Ve yazar kadın karakteri yarattı…

Öyleyse yazarlarımızın bir kısmına, çoğunlukla da birbirinin kopyası, ya erkek fantezisinin ya da kaba gözlem ürünü kadın karakterleri eserlerine yerleştirme özgüveni nereden geliyor? Biz bu hissi onlara niye veriyoruz? Neden daha iyi, daha gerçek kadın karakterler yaratmak üzerine kafa patlatılmıyor pek? Üç beş türü olan kaynaşmış bir kitle değiliz ki, her kadın apayrı bir karakter.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

Annem tanıdığım en bilge insan. Anneliğe yüklenen kutsallık payesinden bağımsız olarak, salt yaşam mücadelesi ve sevgi bilgisi açısından olsun, herhalde çoğu insan için de kendi annesi öyledir. Benim annem, bana göre öyle.

İlerleyen yaşına rağmen kendi gibi, dolayısıyla bence ruhu daima genç, fedakarlıkla özel alan dengesini iyi kurabilen bir karakter.

En beğendiğim yanlarından biri bakışı daima bir şefkat de barındırdığı için insana pek batmayan rasyonelliğidir. Mesela anneme “anne kilo almış mıyım?” diye sorarsın. Birkaç kilodan fazlasını almışsan, “kızım tartın yok mu?” cevabını alır oturursun. Bu basit bir örnek, hemen hemen her konuda böyledir. Seni, kendinle irtibat halinde olman ve kendini görmen konusunda anında hizaya getiren, nefis bir gerçekçilik.

Hayatın, ataerkinin, hayatının büyük kısmında ona yüklenen temel görev olan anneliğin altında ezilmeyen karakterine bayılıyorum. Annem bana göre tam bir kahraman, evet. Anlata anlata bitiremem. Bir diziye ya da filme, romana yerleştirmeye çalışsam uzun uzun düşünürüm üstüne. Anne ya da annem deyip geçebileceğim biri hiç değil çünkü, çok kendine özgü bir karakter.

Hayatta en çok gözlediğim insanlardan biri olan annem için durum böyleyken, gerçekten şaşırıyorum, bu bağzı yazarlar, hele de özellikle erkek yazarlar kadınları avuçlarının içi gibi bildikleri kuruntusuna nasıl kapılıyor? Bir Tolstoy yeteneğine sahipsen, Anna Karenina yaratabiliyorsan, Flaubert olup bir Madam Bovary çıkarabiliyorsan tabii sorun yok. Ama bilindiği üzere bu dehalar sınırlı sayıda dünyada, giderek de arttıkları hiç söylenemez. Öyleyse erkek yazarlarımızın bir kısmına, çoğunlukla da birbirinin kopyası, ya erkek fantezisinin ya da kaba gözlem ürünü kadın karakterleri eserlerine yerleştirirkenki özgüven nereden geliyor? Biz bu hissi onlara niye veriyoruz durmadan? Neden daha iyi, daha gerçek kadın karakterler yaratmak üzerine kafa patlatılmıyor pek? Üç beş türü olan kaynaşmış bir kitle değiliz ki ayrıca, her kadın apayrı bir karakter.

Tersi örnekten gidelim. Senaryosunu da kaleme aldığı filmlerinde kadın karakterlere, örneğine az rastlanan bir çeşitlilik ve incelikte yer veren Ümit Ünal gibi yazar ve yönetmenler de var. Demek ki mümkün.

Ümit Ünal - Sofra Sırları 

Bu “kadını avucumun içi gibi bilirim” yazarları ayrı. Bir de kadını (daha doğrusu erkek olmayanı) hepten yok sayanlar var. Kitaba filme, gemiye kadın alınmıyor yani, o derece. Olmak zorunda olmadığı hikayeler, hikaye evrenleri yok mu? Elbette var. Mesela tamamen erkekler arasında dönen şahane “Deliverance” filmi, toplumsal cinsiyet meseleleri açısından insanın ufkunu en çok genişletebilecek filmlerden biridir. Bambaşka türlerde, sayısız iyi örneği var bunun. Sadece kadınlar, sadece erkekler ya da sadece kediler arasında geçen film de roman da elbette olur, konu bu değil.

Yine tamamı erkek karakterler etrafında döndüğü halde “toksik eril şaka”dan bambaşka bir yerden ve çok yaratıcı biçimde yürüyen “Gibi” dizisi de iyi bir güncel örnek. İkinci sezonu 31 Aralık’ta başlayacak “Gibi”nin bu yapıya rağmen cinsiyetçilik ve homofobiden nasıl uzak kalabildiğini dizinin Feyyaz Yiğit’le ortak yaratıcısı Aziz Kedi’ye sormuş, güzel de bir cevap almıştım, bu söyleşide var.

Gibi

Benim de yazdığı türde iyi bir edebiyatçı olduğunu düşündüğüm, yeni romanının geleceği haberine de ayrıca sevindiğim İhsan Oktay Anar’a sanıyorum bir röportajda “romanlarınızda neden kadın karakterler yok?” diye sorulmuş. Yanıtı şu olmuş: “Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok ama “zebra” da “bengal kaplanı” da “guguklu saat” de yok.” Bengal kaplanları ve kadınlar bunu beğenmedi, üzgünüm. Yani bir açıklaması varsa bile, bu mu olmalı?

