YAZARLAR

Herkesin birbirinin ruhuna dokunabileceği günlerdeyiz

İnsanların ruhu açılmış, ortalık yerde duruyor. Deprem sadece hayatları ve şehirleri değil, insanı insandan ayıran setleri de yıkmış. Ne varsa yıkıp geçmiş, çıplak bırakmış. Ruh da ortada. Enkaz gibi. Savunmasız. Dayanışmaya da açık suistimale de… Bir gazeteci olarak ikisinden de görüyorum. 

Enkazların arasında dolaşıyorum. İskenderun’da, Antakya’da, Samandağ’da… Bir gazeteci olarak kayıt altına almaya çalışıyorum. Bir İskenderunlu olarak hatırlamaya çalışıyorum.

Buralar benim memleketim. Hatırlamam gerekiyor. Kaydetmem ve anlatmam gerekiyor. Önceki yaşamı hatırlamam lazım. Bugün olan biteni kaydetmem lazım. İkisini de unutturmamaya çalışmam lazım. 

İnsanlar evlere, binalara bakıyor. Çaresizce yıkık evlere bakıyor insanlar... Sevdiklerinin, yakınlarının, hemşerilerinin, yurttaşlarının bedenleri enkazda. Bu bakış, yüz binlerce insanın yüzüne yapışıp kalan bu bakış, şehirlerin yüzünden artık silinmeyecek gibi geliyor bana. Yeniden inşa edildiklerinde de silinmeyecek. 

*

Toz… Şehirler bir toz bulutunun içinde. Toz, herkesin genzinde. Bakışınızın değdiği her yerde taş var. Parça parça, bazı yerde pamuk gibi dökülen betonlar. İnsanın gözü enkaza alışır mı, alışıyormuş. Maalesef.

Enkaz içinde yolunu bulmaya da alışıyor insanlar. Korkunç bir şekilde sokağa eğilmiş binaların arasından yürüyüp geçiyoruz. Herhangi bir bina bu hale gelse, şehirde olağanüstü hal ilan edilir, o binanın yıkılması için günlerce trafik tıkanır.

Ama bugün her şey olağan dışı. Bugün o binaların önünden ambulanslar geçiyor. Ağır tonajlı kamyonlar geçiyor bazen. İnsanlar yana yatık binaların önünden yürüyüp gidiyor. Tek bir yönteme, hızlı olmaya güvenerek. Güvenmeye çalışarak.  

*

Enkazlardan fotoğraf albümleri çıktığına şahit oluyorum. Ne garip, anılar bir yolunu bulup yüzeye çıkıyor. Binaların kendisi de bir fotoğraf gibi açılmış. Gözlerimizin önünde, apaçık duran oturma odaları, salonlar, mutfaklar… Ama o fotoğrafları çekmek istemiyorsunuz. O yaşamların, o evlerin haysiyetine daha fazla dokunmak istemiyorsunuz.

Hatırlamak istiyorsunuz yine de. Hayatları, binaları, şehrin ritmini… 

Nasıl hatırlayacaksınız? Kolay mı hiç? Bildiğiniz her şeyin kaybolduğunu düşünün. Bir şehrin yaşamsallığının birdenbire yitip gittiğini düşünün. Şehir gördüğünüz hiçbir şeye benzemiyor. Şehrin kalbi durmuş ama bazı damarlarında halen kan akıyor. Bir göz açık ve görüyor; belki kapanıp açılan, bir şeyleri kavrayan elleri var. Ama vücut ölü. Yine de ayakta durmaya çalışıyor.

*

Özellikle Antakya’da o kadar çok enkaz görüyorsunuz ki… 

Bu enkazlardan biri daha çıkabilir mi? Biri daha… Biri daha… Bazılarında hararetli bir faaliyet var, bazılarında daha küçük ekipler çalışıyor. Bazıları bomboş. Bu boş enkazlara hiç girildi mi acaba? 

Bazı bina enkazlarının üzerinde “boş” yazıyor. Bu da dokunuyor insana. 

Bir enkazın duvarına “buradan cenaze çıkarsa arayın” diye bir telefon numarası yazılmış. Cenaze sahibi kimbilir nerede? Ne kadar uzakta? Yaşıyor mu? O numara bir başkasının mı?

Şehirler, insanlar dağılmış. 

Kim nasıl ayakta kalacak? Kim ruhunu nasıl tamir edecek?

*

İnsanların ruhu açılmış, ortalık yerde duruyor. Herkesin herkese her şeyi sorabileceği günlerdeyiz. Herkesin birbirinin ruhuna dokunabileceği günlerde… Deprem sadece hayatları ve şehirleri değil, insanı insandan ayıran setleri de yıkmış. Ne varsa yıkıp geçmiş, çıplak bırakmış. Ruh da ortada. Enkaz gibi. Savunmasız. Dayanışmaya da açık suistimale de… Bir gazeteci olarak ikisinden de görüyorum. 

