Afette toplum olmak: Hayata tutunma kapasitemiz sandığımızdan yüksek

Deprem gibi felaketler, toplumsal psikolojimizi etkilerken kemikleşmiş kutuplaşmaların ve önyargıların yıkılmasını sağlar mı? Prof. Dr. Adil Sarıbay’a göre, temasın en basiti bile iyidir.

Farklı ülkelerin arama kurtarma ekipleri de deprem bölgesinde çalıştı.
Google Haberlere Abone ol

Özgür Duygu Durgun

DUVAR - Maraş merkezli depremlerde enkaz kaldırma çalışmaları devam ederken depremin toplumsal ve bireysel ölçekte yarattığı psikolojik sorunlarla yüzleşme süreci yeni başlıyor.

Kadir Has Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Adil Sarıbay, depremin toplumda yarattığı psikolojik etkileri ve iyileşme sürecini anlattı.

‘HAYATI ÖZGÜRCE KEŞFEDEBİLEN GÜÇLÜ BİREYLER ÜRETEMİYORUZ’

Toplumların felaketlere yönelik tepkileri birbirinden çok farklı olabiliyor. Örneğin deprem ülkesi olan Japonya’da, 2011’de yaşanan büyük deprem sonrasında Japonların olan biteni büyük bir tevekkülle kabullenmeleri, kayıpları için sessizce matem tutmaları hayretle karşılanmıştı. Batılı değerlerin benimsendiği toplumlarda ise acıyı ötelemek tercih edilebiliyor. Türkiye'ye bakınca ne görüyoruz, felaketler karşısında toplumsal tepkimizi belli ölçülerle tanımlamak, sınıflandırmak mümkün mü?

Japonya, bazı açılardan tüm dünya için çok iyi bir model ancak oradaki olguları alıp buraya uyarlamak hatta karşılaştırma yapmak bile çok zor. Örneğin, Japon okullarında çocuklar kendi sınıflarını ve bazı okullarda tuvaletlerini bile temizliyorlar; doğal olarak fütursuzca kirletmemeyi de öğreniyorlar çünkü kendileri temizleyecekler. 

Bizim toplumda imece benzeri olgular yok oldu. Çocukların anlamlı ortak hedefler etrafında iş birliği yapabilecekleri ve gerçek anlamda öz-denetimi öğrenebilecekleri ortamlar bence az. İş birliğini, yeri gelince kendini değil, topluluğu veya toplumu ön planda tutmayı öğrenebilecekleri bir ortam yok.  Çocukların yarış atı gibi yetiştirildiğini gözlemliyorum ve o yüzden öncelikleri zaten bunun hıncını almak oluyor; sosyal açıdan olumlu davranışları göstermek değil. Çocuğun kendisi görülmez oluyor, sadece ulaştığı hedefler kadar değerli oluyorlar ve bu ciddi öfke yaratan bir durum. 

Kendimizi çok da yermeyelim, mesela İstanbul kadar kaotik bir şehirde insanlarımız aslında birbirlerini bence genel olarak iyi idare ediyorlar.

Japonlar, çay içmek gibi en basit bir olayı bile ruhsal bir tören olarak yaşıyorlar. Biz bu tür ufak keyifleri kanıksıyoruz bence; bu ufak keyifleri savunmaya kalkınca yoksulluğu ve çileciliği savunduğum yaftasını yiyorum ve bu da görüşümü destekliyor. 

Biz basit ve gerçek hazlardan ziyade, kendi gücümüzü, haz verme işlevi olduğu iddia edilen nesnelerle kendimizi donatarak, etrafa göstermekle meşgulüz. Önümüzdeki çayın keyfini çıkaramıyoruz çünkü gözümüz iPhone fiyatlarında.

Sonuç olarak kendini ve hayatı özgürce keşfedebilen güçlü bireyler üretemiyoruz, onun yerine narsist bireyler üretiyoruz. Ondan sonra bu bireylerin bir araya gelip hizada durmalarını bekliyoruz. Japonlar, biraz diğer uçta ve onların da kendi sistemlerinden kaynaklı başka sorunları var ancak toplumsal uyumluluk konusunda çok avantajlılar. 

‘SOSYAL YÖNELİMİ KUVVETLİ BİR TOPLUMUZ ANCAK ANLIK TEPKİLERDE KENDİNİ GÖSTERİYOR’

Türkiye, bireyler arası güven seviyesi düşük ülkelerden biri. Deprem ve benzeri büyük afetlerde dünyanın hemen her ülkesinde sivil toplum büyük önem taşıyor. Şu anda 1999’un aksine sivil toplum dediğimiz olgunun çeviklik kapasitesini, örgütlülüğünü kaybetmiş olduğu yönünde yorumlar var. Buna katılıyor musunuz?

