AKP’nin zikzakları

Şimşek programının 2002-2013 arası dönemdeki modele dönüşü amaçladığını söyleyebiliriz. Bu yolun ülkenin yapısal kısıtları tarafından şekillendirildiği ve sonunda ekonomik büyümenin kendi kontrolünüzde olmayan değişkenler (sermaye akımları vd.) tarafından belirlendiği bir yapıyı doğurduğu aşikar.

Ümit Akçay uakcay@gazeteduvar.com.tr

Geçtiğimiz hafta, akran ülkelerin paralarıyla karşılaştırıldığında TL’nin reel olarak en çok değer kazanan para birimi olduğunu gösteren bir uluslararası finans kurumu raporu yayınlandı. Bu bir sürpriz değil, zaten ekonomi yönetiminden farklı yetkililer ve bizzat Mehmet Şimşek, enflasyonu esas olarak TL’nin değersizleşmesini önleyerek düşüreceklerini belirtilmişti. Zaten faiz artışlarının işlevlerinden biri de bu olarak görülüyor. Son olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde TL’nin değer kaybettiği sürecin geride kaldığını açıkladı.

Ne oldu da TL değersizleşti, değersiz TL neden sorunlara çare olamadı ve ne oldu da öncekinin tam tersi bir uygulama, yani TL’nin reel olarak değerlenmesi seçeneği, mevcut sorunlara bir çözüm olarak ortaya çıktı soruları, kamusal olarak tartışılmaya muhtaç halde. Daha önceki pek çok yazıda olduğu gibi, bu sorular için de 2000’lerden bu yana olan dönemi kısaca gözden geçirmemiz gerekiyor.

DEĞERLİ TL KOALİSYONU

TL’deki değersizleşme 2013 sonrasında daha görünür oldu. Bunun nedeni, iktidar çevrelerinin belirttiği gibi Gezi Parkı protestoları değildi. ABD merkez bankası Fed’in para politikalarını nasıl yürüteceği ile ilgili Mayıs 2013’te yaptığı açıklamaydı. Buna göre Fed öncelikle miktarsal genişleme yani bol para dönemini aşamalı olarak sonlandıracağını, sonrasında da faiz artışlarına başlayacağını ilan etti. Dolayısıyla, Türkiye ile ilgili olmayan dış gelişmeler sonucunda, Türkiye gibi ülkelere gelen fonlarda ve sermaye akımlarında yavaşlama eğilimi başladı.

Sermaye akımları, 2002-2013 arası dönemde kurulan büyüme koalisyonunun temeliydi. Zira bu dönemde ekonomik büyüme büyük ölçüde iç talep büyümesinden sağlandı ve borç çekişli olarak gerçekleşti. Sermaye girişlerinin sürmesi, bir yandan TL’nin değerlenmesini sağladı ve bu da enflasyonu kontrol altına aldı. Diğer yandan da sermaye akımlarını cezbetmek için gerekli olan pozitif reel faiz oranı gerilediği için içeride de düşük faizler mümkün oldu. Yani faizlerin düşük ve TL’nin değerli olduğu bir tüketim bolluğu dönemi, AKP’nin kurguladığı ‘başarı’ hikayesinin temeliydi.

Ancak TL’nin değerli olması, ithalatı kolaylaştırdığı ölçüde yüksek cari açık sorunu kronik hale geldi Dahası, ithalatın ucuzlaması, yurt içinde üretim yapan sanayi ve tarımsal işletmelerin altını oydu. Bu gelişme sonucunda, ‘sanayisizleşme’ ile yüksek işsizlik, AKP’nin kurduğu ‘başarı’ hikayesinin diğer yüzüydü. Bu dönemde Türkiye ekonomisinin sermaye akımlarına olan bağımlılığı daha da arttı. Ve biriken bu sorunlar döviz krizleri ile sonlandı.

DEĞERSİZ TL KOALİSYONU

2013 sonrasında TL değersizleşti ancak esas olarak süreç 2018 krizinden sonra hızlandı. 2018, sadece Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesi açısından değil, ABD’de Fed’in faiz artırımı döngüsünün zirvesine gelmesi açısından da önemliydi. Ağustos ayında ABD ile yaşanan diplomatik gerginlik, ekonominin sermaye akımlarına bağımlı olmasının bir ülkenin seçeneklerini nasıl sınırladığını göstermesi açısından ibret vericidir. 2018 döviz krizi, iktidar çevreleri açısından 2013 öncesi modele dönmek yerine başka seçeneklerin değerlendirilmesini gündeme getirdi. Dış politikadaki seçeneksizlik yanında, içeride yaşanan devlet krizi, AKP açısından her seçimi bir beka sorunu haline getirmişti.

TL’nin değersizleşmesi yoluyla ihracatta rekabetçi pozisyon elde etmek, özellikle emek yoğun ve standart teknoloji ile üretim yapan geniş sermaye çevreleri için temel bir stratejiydi. Bu kesimlerin çıkarları, TL’nin değerlendiği dönemde büyük ölçüde göz ardı edilmişti. Ancak AKP yönetimi 2018 sonrasında daha belirgin bir şekilde giriştiği alternatif arayışları sırasında, bu sermaye kesiminin tam desteğini buldu ve hatta ekonomi yönetiminin zirvesi, bu sermaye kesiminin bir temsilcisine emanet edildi.

Ekonomik büyüme için sermaye girişlerine bağımlılığı azaltacak önlemler, 2018 sonrasının temel yönelimini şekillendirdi. Ancak bu yönelim, hiçbir zaman teknik yanı kuvvetli, açıkça ilan edilmiş bir büyüme stratejisinin ve bunu uygulayacak kurumların oluşturulması yoluyla hayata geçmedi. Süreci şekillendiren, Türkiye ekonomisinin yapısal kısıtları oldu: Bir yanda iktidar partisinin seçim kazanma zorunluluğu ve bunun bir uzantısı olarak gelen istihdamı ve büyümeyi artırma baskısı, diğer yandan da bağımlı iktisadi yapı nedeniyle oluşan ödemeler dengesi krizi riski. 2018 sonrasında karşılaştığımız ‘u-dönüşleri’ ve AKP’nin zikzakları, bu bağlamda görülebilir.

ŞİMŞEK PROGRAMI

Girişte belirttiğim gibi, Şimşek programı TL’nin değerlenmesi yoluyla enflasyonu kontrol etmeyi amaçlıyor. Bu amacı, yukarıda özetlediğim iki dönem açısından değerlendirdiğimizde, Şimşek programının 2002-2013 arası dönemdeki modele dönüşü amaçladığını söyleyebiliriz. Bu yolun ülkenin yapısal kısıtları tarafından şekillendirildiği ve sonunda ekonomik büyümenin kendi kontrolünüzde olmayan değişkenler (sermaye akımları vd.) tarafından belirlendiği bir yapıyı doğurduğu aşikar. O nedenle Şimşek programı, ülkenin sorunlarına herhangi bir köklü çözüm getiremez.

Bu haftaki yazıyı bir soruyla bitireyim: İşlemediği daha önce defalarca kanıtlanan bu iki modelden biri neden sürekli gündemimizde?

Tüm yazılarını göster