı emek yoğun istihdam alanlarının dışında, iş birliklerine, dayanışmaya ve kolektif girişime uygun, yenilikçi ekonomik alanlarda nasıl gerçekleştireceğimizi düşünmeliyiz.

Bu hafta milyonlarca haneyi bağlayan en önemli konu asgari ücret görüşmeleri oldu ve asgari ücret 11.402 TL olarak karara bağlandı. Enflasyonun etkisi ile zam görüşmeleri birçok hanenin geçimi için hayati bir anlam kazandı. Türkiye’de çalışan nüfusun yarısından fazlasının asgari ücret bandında olduğu ve Türkiye’de kadınların yarısından fazlasının da işgücüne katılmadığı düşünüldüğünde durumun vahameti bir parça daha anlaşılır oluyor. Ancak emek piyasası dinamikleri ücretlerden ibaret değil, asgari ücret belirlenmesi de politika araçlarından yalnızca bir tanesi. Şu anda en iyi olasılıkla geçimlik düzeyde çalışan, büyük olasılıkla ancak yoksulluk sınırında yaşayan hanelerin durumunu güçlendirmek için hayata geçirilmesi gereken çok daha etkin politikalar, acil müdahale gerektiren çok daha derin sorunlar var.

VERİMLİLİK SORUNU VE KATMA DEĞER YARATMAK

Türkiye’de emek piyasasındaki en öncelikli konulardan biri emek verimliliği sorunu. Emek verimliliği basitçe işçinin çalışma saatleri karşısında yarattığı ekonomik değer olarak tanımlansa da aslında bu gösterge tek başına anlamlı değil. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 2021 verilerine göre Türkiye emek verimliliğinde 189 ülke arasında 42. sırada. 2022 verilerine göre Türkiye, 2015 yılından itibaren verimlilik artışında OECD ülkeleri arasında İrlanda ve Letonya’nın ardından üçüncü, AB sıralamasında yine İrlanda, Letonya ve Romanya’nın ardından dördüncü sırada. G-7 ve G-20 ülkeleri arasında emek verimliliğinde en yüksek artış kaydeden ülke Türkiye. Burada çok temel iki soruyu sormak gerekiyor: İlk olarak, emek verimliliği kademeli de olsa yükselen bir ülkede neden insanlar çalışarak ancak düşük bir yaşam standardında ulaşabiliyor? İkinci soru ise, emek verimliliği bu kadar yüksek ise neden ekonomi şahlanmıyor? Bunun temel nedeni emek verimliliğine karşılık sermaye yatırımları ve diğer faktörlerin verimliliğinin yüksek olmaması, yatırımların yüksek katma değer yaratan alanlarda yer almaması. Böyle olunca emekçiler insana yakışır bir yaşam standardı için daha çok çalışmak zorunda kalıyor, ama çalıştıkları sektörler yüksek katma değer üretmediği için ne kendi ekonomilerini ne de ülke ekonomisini güçlendiriyor.

Bu işte bir verimsizlik var ve bu verimsizlik insanların çalışmasından ya da çalışmamasından kaynaklanmıyor. Bu süreçte yaratılan katma değer ekonominin geri kalanındaki verimlilikle yani sermaye yatırımları, teknolojik yatırımlar, ürün geliştirme gibi üretim sürecinin farklı bileşenleriyle de belirleniyor. Emek verimliliğinde emeğin etkin istihdam edilmesine yönelik altyapı yatırımları, üretim sahası düzenlemeleri ve bütüncül bir işletme yönetimi de belirleyici oluyor. Bunun için de çok faktörlü verimliliğe bakmak, insan emeğini asosyal, vasıfsız, kolay ikame edilebilir bir girdi olarak görmemek gerek. Türkiye’de dünyadaki eğilimlere paralel olarak hizmetler sektörünün gelişmesi verimliliğin artması ya da işgücünün süre içinde niteliğinin artması anlamına gelmedi. Hizmetler sektörünün içinde sadece çok uluslu şirketlerin yönetici seçkinleri, finans sektörünün yükselen yıldızları yer almıyor. Hizmetler sektörü işletme hizmetleri, satış, pazarlama ve perakende sektörü gibi yüksek vasıf gerektirmeyen ve bugünkü teknolojik gelişmelerle kolayca ikame edilir hale gelen iş alanlarını da kapsıyor.