1999’a oranla temel farkın, devlet kontrolünün sivil topluma daha yoğun nüfuz etmiş olması olduğunu düşünüyorum. Bu da belki sivil toplumun imkanlarını zorlaştıran veya bireylerin motivasyonunu azaltan bir faktör olabilir. Ancak sivil toplumun kendi potansiyelini kaybettiğini düşünmüyorum.

Peki, sivil toplumun harcını ne oluşturur? Karşılıklı güven mi, saygı mı, duyarlılık eşiğinin yüksek olması mı, empati mi?

Vatandaşların genel olarak birbirlerine güvenebilmesi, sivil toplumun yeşermesi için uygun zemini hazırlayan en önemli faktörlerden birisi. Farklı araştırmalarda Türkiye’nin kişilerarası güven seviyesi en düşük ülkelerden biri olduğunu görüyoruz. Bir yandan da sosyal yönelimi çok kuvvetli bir toplumuz; ancak bu yönelim, daha çok anlık tepkilerde kendini gösteriyor. 

‘BİLGİSİ OLAN UZMANA SAYGIMIZ YOK’

Ne tür anlık tepkiler?

Sıra dışı olaylara, hızlı ve olumlu tepki verebiliyoruz. Mesela birisi bir kaza geçirdiği anda çevredeki neredeyse herkesin merak ve yardım etme güdüsüyle oraya toplandığını görüyoruz. Ancak bu durumlarda yapılması ve yapılmaması gerekenler konusunda bilgimiz yok, bilgisi olan uzmana saygımız yok ve prensipli düşünüp hareket etme konusunda zayıfız. İlkyardım eğitiminde öğrendiğim bir vaka bunu güzel özetliyor: Trafik kazası geçiren bir doktoru çevredekiler, yangın tehlikesi olmamasına rağmen karga tulumba arabadan çıkarmaya girişiyorlar. Bilinci açık olan kazazede, doktor olduğunu söylüyor ve bunu yapmamaları için yalvarıyor ancak müdahale edenler, kişinin kendisinde olmadığına karar verip devam ediyorlar ve sonucunda doktor hayatı boyunca felç kalıyor.

‘Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir’ sözünü anımsatıyor verdiğiniz bu örnek.

Sivil toplum dediğimiz şey, insanların bu tür anlık ve duygusal tepkilerinden ibaret olamaz. O yüzden anlık tepkiyi yaratan uyaranların yokluğunda, yani kaza daha olmamışken, o konuyu gündemde tutup hazırlanmayı becerebilmeliyiz. Sivil toplum illa ki bir derneğe üyelik de değildir. İlk yardım eğitimi almak, bu eğitimi alırken gereksiz ve önlenebilir acıların asgariye indirilmesi gibi ortak bir zeminde buluşabilmek de sivil toplumdur. Bunu da kısa vadeli düşünme ve hareket etme eğilimimiz yüzünden pek başaramıyoruz. Sadece kaza olunca geçici bir birliktelik yaşıyoruz, onu da elimize yüzümüze bulaştırma riski yüksek oluyor.  

Devletin de sivil toplumu destekleyici faaliyetleri önemli. Devletin sivil toplumla ilişkisinde kendi düzenleyici işlevini vatandaşların birbirleriyle ilişkilerindeki etik ihlallerle sınırlaması ve bunun için gereken hukuki düzenlemeleri yerleştirmesi; geri kalan meselelerde toplumun kendini düzenlemesine olabildiğince imkân tanıması gerekir.

Sosyal medya paylaşılan bir fotoğrafı hatırlatmak gerekirse, deprem bölgesinde Türkiye Komünist Partililerin dağıttığı sıcak yemek masasından çorba alan Ülkü Ocağı mensubu gibi normal şartlarda yan yana gelmeyecek farklı kesimleri veya ‘Türk-Yunan kardeşliği’ mesajlarını nasıl görmek lazım? Felaketler kemikleşmiş sosyal kutuplaşmaları, ön yargıları yıkabilir mi?

Ben bu olumlu yaşantılar için felaketleri beklememiz konusunda hayal kırıklığı yaşıyorum. Yine burada duygusallık ön plana çıkıyor. En çaresiz ve karanlık anımızda bu tür görüntülerle bir ferahlık arıyoruz.  Elbette insanların daha iyi geçinmenin, farklı görüşten insanlarla dayanışmanın mümkün olduğunu görmeleri adına önemi var bunların. Ben de bu görüntülerin yansıttığı gruplar arası dayanışmayı çok değerli buluyorum ve burada yakaladığımız şeyi başka bağlamlara taşımamız gerektiğini düşünüyorum.

