YAZARLAR

68 ruhu ve olmayan yerin inşası

Gerçek bir olaydan uyarlanan “Rose Adası’nın İnanılmaz Hikayesi”; devletsiz, kuralsız ve özgür bir yer ütopyasının 68 ayaklanmasının ruhuyla birleştiren eğlenceli bir televizyon işi.

Siyaset bilimi tarihinin ve tabii ki felsefenin en önemli isimlerinden Thomos More’un Yunanca kelimelerle oynayarak ‘olmayan yer’ anlamına gelecek şekilde türettiği “Ütopya” isimli kitabı bir adada geçer. O günden sonra, özellikle de modern anlatılarda ada yalnızca ütopyaların değil, distopyaların da mekanı haline gelmiştir.

‘Ütopya’nın yalnızca mekânsal değil, felsefi-politik olarak da siyasal hayatta karşılıkları oldu. 1968 ayaklanmasını tanımlamak için kullanılan tanımlamalardan birisiydi örneğin. Yani kitabın adının gerçek anlamından soyutlanıp, olmayan bir şeyi istemek, onun için harekete geçmek de ütopya ile eş değer tutuluyor oldu. Gerçek bir olaydan esinlenerek çekilen “Rose Adası’nın İnanılmaz Hikayesi” (bundan sonra Rose Adası olarak anılacak) isimli film de 68’ ütopyasının içine yerleştiriyor bütün omurgasını ve onunla özdeşlik kurmaya çalışıyor bir bakıma. Yılın kayda değer dizilerinden “We Are Who We Are”ın da yaratıcı ekibinde yer alan Francesca Manieri ile birlikte senaryoya imza atan yönetmen Sydney Sibilia’nın meseleye İtalyan usulü yaklaştığını da belirtelim.

Gerçek hikaye şöyle, 1925 doğumlu biraz da çılgın bir mühendis olan Giorgio Rosa, meslektaşı Maurizio Orlandi ile birlikte İtalyan kara sularının 500 metre ilerisinde, 400 metrekarelik bir platform inşa eder. Bu platforma Rose Adası Cumhuriyeti adı verilir, resmi dili Esperanto olarak belirlenir. Kara suları dışında olduğu için her türlü hukuki ve mali denetimden de muaftır. Yılın 1968 ve gençliğin hareketli hali düşünüldüğünde ada bir anda ilgi odağı haline gelir, eğlence mekanına dönüşür, paralar su gibi akmaya başlar. Bu gelişmelerden rahatsız olan İtalyan hükümeti, Giorgio Rosa üzerinde baskıyı artırınca o da Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi’nden bağımsızlıklarını tanımalarını ister. Fakat süreç devam ederken İtalyan hükümeti 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk işgal kararını verir, platform önce işgal, sonra da imha edilir. Rosa ve arkadaşları ana karaya dönünce sürgün hükümetini ilan ederler…

Biraz kurcalayınca gerçek hikayenin, hem yasaklardan uzak özgür bir mekan kurmak hem de ‘ticari olarak’ sıkıntı yaşamayacak bir alana kavuşmak motivasyonuyla hayata geçirildiğini düşünmek daha mantıklı görülüyor. Ama budan bir film çıkar mıydı, fırsatçı bir adamın hikayesi olurdu belki. Ama filmin yaratıcıları, Rose Adası’nı dönemin ruhunun şekillendiği bir alan olarak tasarlamayı tercih etmişler. Önce Giorgio’nun yaşından başlayalım. Gerçek Giorgio 1925 doğumlu ve adayı kurduğunda 43 yaşında bir adam. Ama burada üniversiteden yeni mezun olmuş, yaratıcı ve asi bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Daha otuzlarına varmamış olan bu ‘uyumsuz’ karakterimiz, eski sevgilisi Gabriella’yı yeniden kazanma girişiminde başarısız olup bir de özgürlükleri kısıtlanınca devletin olmadığı bir yerde yaşam kurma fikri aklına düşüyor ve platform böyle inşa ediliyor. Tabii bu da bize “Sosyal Ağ” filminde Mark Zuckerberg’i facebook’u yaratmak için harekete geçiren motivasyonun da benzer bir duygusal kırılma olduğunu hatırlatıyor.

Gerçek hikayeden farklı olarak filmin tonunun komedi ağırlıklı olduğunu da belirtelim. Ki uzun süresine rağmen seyirciyi filmde tutan etmenlerden birisi de bu İtalyan usulü komedi konunu tutturmaktaki başarısı. Özellikle de İtalyan devlet erbabından başlayarak Avrupa Konseyi’ne uzanan bürokrasinin bu tür bir çıkış karşısındaki çaresizliği iyi bir komedi malzemesine dönüşüyor. İtalyan hükümetinden bahsetmişken, filmi 68 hareketine bağlayan düğüm de burada atılıyor zaten. Çünkü hükümet Rose Adası ile üniversite işgallerini birlikte çözmek üzere toplanıyor. İçişleri bakanının iki ana gündemi bu oluyor. Bu bağlantı, Rose Adası’nı 68 ruhunun bir simgesine dönüştürüyor. Devletsiz, babasız ve olabildiğinde az kuralla özgürce yaşanılabilecek bir ‘ütopya adası’. Haliyle Rose Adası’nın yenilgisiyle 68’in yenilgisi (gerilemesi) arasında dolaysız bir bağ çıkıyor ortaya.

Netflix’te gösterilen “Rose Adası”, ‘makul düşünme’ çerçevesinin dışına çıkmayı cesaretlendiren, olmayan yeri arzulamaktan vazgeçmemeyi salık veren bir yapım. Bir televizyon filmi olduğunun bilincinde ve estetik tercihlerini de ona göre yapıyor. Belki iki saate yakın süresi biraz da kısılıp temposu az daha artırılsa, çok daha iyi bir seyirlik olabilirmiş. Bu haliyle de görülmeyi hak ediyor.