2022 verilerine göre hizmet sektöründe çalışan yaklaşık otuz milyon kişi içinde en büyük grubu dört milyondan fazla çalışanıyla toptan ve perakende ticaret sektörü oluşturuyor. İstihdamın meslek gruplarına göre dağılımına baktığımızda altı milyon kişi hizmet ve satış elemanı kategorisinde yer alıyor. Bunların içinde ilaç mümessilleri, pazarlama ve satış elemanları, AVM çalışanları, çağrı merkezi çalışanları da var. Türkiye’nin en çok istihdam sağlayan şirketlerine baktığımızda Koç ve Sabancı Holding dışında 40.000’den fazla çalışanı olan dört şirket BİM, LC Waikiki, Migros ve Şok Marketler. Yalnızca BİM’in 79.000 çalışanı var ve bunların yalnızca küçük bir kısmı masa başında, vasıf gerektiren işlerde ya da yönetim birimlerinde çalışıyor. İnsanların ne kadar çalıştıkları ve katma değer yarattıkları nerede ve nasıl çalıştıklarıyla da belirleniyor. Türkiye’de istihdamın en büyük alanını oluşturan hizmetlerde çalışanların küçük bir kısmı nitelikli, yüksek gelir düzeyindeki işlerde istihdam edilirken büyük bir kısmı yarı-vasıflı ya da vasıfsız ve düşük gelirli işlerde yer alıyor. Böyle bir sektörel yapı içinde yaratılan katma değerin sosyal kalkınmaya dönüşmesi oldukça zor görünüyor.

NİTELİKLİ İSTİHDAM YARATACAK SEKTÖRLERE ÖNCELİK

Dünya ekonomisinde köklü değişimlere yol açacak iki önemli eğilim var, birincisi dijitalleşme ve yapay zekanın yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan teknolojik dönüşüm, diğeri ise küresel ısınma ve iklim değişikliğine bağlı olan yeşil dönüşüm. Son on yılda dünya ekonomisinde sermaye yoğunluğu enerji sektöründen bilişim sektörüne doğru yöneliyor. Diğer taraftan Paris İklim Anlaşmasına bağlı olarak uygulamaya konması planlanan ulusal çevre politikalarının yeşil dönüşümü hızlandırması bekleniyor. Her iki eğilim de sistemde geri dönüşü olmayan, ama her zaman da ilerlemeci olmayan dinamiklerin ortaya çıkması anlamına geliyor. Bu da fırsatlar kadar risk yönetimini de dikkate almayı, ekonomik hedefleri içinde bulunduğu toplumsal dinamikler ve ihtiyaçlarla bir ara düşünmeyi gerektiriyor. Türkiye yazılım, oyun sektörü ve e-ticaret gibi alanlardaki girişimlerle birinci eğilimi karşılama potansiyeline sahip. Diğer taraftan ülkenin tarımsal geçmişi, tarıma elverişli koşulların bulunması yeşil dönüşümle uyumlanabilecek, ekolojik üretime alan sağlayabilecek, özellikle gıda güvenliği konusunda atılım yapabilecek kapasiteye sahip olduğunu gösteriyor. Ancak burada önemli olan geleneksel küçük ölçekli, geçimlik tarımı şirket temelli kapitalist tarıma dönüştürmek değil, ekolojik ve ekonomik hedefleri buluşturacak, yerel kalkınmaya hizmet edecek ve dışa bağımlılığı azaltacak bir tarımsal çerçeve inşa etmek.

OECD’nin son iki yıllık çalışmalarında dijital teknolojilerin kullanımı ve yaygınlaşmasına dair göstergelerine bakıldığında Türkiye’nin bu alanda potansiyeli olduğunu ancak bu potansiyelin altında bir performans gösterdiğini söylemek mümkün. Örneğin dijital-yoğun sektörlerdeki istihdamın toplam istihdamdaki payına bakıldığında OECD ortalaması yüzde 49,4 iken Türkiye yüzde 38,8’de kalıyor. Bilişim sektöründe yoğunlaşan iş kollarındaki istihdam ise 30 OECD üyesi ülkede yüzde 13,9 düzeyinde bir ortalamaya yaklaşırken Türkiye’de bu oran yüzde 6,2’de kalıyor. Bilişim mal ve hizmetlerinin ticaretinde OECD ortalaması yüzde 29 iken Türkiye ancak yüzde 9 düzeyinde kalıyor. Bütün bunlar dijital dönüşümü geriden takip ettiğimizi gösterse de Türkiye’den dünyaya açılan başarılı girişimler bu alanda gelişimin önünün açık olduğunu düşündürüyor. Üniversitelerden bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik alanlarındaki mezun oranına bakıldığında yüzde 23,4 OECD ortalamasına kıyasla Türkiye’deki oran yüzde 15,2, bu da gelecek nesilleri dijital dönüşüme hazırlamakta geri kaldığımızın bir göstergesi. Türkiye’nin acil bir biçimde yenilikçi sektörlere yönelik politika belirlemesi, orta ve uzun vadede hedeflerini ortaya koyması gerekiyor.

