28 Mayıs’ta neyi oylayacağız?
Hiçbir seçimin sonucunu bir önceki seçim belirlememiştir! Kılıçdaroğlu’nun, kendisine karşı açık ya da gizli işletilen Alevi ve Kürt karşıtı propagandaya rağmen bugüne kadarki seçimlerde muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olarak en yüksek oy oranına ulaştığı ve seçimi ikinci tura taşıdığını da unutmamak herhalde önemlidir…
14 Mayıs seçimlerinin ardından ortaya çıkan tabloya bakan herkes, parlamentoda Cumhur İttifakı’nın elde ettiği güçle –AK Parti, 2002’de yola çıktığı noktaya kadar gerilemiş olsa da- iktidarın ikinci tura kalan Cumhurbaşkanlığı seçimi için büyük bir avantaj yakaladığı yönünde değerlendirmeler yapıyor. İkinci tur için Erdoğan’ı avantajlı gösteren asıl etken elbette Kılıçdaroğlu’na karşı ilk turda aldığı sonuç.
Seçim sürecine ilişkin son yazımızda, “3 yıldır alım gücü günden güne eriyen, ücretlerinde aldıkları zamları temel tüketimden kiraya bütün kalemlerde gelen karşı zamlarla kaybeden, geleceği göremeyen ve görme umudu da kalmayan halkların üzerine, en hafif tabirle ‘güvenlikçi’ bir propaganda boca edildi” demiştik. 14 Mayıs seçimi tablosunda bu propagandanın ne derece etkili olabileceğini, nasıl ‘iş yaptığını’ ve bu yüzden ısrarla tercih edildiğini bir kez daha gördük. Bunu ‘milliyetçi’ yükseliş olarak okumak ne kadar doğru? Bu sorunun yanıtını yeni sorularda aramak gerekir herhalde: Türkiye’nin hangi sorunu ‘milliyetçi politikalarla’ çözülebilir? Özellikle ‘göç’ ve ‘terör’ başlıkları altında içeriye yönelik propagandayı diri tutacak açıklama ve tutumların devamı söz konusu olacaktır belki. Ancak bu iki meselede de bugüne kadar ‘milliyetçi’ çerçevede atılan hangi adımla ne sonuç alınabildi? 28 Mayıs’tan sonra net olarak ortaya çıkacak –ikinci turu kim kazanırsa kazansın- yeni iktidar buradan hareket ederek ‘yeni’ ne gösterebilir?
Her iki konu başlığında da ‘milliyetçiliğin’ ayarının, jeopolitikten ve ülkenin ‘çözümsüzlüğe tahammül’ sınırından bağımsız belirlenmesi mümkün görünmüyor.
***
14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminde illere göre sonuçları gösteren haritaya bakarken, 2009 seçimleri sonrasında o dönem hükümet sözcüsü olan Cemil Çiçek’in sözleri geliyor yine akla: “Iğdır’ı da aldılar, yani Ermenistan sınırına dayandılar. Tamam, Ankara’yı aldık diye sevinebiliriz. CHP de İzmir’i aldık diye övünebilir. Ama bu kutlamanın Türkiye’nin güvenlik açısından sorunlu bölgesine yardımı olmaz.”
Çiçek bu sözleriyle 2009 yerel seçimleri sonrasında o dönem Demokratik Toplum Partisi (DTP) adıyla seçime katılan Kürt siyasi hareketinin etkisini ve bu durumdan duyduğu ‘endişe’yi dile getiriyordu. Anavatan Partisi’nden başlayarak sık sık iktidar koltuklarında yer alan bir siyasetçi olan Çiçek’in sözleri, ‘devletin kendi güvenliğine yönelik endişesi’ni anlatmak için hatırlatıldı sonraki yıllarda da.
Ve 28 Mayıs’ta o ‘güvenlik’ arayışının ürünü olan ‘başkanlık sistemi’nin yeni dönemi için bir kez daha sandık başına gidilecek aslında. Çiçek’in de aralarında bulunduğu, geçmişte önemli görevlerde yer almış pek çok siyasetçiyi sahnenin kenarında bırakan ve Millet İttifakı’nın 14 Mayıs öncesinde seçimi kazanması durumunda, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönüştüreceğini açıkladığı sistem yani! 28 Mayıs’ta atılacak oylar, böyle bir sistem dönüşümü için belki de ‘son karar’ olacak. Kılıçdaroğlu’nun ilk turun ardından yaptığı, “12 günümüz var, bu karanlık tünelden çıktık çıktık” sözleriyle işaret ettiği de buydu. O zaman, muhalefetin kalan günleri, geçen seçim sonuçlarına bakarak üzülmek, moral bozmak ya da teslim olmak gibi –anlaşılır görünse de- ikinci turda kaybettirecek ya da kaybı büyütecek tutumlardan bir an önce kurtulup yeniden motive olarak geçirmesi bu ‘çıkış’ ihtimali için birinci şart değil mi?