Bu arada röportajı göremedim, dün bu kısmını alıntılayarak eleştirdiği için türlü sosyal medya eziyetine maruz kalan Senem Timuroğlu’nun paylaşımından alıntılıyorum. Bunun üzerine ben de bugün düşündüm. Üstelik de sırf Anar üzerinden değil, daha genel ölçekte, her yazarın her cinsiyeti aktarma, onun bakış açısından yazabilme, anlayabilme çabası ve becerisinin olması gerektiği yönünde fikrini belirttim. Buna katılmamak da mümkün tabii ama bu tür bir fikrin saldırganlıkla karşılanması tahammülü biraz zorluyor.

Bir fikrin ifadesine bile katlanamayanlar, tutup ifade özgürlüğünden bahsetmez mi bir de… Ki maalesef nedense çoğunlukla “büyük erkek zeka”ya ufacık bir eleştiri söz konusu olduğunda yaşanan bir durum bu.

Vallahi bu eleştirilemez, kutsal bey’inlerin tahakkümünden sıkıldık. Sonra yüklenen tüm bu güç dehşetli bir bozulmaya yol açıp olmadık bir yerden patlayınca da elde kalıyor tüm bu kutsallık.

Sevdiğim, yazışına hayran olduğum pek çok erkek yazar var, içlerinde yerli yazarlar da var. Herhangi bir yazarı, yönetmeni o da bir yönüyle eleştirdiniz diye bütün efsanesi yıkılmaz, yıkılıyorsa orada bir sorun vardır zaten.

Eleştiriye bu tahammülsüzlük, edebiyat, sinema gibi alanlar haricinde de ciddi bir sorunumuz, ara ara bahsettiğim. Duvar’ın yeni yazarlarından, müzik üzerinden türlü meseleyi yorumlayışını severek takip ettiğim Can Sertoğlu da bu yazısında müzik cephesinden anlatmış durumu. Her yerde aynı klancılık, çetecilik, kutsallar, kayırmalar, tabular. Elbette eleştiri diye bir şey olmaz ortada...

Kadın karakterler meselesi salt erkek yazarların sorunu da değil bu arada. Tüm anlatı evreni kadını arzu nesnesi, kenar süsü, erkeğiyse yapan, eden, eyleyen olarak konumlayan örneklerle dolu olduğundan, bu kadın yazarlar için de aşılması gereken bir güçlük: Sadece “güçlü” değil, hayata temas eden gerçek ve iyi kurulmuş kadın karakterler, queer karakterler yaratabilmek…

Tüm bunları da elbette tartışabilmeliyiz. Yoksa nasıl ve nereye ilerleyeceğiz? Son günlerin benim iyi bulduğum, üstüne ayrıca yazacağım “herkes bunu konuşuyor” Netflixlisi “Don’t Look Up”ta da vurgulandığı gibi, günümüzün en büyük sorunlarından biri, gerçek meseleler üzerine konuşabilme ve tartışabilme becerisinin türlü nedenden neredeyse imkansız hale gelmiş oluşu.

Yeni yıl yazısı yazacaktım ben bugün! Yine laf lafı nereden açtı… Bir “boyun posun devrilsin, gidişin olsun dönüşün olmasın” yılını daha atlattık. Kötü başlayıp giderek de kötüledi, yalan yok. Bize kurulan nice tuzak arasında kafese tıkılmış gibi kalakaldık. (Bu keşke insanın zulmü altındaki diğer canlıları, barınaktaki hayvanların durumunu daha fazla anlamamıza neden olsaydı en azından. )

Yeni yılda çoğumuzun içine en çok çöreklenen şey, bir “çalınma” hissi olmuştur sanırım. Sadece maddi boyutlarıyla değil, ömürden bir yıl geçip gittiği için de değil… Hayatımız ve bildiğimiz manasıyla hayat talan edildiği, hayallerimizin üstünde tepinildiği için. Bizden çalınanları geri alabilir miyiz bilmiyorum, ama yaşama hevesini inatla çoğaltmak, görünen tek çare. Umut bir duygu değil, bir direnme biçimi.

“Önümüzde daha upuzun bir kış var biliyorum. Ama dünyanın en uzun gecesinde kadınlar uyandı ve kralların uykuları kaçtı bir kez. Karanlık asla eskisi kadar karanlık olmayacak. Yaşasın kralsız, kraliçesiz, buyruksuz yürümeyi göze alanlar. Beraber yürümeyi de öğreneceğiz elbet. 2021, hoş geldin.” Giden önceki yıl için yazmışım bunu… Bu yıl da umudum farklı yönde değil. Bu çölde “roman kahramanı” etkinliği düzenleyen liselilerde, isyanlarını haykıran, geleceklerini talep eden çocuklarda… Salt kendisi ve birinci dereceden yakınları için değil, dünya herkes için daha iyi bir yer olsun diye, içten bir kaygı barındıran, bakışını buna uyarlayabilen herkeste…

Rağmen, inatla, umutla güzel bir yıl dilerim herkese.

Tüm yazılarını göster