Kur krizi, reloaded

Türkiye’de mevcut rant koalisyonunu tespit edip, bunun parçası olmaya çalışanlar ya da bu koalisyonun inşa dönemine eleştiri getiremeyenler tadilatın nasıl yapılacağını tartışıyorlar. Oysa böyle yapınca, “restorasyon” daha başlamadan bitiveriyor. Oysa sorun zaten laminant parkeyle, yeni boyayla çözülecek gibi değil.

Ali Rıza Güngen argungen@yahoo.com

Sanki iki yıl öncesine ışınlandık. Fakat bu sefer, sersemletici değer kayıpları faiz artışı sonrasında geldi. Faiz son üç ayda beş yüz baz puandan fazla arttı (politika faizi gösterge niteliği taşımadığı için ağırlıklı ortalama fonlama maliyetinden bahsediyorum, bu satırlar yazılırken yüzde 13’ü de aşmıştı) ancak para birimi değer kaybı daha uzun süreye yayılarak devam ediyor.

Jeopolitik gerginlikler, bu süre zarfında iki yıl öncesini aratmıyor. 2018’de ve hatta önceki yıllarda uluslararası finans camiasının savunduğu doğrultuda bir programı uygulamayı, geriye bakıldığında Erdoğan yönetiminin kaldıramayacağını söyleyebiliriz. Şimdi de benzer bir durum belirginleşiyor. Ancak kredi çekişli birikim modelinin de çare olmadığı aşikar. Önceki krizlerden kalan ve 2018-19’da iyice denenmiş yönetim teknikleri yine deneniyor ve fakat etkileri tartışılır.

2018’DEN 2020’YE

2018 kur krizini şöyle ifade edebiliriz: Türk Lirası ABD Doları karşısında yılın ilk sekiz ayında yüzde 40 değer kaybetti. 2020’de ise süregiden duruma isim vermek için bir süre beklemek gerekiyordu. Pandemi sırasındaki çöküş bütün dünyayı etkilediği ve çok sayıda küresel Güney para birimi hızlı değer kayıplarından mustarip olduğu için Türk Lirası nev-i şahsına münhasır bir özellik göstermiyordu. Yine de ayrışma görülebilirdi. İlk sekiz ayda değer kaybı yüzde 19’u buldu. İlk on aylık değer kaybı oranı ise yüzde 30’a dayandı.

Aşağıda son 32 aylık süre zarfında Türk Lirası'nın değer kaybını özetliyorum. Her sert düşüş sonrasında müdahalelerin ve değişen küresel finansal koşulların etkisini görmek mümkün. 2018 kur krizine son noktayı eylül ayındaki faiz artışı koymuştu. 2019 baharında Merkez Bankası’nın rezerv skandalının patlak vermesine İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin yenilenmesi eklenmiş, fakat takas işlemleri ve FED’in politikası etkisini bir süreliğine göstermişti. 2020’de pandemi sırasındaki çöküş, döviz piyasasına müdahaleleri sıklaştırdı. Bu yıl temmuz ayından itibaren verilen tepkiler para politikasında normalleşme olarak adlandırılsa da sorun belirgindi. Merkez Bankası rezervlerinin yetersizliği ve ekonominin yeniden açılması sonrasında toparlanma sırasında döviz ihtiyacının artışı zemini yeni değer kayıplarına elverişli hale getirdi.

Yaşananlar 2018’dekine jeopolitik gerginlikler nedeniyle de benziyor. Esas neden değiller, ancak altta yatan ekonomik sorunların üzerine tuz biber eken jeopolitik gerginlikler 2020’de de değer kaybını hızlandırıyor.

SALGIN SIRASINDA YAPILANLAR

Ekonomi yönetimi salgın sırasında, her şeyin içine katıldığı sayıya dikkat edecek olursak 494 milyar TL destek sundu: 267.4 milyar kredi desteği, 6.2 milyar sosyal yardım, 18.7 milyar kısa çalışma ödeneği, 3.6 milyar işsizlik ödeneği, 6.4 milyar nakdi ücret desteği ve yardımlar, 69.4 milyar prim ödemeleri ve vergi ertelemeleri, son olarak 122.3 milyar kredi ertelemeleri. Bu veri, salgın sırasında ekonomi yönetimi kredi vermeyi ve borç yapılandırmayı tercih etti dememizi gerektiriyor. Ancak söz konusu tercihin, diğer önlemlerle birlikte ele alındığında yarattığı/derinleştirdiği sorunlar bulunuyor.

Henüz bitmemiş olsa da, etkileri uzun süre devam edecek olsa da Türkiye’de salgının ilk dönemi (Mart başından Haziran başına olan dönem) sırasındaki önlemlerin üç temel soruna yol açtığını vurgulamak mümkün.

İlki 2018-19 krizinin yönetilme tarzından mülhem ve kredi genişlemesine bel bağlamış müdahalelerin dünya ekonomisindeki daralma ve küresel Güney’i yerleştirdiği daha dezavantajlı durum karşısında yetersizliği. Kabalaştırarak ifade edeyim: “İflaslar mı baş gösterecek, aç kredi şemsiyesini; işsizlik mi patlıyor, ver ucuz krediyi, ertele sorunları” anlayışı orta ve uzun vadede ekonomik tahribatın yaratacağı etkileri anlamaktan uzak bir idare-i maslahatçılık. Salgının ikinci dalgası, örneğin Türkiye’yi daha diplere itebilir. Daha önce sahip olunmayan bir rekabetçiliğin hemen köşe başında bekliyor olduğu düşüncesi temelsiz. Pandemi küresel Güney’de yeni bir borç krizleri evresi açıyor. Finansal istikrarsızlıklar nedeniyle ortalığın (sanki dönmemiş gibi!) yangın yerine dönmesi ihtimali mevcutken, ekonomi yönetiminin elinde esasen sadece kredi şemsiyesi bulunuyor.