***
Muhalefetin durumuna döneriz ama Çiçek’in sözlerinden devam edelim. 2009’dan bu yana devletin ‘Ermenistan sınırına dayanan’ seçmen tercihleri dışında ‘endişelenmekte ne kadar haklı olduğunu’ gösteren iki önemli olay daha yaşandı: Gezi Parkı eylemleri ve 7 Haziran 2015 seçimleri. Ülke tarihinin bu iki önemli dönemecinden ilki, ‘halka rağmen halka karşı’ bir şey yapılamayacağını gösterdi. 7 Haziran’da ise benzer bir sonuç, ‘sokaktan sonra sandıktan’ çıktı. “Demokrasi sandıktır, sokakta demokrasi olmaz” denmişti çünkü Gezi için… Muhalefet partilerinin kazandığı seçimin ‘endişeli devlet’ katında gördüğü karşılık ise ‘yok sayma’ oldu. Seçim öncesi “buzdolabına kaldırıldığı” söylenen, ‘barış’ ihtimalinin tamamen gündem dışı bırakıldığı, ardından da çatışmanın sahne aldığı günler yaşadık. Halkın sokakta ve sandıkta ortaya çıkan bu iki güçlü itirazının bertaraf edilmesinin ardından bir başka önemli olayı, 15 Temmuz darbe girişimini gördük. ‘Devletin güvenliği’ bu kez kendi içinden sarsılmıştı!
Birkaç yıl arayla yaşanan bu olaylar zincirinin ardından 2018 referandumu ile hayatımıza giren başkanlık sistemi, devletin kendisini güvende hissetme arayışının geldiği son nokta oldu. O güne kadar ‘devlette vesayete karşı mücadele ede ede’ geldiklerini söyleyenlerin öncülüğünde gerçekleştirildi üstelik bu dönüşüm.
***
Ocak 2017’de düzenlenen referandumla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne ‘evet’ diyen seçmenlerin oranı yüzde 51.41, ‘hayır’ diyenlerin oranı yüzde 48.59’du. Bugün cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turunda Erdoğan’a verilen oyların oranı yüzde 49.5, Kılıçdaroğlu-Oğan ve –çekilmiş olsa da- İnce’ye verilen oyların toplam oranı ise 50.5!
6 yıl önce 58 milyon 520 bin seçmenin yüzde 85’inin katılımı ile onaylanan sistem, 14 Mayıs seçiminde 64 milyon 190 bin seçmenin yüzde 87’sinin katılımı ile yeniden sınava girdi. Aradan geçen zamanda seçimler açısından ortaya çıkan en kesin iki sonuç ise şunlar oldu:
- Seçimi kazanmak için devlet olanaklarının da kullanılabileceği ve bu konuda (elbette kazanmaya devam ettikçe) yargı başta olmak üzere herhangi bir ‘hesap verme’ korkusu yaşanmadığı bir sistem uygulamadadır.
- Siyasetini herhangi bir toplumsal kesimi önceleyerek kuran partilerin birbirlerine benzemeyen yakın ya da uzak politikalarını bir kenara bırakacağı, örneğin Kürt sorununun çözümü -hatta varlığının kabulü- noktasında alternatif hiçbir sözü gündeme getirmeye bile tahammülün olmadığı ‘seçim’ dönemleri yaşanmasını ‘kural’ haline getiren bir sistem uygulamadadır. Aksi halde muhalefetin bütün renklerine ‘cumhurbaşkanlığını kaybetme’ yani seçimin asıl belirleyici noktasında mağlubiyetten başka yol olmadığı işaret edilmektedir.
***
Devletin son 13-14 yıldır ‘kendini güvende hissetmek için’ geliştirdiği ve 14 Mayıs’ta görüldüğü üzere bir kez daha –yarıya yakın- seçmen rızası da üretebildiği model bu. Ve güçlü bir toplumsal muhalefet yükselişi görülmeden değişmesi de zor görünüyor.
Peki imkansız mı?
Bu sorunun yanıtını da ‘bir gün bir şekilde’ bu sistemle uzlaşıp değiştirme gayretinden vazgeçmeyecek bir muhalefet inşasının 28 Mayıs’ı da kapsayacak şekilde yükseltilip yükseltilemeyeceği verecek...
Burada unutulmaması gereken en önemli husus ise her seçimin kendi başına değerlendirilmesi gerektiği olacak. Hiçbir seçimin sonucunu bir önceki seçim belirlememiştir! Kılıçdaroğlu’nun, kendisine karşı açık ya da gizli işletilen Alevi ve Kürt karşıtı propagandaya rağmen bugüne kadarki seçimlerde muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olarak en yüksek oy oranına ulaştığı ve seçimi ikinci tura taşıdığını da unutmamak herhalde önemlidir…