‘TEMASIN EN BASİTİ BİLE İYİDİR’

Hangi bağlamlara taşımalıyız?

Araştırmalara göre, gruplar arası ilişkilerdeki en kuvvetli yumuşatıcı faktörlerden biri, temastır.  Temasın, en basiti bile (olumsuz olmamak koşuluyla) ‘iyidir’ diyebiliriz ama daha iyisi, temasın arkadaşlık potansiyeli içeren, uzun vadeli, eşitlik içinde ve varsa ortamdaki otoritelerin desteklediği şekilde olanıdır. Tartışma kültürümüz zayıf olduğu için normalde bu teması kuramıyoruz. Farklı görüşleri bir dakika bile olsa dinlemeye tahammülümüz yok. Geriye bir tek yardımlaşma zorunluluğunu dayatan felaket anlarındaki bu basit temaslar kalıyor ve bu da kutuplaşma gibi olguların önüne geçmek için yeterli değil. 

‘MANİPÜLASYONA AÇIK BİR ORTAMDAYIZ’

Hızla toplanan yardımlar, 7/24 çalışan gönüllüler, hayat kurtaran madenciler, depremzedelere evlerini açanlar… Türkiye toplumu dayanışmanın en güzel örneklerini vermekle birlikte bölgedeki mülteciler deyim yerindeyse ateş altında. Mültecilere yönelik kullanılan argümanların, halkın öfkesinin yönünü değiştirmek amacıyla bilinçli servis edildiği yorumları yapılıyor, katılıyor musunuz?

Tabii ki her türlü olayı fırsata çevirmeye çalışan aktörler mevcuttur, dolayısıyla net bir kanıt olmadan bu tür girişimlerin olduğunu varsayabiliriz; ancak kim oldukları, neyi amaçladıkları, ne kadar sistematik oldukları benim uzmanlığımı aşar. Bu tür aktörler varsa, işleri çok da zor değil çünkü insanlar bu tür durumlarda günah keçisi aramaya meyilliler.

Bu kadar büyük bir felaket esnasında da eleştirel düşünce eğilimimiz, yani ‘bu yaydığım bilgi doğru mudur’ ya da ‘bunu yaymam toplum adına yararlı mıdır’ diye sorabilme kapasitemiz, zaten normalden daha düşük oluyor. Dolayısıyla insanları manipüle etme imkanı şu anda normalden de fazla.

‘DESTEK VE DAYANIŞMA ÇABALARIMIZI SÜRDÜRMELİYİZ’

Peki bu ortamda sağlıklı düşünmek, üretebilmek, paylaşabilmek, ‘normal’ hayata dönebilmek mümkün mü?

Geniş anlamıyla hayır. Bu kadar büyük bir felaketten sonra ‘normal’ kelimesi anlamını yitiriyor; boş pembe vaatler vermemeliyiz kimseye. Ancak dar anlamıyla evet, hayata tutunma kapasitemiz sandığımızdan yüksek oluyor genelde. Oradaki insanların, hayata tutunabilmeleri için fiziksel tehditten uzak olan bizlerin destek ve dayanışma çabalarımızı sürdürmemize ihtiyaçları olacak. 

İlk etapta verdiğimiz hızlı ama duygusal tepki, söndüğü zaman yardımları devam ettirebilmeliyiz çünkü bölgedeki insanların ayağa kalkması uzun sürecek. Bu sürekli desteği sağlamak için de normal hayatlarımızı devam ettirmemiz lazım. Normal hayat aslında bu felaket içinde bir mola, hem güvenlikte olanlar hem de felaket bölgesindekiler için. Öğrencilerime şunu söylüyorum; 24 saat boyunca sadece bu karanlık tabloya bakarsak duygusal ve zihinsel olarak çökeriz.  Yeri ve zamanı gelince garip hissettirse de derslere başlamalıyız. 

Ben de şu anda mesela bu dönem verdiğim Psikoloji Tarihi dersini anlatmayı çok anlamsız buluyorum.  Ancak yapabildiğim zaman hepimiz için zihinsel bir mola olacak. Rutinlerimizi mutlaka tekrar canlandırmalıyız. Şu ortamda ‘vur patlasın çal oynasın da yapabilmeliyiz’ anlamında söylemiyorum.  Ama sıradan hayatımızı yaşamaya devam etmeliyiz ve duygusal olarak bize iyi gelen faaliyetlerden kaçınmamalıyız. Ancak o sayede bu felaketin etkisine karşı çabalamaya devam edebiliriz. Bu açıdan insanlara önerim, günlük sıradan işlerini yaparken kendilerini hırpalamamaları ve suçluluğa kapılmamaları.