İkinci sorun, yine bir önceki krizin devamı bağlamında anlaşılabilir. Doğrudan yatırımların kürenin her tarafında azaldığı 2020’de, tahvil piyasasından dikkate değer çıkışlar olduğu sıralarda liranın değer kaybını hafifletme uğraşı gücü oldukça azalmış para otoritesini daha zor duruma düşürdü. 60 milyar doları aşan bilanço dışı yükümlülüğü bulunan bir Merkez Bankası’nın likit kaynağı yetersiz hale gelmiş demektir. Merkez’in Türk Lirası'nı savunma kapasitesi ortadan kalkmasa da oldukça azaldı. Salgın sırasında, daha önce kurdukları “devridaim makinesi”ni yapılan eklerle işletme anlayışı dövize yönelimi değiştirmekten ziyade döviz tutma isteğini artırmış görünüyor.

Üçüncü sorun ise salgında borçlandırma tercihinin ağır sosyoekonomik eşitsizlikler nedeniyle daha sert bir tahribata yol açması. Pandemi normalleştirilse de henüz altı ay önce borçlanmış ve ödemeleri başlayacak olanların, borcunu çevirmesi önceki aylardan daha kolay değil. Toplumsal eşitsizlikleri azaltma amacı taşıyan hakkaniyet temelli bir kriz yönetimi ortalarda yok. Salgını da kriz yönetimini de normalleştirmemek gerekiyor. Oysa içinden geçtiğimiz dönemin bazı unsurlarını normalleştirme hali, muhalefetin büyük kısmını etkisi altına almış durumda ve birçok politika alanında muhalefeti iktidardan farksız hale getiriyor.

MUHALİF VE FAKAT İKTİDARDA

Bunca olan biten sonrasında Türkiye’yi yöneten siyasal ittifakın desteğinde sadece sınırlı bir düşüş görülüyorsa, sorulacak sorulardan birisi “İktidarda olmayanlar, neyi yapmıyorlar?” olmalıdır. Her uluslararası kavgada, iktidarın yeniden ve daha da şahsileşmesine cevaz verecek bir biçimde partili Cumhurbaşkanı arkasında dizilenler, farklı bir tahayyül ortaya koyamıyorlar: Türkiye’nin ekonomik sorunlarını hafifleştirecek ya da radikal bir dönüşüme uzanacak çıkış yolu göstermiyorlar.

Dolayısıyla “muhalefet karşısında değil gerçekler karşısında kaybediyor” duran iktidar, artık dış kavgalarda görüldüğü üzere bazı alanlarda zaten muhalefetin bir kısmıyla birlikte yönetiyor. Muhalefet de gerçekler karşısında kaybediyor. Bu paradoksal görünümü açmak başka bir yazıya kalsın. Şimdilik şunu söylemekle yetineyim. Mevcut birikim stratejisini benimsemiş, dili farklı söyleyemeyen, eli farklı işlemeyen, aklı farklı çalışmayan “muhalif” iktidar ortakları bugün bazı kadroların değişmesine ve fakat (birkaç gruba değil genel olarak sermaye birikimine müdahale anlamında) sermaye ile ilişkilerde temel stratejilerin aynı kalmasına razılar.

Bu tartışmayı Türkiye’deki devlet-sermaye ilişkilerini tarif ederken kullandığımız kavramlarla da ele almak mümkün. Eleştirel devlet tartışmasına atıfla devlet biçimini, sermaye birikimine müdahale ve vatandaşı denetleme/gözetleme yöntemleri üzerinden tarif ederken ev benzetmesini kullanmayı tercih ediyorum. Neoliberal otoriter devlet biçimi güneş almayan, dökülen, rutubetli bir ev. On yıllardır evin içinde bazı duvarların yıkılması, zaman zaman duvar kağıtlarının ya da boyanın değiştirilmesi gibi düzenlemeler yapılıyor. Kısacası rejim biçimi değişiyor, kurumlar arası ilişkiler yeniden şekilleniyor. Fakat 2010’lardan bu yana, bilhassa son beş-altı yıllık dönemde yeni ve daha büyük bir karabasan olarak tarif edilebilecek bir eve (başka bir devlet biçimine) geçiş tartışmaları devam ediyor.

Bu geçiş süreci OHAL döneminde açılan yeni yaraların tutacağı kabuklara, anayasa askıda kalmışken yurttaşların yurttaş olarak kalıp kalmayacaklarına, yönetim pratiklerinin nasıl sürdürüleceğine ve bir o kadar önem taşıyan şekilde sermaye birikimine müdahale tarzlarına bağlı ve önümüze ilginç olasılıklar koyuyor. Kanımca mevcut tarzları; sermaye birikimi sürecine müdahale açısından farklı bir paket getiremeyen, dönüşüm vaadini temellendiremeyen muhalefet partilerini bir bakıma mevcut devlet biçiminin (istekli ya da isteksiz ve de kısmen) ortağı kılıyor.

Türkiye’de mevcut rant koalisyonunu tespit edip, bunun parçası olmaya çalışanlar ya da bu koalisyonun inşa dönemine eleştiri getiremeyenler tadilatın nasıl yapılacağını tartışıyorlar. Oysa böyle yapınca, “restorasyon” daha başlamadan bitiveriyor. Oysa sorun zaten laminant parkeyle, yeni boyayla çözülecek gibi değil.

Tüm yazılarını göster