Ama insanlar anlatmak istiyor. Çoğu zaman. Enkaz başında bekleyenler, kurtulanlar, gönüllüler… O kadar çok gelmiş ki yaşadıkları, içlerinden taşıyor belki. Anlatmak istiyorlar. Mecalleri kaldıysa… Beraberce sussanız da yeter. 

Sadece bir ilk cümle gerekiyor. Tek cümle. “Geçmiş olsun” olabilir. “Başınız sağolsun” olabilir. “Nasılsınız” da olabilir elbette, bu soru da ister istemez çıkıyor ağızdan. Cevabı genelde “iyiyiz” olan bu soru da soruluyor. 

Ama bu soru enkazlar arasında havada gerçek anlamıyla salınıyor: Nasılsınız? Sahiden nasılsınız?

Anlatmak istiyor insanlar. Nasıl olduklarını, çaresizliklerini, tükenmişliklerini, ne kadar beklediklerini, neler çektiklerini, halen çektiklerini. Anlatmak anlatmak anlatmak istiyorlar. Sonra belki kapanacaklar. Bazıları belki kapandı. Bazıları hiç açılmadı. 

*

İnsanların kabuğunu sadece dayanışma açıyor. Yardımlar bile değil, dayanışma. 

Güzel dilimizin nüanslarından…. Bir düşünün “dayanmak” nedir? “Dayanışmak” nedir?

Kendini bir yere yaslamak için kullanırız “dayanmak”ı… Aynı zamanda “zorluklara katlanmak” anlamında da. Dayanışmak ise bir şeyi gerçekleştirmek için duygu düşünce ve çıkar birliği içinde olmaktır. Birbirini kollamaktır. 

Zorluklara birbirimize yaslanarak katlanırız. 

Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun bir sözü bugünlerde ortada dolaşıyor: “Ben hayırseverliğe inanmıyorum. Ben dayanışmaya inanırım. Hayırseverlik olabildiğine dikeydir, yukarıdan aşağıya yol alır. Dayanışma ise yataydır. Dayanışma diğer kişiye saygı duyar.”

Ne kadar güzel anlatmış Galeano.

Konuştuğumuz bir depremzede, sözlerinin arasında en çok Konya’dan gelip kendileriyle beraber çadırda yatan gönüllüyü anıyordu. Neden? Herkes yardım etmeye çalışıyor, herkes iyi niyetli ama dayanışma ruhunu olabildiğine yükseltenler, veren eli alan elden ayırmadan el ele tutuşanlar sanki yaraları daha hızlı sarıyor.

*

Dayanışma ruha iyi geliyor.

Bedenin yaralarını saranları unutmayalım.

Hekimler… Hemşireler… Sağlık görevlileri… İskenderun’da, Antakya’da hastanelerinin tamamı ya da bir bölümü yıkılan, ölen, yaralanan, yakınlarını yitiren sağlıkçılar… Ayakta kalabilenler sahada. Hastanede. Nöbette. Bazılarının yakınları enkazda, çadırda; bazılarının yakınları açıkta, soğukta. Sağlıkçılar çalışıyor. Yaşadıkları dehşet karşısında, hele ilk iki gün gördükleri karşısında, akıllarını ve ruhlarını da korumaya çalışarak yara sarıyorlar; pansuman yapıyorlar; amputasyon yapıyorlar.

Dışarıdan gelen hekimler de sarsılmış. Bir sahra hastanesinde ikinci günden itibaren çalışan bir hekim arkadaşım “insan bunu kaldıramaz” diyor. Ama oradalar. “Bu yaşanmamalı” denileni yaşıyorlar. 

Sahadaki bir başka hekim; köylere, ücra mahallere koşup dönen, Türk Tabipleri Birliği’nden bir hekim elindeki mazot tenekesini bırakmadan konuşuyor bizimle. Cebindeki telefon susmuyor. Gözleri doluyor bazen. Elinde tenekesi… Bu adam gözüme bir anıt gibi görünüyor. Sahada bir hekim sanki böyle olmalı. Elinde bir mazot tenekesi de taşımalı. Sırtındaki yük yetmezmiş gibi… 

Bu depremde sadece emeklerini değil, akıl ve ruh sağlıklarını da sahaya süren hekimlerin hakkını nasıl ödeyeceğiz?

*

Ve bu çocukları nasıl iyi edeceğiz? 

Hep soralım, hiç unutmayalım. Hep soralım.

Çocuklar… Nasıl durgunlar, bakışları nasıl da sabit. Çocuklar hiç anlam veremedikleri bir yıkımı yaşıyor. Çocuklar, değil oralarda, bu satırlarda bile uygunsuz duruyor. Ne olur onları bu satırlardan kurtaralım, ne olur bu çocukları koruyalım; ne olur bırakmayalım. 

*

Alt alta ekleyince… 

Yapacak o kadar çok iş var ki. 

Dayanışalım. 

Şu günde bile suyu bulandıranlara, beraberce ayakta durmayı zorlaştıranlara olabildiğince kulak tıkayarak birbirimizi kollayalım. 

Dayanışalım. Birbirimizin ruhuna dokunalım. Yapacak çok iş var. 


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.