Son kırk yılda tarımdaki istihdam ve tarımsal üretimin ekonomideki payı gerilemiş olsa da dünyada gıda güvenliği ve gıda egemenliği yönündeki tartışmalar, pandemi sürecinde tedarik zincirlerindeki aksamalar, son dönemde Rusya’nın Ukrayna işgaliyle tahıl arzında ortaya çıkan sorunlar tarımın önemini, tarımsal üretimde dışa bağımlı olmanın risklerini net bir biçimde ortaya koydu. Bunun yanı sıra dünyada kent nüfusunun giderek artması da tarım üretimine yönelik ihtiyacın yoğunlaşması anlamına geliyor. Tarımda yaklaşık beş milyon kişi istihdam edilmesine rağmen tarım ekonomideki payı yüzde 3,3 seviyesinde kalıyor. Bütün bunlar Türkiye’nin tarım ekonomisini yeniden makroekonomik hedeflere dahil etmesi, küresel riskler ve gıda enflasyonuna karşı önlem alması, yeşil dönüşümü yakalaması ve sosyal eşitsizliklere karşı tarımsal üretimi öncelemesi gerektiğinin kanıtı.

DEZAVANTAJLI KESİMLERİ EMEK PİYASASINA DAHİL ETMEK

Çalışmanın toplumsal çıktılarına bakarken yalnızca bireysel göstergelere bakmak yetmez, bunun yanı sıra kolektif olarak, örneğin hane düzeyindeki duruma da bakmak gerekir. Bu noktada hanedeki gelir havuzunun büyük olması, mümkünse hanenin tasarruf eğilimi, eğitim ve sağlık kalemlerine yapılan harcamalar çalışmanın sosyal standartlara, dolayısıyla toplamda sosyal kalkınmaya etkisini gösterir. Hane gelir havuzunu büyütmenin yolu yalnızca hanedeki çalışan sayısını ya da ücretleri yükseltmekle değil, bireylerin nitelikli işlerde verimli bir şekilde çalışabilmesiyle olur. Söz konusu verimlilik çalışanların iş-dışı yaşamlarına, emeğin yeniden üretimine de yansıyarak sosyal kalkınma etkisi yaratır. Dolayısıyla çok boyutlu düşünmeli, güçlü haneler için ekonomik katılımı kamu-özel sektör ikiliğinin, imalat sanayi, perakende ve benzeri emek yoğun istihdam alanlarının dışında, işbirliklerine, dayanışmaya ve kolektif girişime uygun, yenilikçi ekonomik alanlarda nasıl gerçekleştireceğimizi düşünmeliyiz. Mesele sadece işgücünü değişen dünyaya hazırlamak değil, aynı zamanda toplumsal koşullara ve mevcut kaynaklara uygun ekonomik faaliyetlere alan açmak.

Asgari ücrete veya memur maaşlarına yapılan zam, EYT gibi uygulamalar ekonominin üretim potansiyeli ve çok faktörlü verimlilik dikkate alındığında ancak palyatif tedbirler olabilir. Yüksek enflasyon ve piyasada fiyatların belirlenmesine yönelik fırsatçılık ya da değerini koruma güdüsüyle birlikte düşünüldüğünde bu tür finansal iyileştirmeler çok kısa vadede değerini koruyabilir. Asıl mesele ülkenin âtıl duran üretim kapasitesini harekete geçirecek girişimlerde bulunmak, yöneticileri değil zihniyeti değiştirmek. Politika yapıcıların ve karar alıcıların bugün haneleri ve gelecekte emek piyasasına katılacak gençleri güçlendirmesinin yolu köklü bir vizyon değişikliğinden geçiyor. Bunun için dünyaya meydan okumak kadar dünyayı doğru okumak da gerekiyor.


Aslıhan Aykaç Kimdir?

İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Burada yazdığı doktora tezi Yeni İşler, Yeni İşçiler adıyla 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan Türkçe olarak yayımlandı. 2007 yılında Middle East Research Competition fonundan yararlanarak yürüttüğü araştırmanın sonuçları Toplum ve Bilim dergisinde “Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısından Sosyal Güvenlik Reformunun Emek Piyasasına Etkisi” başlığıyla yayınlandı. 2014 yılında Fulbright Doktora Sonrası Araştırma Bursunu kazandı ve 2014-15 akademik yılını Rutgers Üniversitesi’nde araştırmacı olarak geçirdi. Bu araştırma 2017 yılında İngiltere’de Routledge yayınlarından Political Economy of Employment Relations: Alternative Theory and Practice adıyla İngilizce olarak yayımlandı. 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Dayanışma Ekonomileri bu araştırmayı temel almaktadır. Makaleleri Toplum ve Bilim, New Perspectives on Turkey, Anatolia gibi dergilerde yayımlandı. Nazilli Basma Fabrikası üzerine yürüttüğü araştırması Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri adıyla 2021 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alıyor. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor.