1968 Baharı: 'Tarihin fazla mesai yaptığı yıl'

68 Kuşağı, her şeyin ötesinde, gezegenimizi bile kaybetme riskini taşıdığımız dönemde giderek daha da acil hale gelen daha yaşanılır bir dünya kurma sorumluluğumuzu bize hatırlatıyor.

Google Haberlere Abone ol

Özgür Mutlu Ulus*

68 Kuşağı tüm dünyada özgürlük, eşitlik, sivil haklar, demokrasi, barış için başkaldıran, sadece kendi ufak yaşam alanındaki değil dünya dertlerine kafa yoran ve bunlara çözüm düşünen, daha iyi bir yaşamı düşleyen ve bu düşe sonraki kuşakları da katabildiği ölçüde ruhen yaşayan idealist bir kuşağı tanımlar. Bu kuşak çoğunlukla 68 yılında üniversite okuyan öğrencilerden oluşur.

Günümüzde yaklaşık 10 yılda bir değişen “kuşak”lardan yaygınlıkla söz edilse de ilk kez küresel bir “kuşak”tan söz edilmesi de bu kuşakla ilgilidir. Hatta ünlü Fransız tarihçi Pierre Nora’ya göre “eğer 1968 Mayıs’ı olmasaydı belki kuşak kavramı üzerine bu kadar sosyolojik, ekonomik, demografik ve tarihi sorgulama olmayacaktı. “Gençlik” 1960’lara kadar siyasi bir kategori olarak tanımlanmazken 1960’lı yıllarda her ülkede içinde bulunulan toplumsal-ekonomik-kültürel yapıya göre yükselen özgürlük ve eşitlik hareketinin içinde etkin biçimde gençlerin yer alması hatta bunlara önderlik etmesiyle bu algı değişti. Hatta 60’lardaki toplumsal-siyasal hareketler 68 Kuşağı ile tanımlanmaya ve hatırlanmaya başladı.

60’lı yıllarda henüz üniversite okuyan öğrenci sayısı azdı; üniversite eğitimine her ne kadar daha alt sınıflar da yavaş yavaş kavuşsa da yaşıtları arasında üniversiteliler elit olarak değerlendirilen, ayrıcalıklı konumdaydılar. Ancak bu gençler kendi geleceklerini bir tarafa itip ülkedeki hatta tüm dünyadaki kötü düzene direndiler, bu uğurda Deniz Gezmiş’ler gibi hayatlarını ortaya koydular. 68 Kuşağı böylelikle demografik, tarihi ve kültürel bir kavram olarak ve çoğu toplumda kuşaktan kuşağa aktarılan ortak kültürel hafıza mirası olarak yer etti.

İşin başka ilginç tarafı 68 Baharı'nda zirve yapan küresel isyan hareketinin ortaya çıkmasında büyük bir ekonomik kriz belirleyici değildi. Tam tersine 60’lı yıllar refah seviyesinin genellikle yükseldiği yıllardı. Hem kapitalist hem sosyalist ülkelerde yavaş yavaş kitlelerin karnı doyuyordu; ancak özellikle gençler bireysel çıkarlarının dışında farklı bir dünya arzuluyor ve onlara sunulan düzeni, kokuşmuş siyaseti, köhnemiş toplumsal-kültürel kodları sorguluyordu. Bunda 20. yüzyıldaki hızlı teknolojik-bilimsel gelişime rağmen, toplumsal-kültürel yaşamda pek değişiklik olmamasının payı büyüktü. Patriarka ve gerontokrasi tüm dünyada egemenliğini sürdürüyordu.

Gençlere kendilerini ilgilendiren durumlarda bile -örneğin Vietnam Savaşı’nda olduğu gibi- onları asker olarak dünyanın öte ucunda bir savaşa gönderirken veya ne tür bir eğitimi nasıl alacaklarını belirlerken hiç söz hakkı verilmiyordu. Ne kapitalizm ne de sosyalizm insanlara vaat edilenleri sunmuştu. Kapitalizm sonu gelmeyen savaşlara, sınıfsal eşitsizlik yanında bireycilik ve yabancılaşmaya, aşırı ve tatmin yaratmayan tüketime; sosyalizm ise otoriterliğe, bireysel ve toplumsal özgürlüklerin yok edilmesine neden olmuştu. Dönemin aydınları Avrupa’da ve Japonya gibi bazı doğu ülkelerinde geleneksel sosyalist-komünist partileri ve reel sosyalizmi eleştiren yeni siyasi ve felsefi görüşler ortaya attılar. Bunlar Türkiye gençliği üzerinde çok etkili olmasa da özellikle Batı'da üniversite gençlerini etkiledi. 1960’lı yıllarda ABD ve Avrupa’da Vietnam Savaşı ile beraber genel olarak savaş karşıtlığı, anti-kapitalizm ve anti-emperyalizm ile ırkçılık karşıtı sivil haklar hareketi, “Feminizmin II. Dalgası” olarak tanımlanan toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi ve cinsel özgürlük hareketi yükselmişti. Doğu Bloku'nda ise reform ve özgürlük hareketi, Türkiye gibi çoğu “üçüncü dünya ülkesinde" Vietnam Savaşı ile beraber yükselen Amerika karşıtlığı, anti-emperyalizm ile yoksul kitlelerin hareketi, emek ve köylü hareketi, daha eşitlikçi, daha bağımsız ve demokratik bir sistem arzusu yükselmişti.

68'E GİDERKEN

Türkiye’de çok partili sistemli demokrasinin sonu hüsranla bitmiş, 60’lı yıllara bir askeri darbe ile girilmişti. Ancak bu darbe dönemin çoğu aydını ve 68 gençliği tarafından genellikle “restorasyon dönemi” olarak benimsenmişti. Üstelik bu darbenin hiyerarşi dışı olması, öncü kadronun albaylar oluşu ve müdahaleye giden yolda sivil ve askeri okul öğrencilerinin eylemleri ile gençler bu “devrim”in baş aktörleri arasında kendilerini gördüler. Sosyalist partilerin, sendikaların kurulmasına izin veren, örgütlenme ve düşünceyi ifade etme yolunda daha özgürlükçü yeni anayasanın imkanlarıyla işçi sınıfı emek hareketini yükseltmişti. 1963 yılında İstanbul Kavel Kablo Fabrikası'nda çalışan işçilerin 62 gün boyunca süren grevi kıvılcımı yakmıştı. 1964’te Pil Fabrikası’ndaki grevde 1100 işçinin 790’ı kadındı üstelik. Bunları art arda eylemler, 1968 Baharı'nda ilk fabrika işgali olan Derby işgali gibi önemli eylemler izledi. En büyük işçi direnişi 15-16 Haziran 1970 ile işçiler kendiliğinden eylemle gücünü göstermiş, egemen sınıflara boyun eğdirmiş, 1968 yılında kurulan Devrimci İşçi Sendikası Konfederasyonu'nun (DİSK) kapatılmasını önlemişlerdi.

Türkiye’de sınıf mücadelesindeki gelişme yeni kurulmasına ve türlü engellerle karşılaşmasına rağmen ilk kez bir sosyalist parti Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) Meclis'te yer almasından da belliydi. TİP üniversitelerde kurulan Fikir Kulüpleri ile 1960’yı yıllarda sol görüşlü üniversite gençliğinin bilinçlenmesinde önemli bir rol oynadı. Büyük tirajlı Kemalist-Marksist sosyalist fikir dergisi Yön, gençliğin özellikle antiemperyalizm ekseninde bilinçlenmesinde çok etkiliydi. Örneğin “Cola Cola’yı boykot” gibi Yön’ün önerdiği “anti-emperyalist” eylemleri dönemin sol görüşlü üniversite öğrencileri benimsemişti.

Eylemlilik 50’ler sonu başlamış 70’ler boyunca sürmüşken neden 68 Kuşağı diyoruz? 1968 yılı, özellikle baharı, kimi tarihçilerce “tarihin fazla mesai yaptığı yıl” olarak değerlendirilir. Özellikle Fransa’da 68 Mayıs’ındaki direniş bir devrim beklentisi yarattığı için de bu yıl üzerinden 60’lar okunur. Mart 1968’de Varşova Paktı üyesi olan Polonya’da bir oyunun “Anti-Sovyet” olması gerekçesiyle yasaklanması ile üniversite olayları başlamıştı. ABD’de insan hakları savunucusu ve ırkçılık karşıtlığı mücadelenin barışçı liderlerinden Dr. Martin Luther King Jr. 4 Nisan 1968 günü suikastla öldürüldü. Bu suikast ABD tarihinin en yaygın ve geniş toplumsal eylemleriyle protesto edildi. 19 Mart’ta Washington DC’de Howard Üniversitesi'nin yönetim binası öğrencilerce işgal edildi. Bunu 23 Nisan’da Columbia Üniversitesi'nin beş binasının işgali izledi. Hatta öğrenciler bir süre için dekanı rehin alıp üniversitenin askeri araştırmaları bırakmasını talep ettiler. Protestolar, işgaller tüm dünyaya yayılırken 6 Haziran’da ağabeyi Başkan John F. Kennedy gibi barış umudu yaratan senatör Robert F. Kennedy suikastla öldürüldü.

Mayıs ayında Paris olayları patlar. Fransa’da tutucu De Gaulle iktidarına karşı Nanterre Üniversitesi’nde başlayan öğrenci hareketi giderek büyür. Üniversite hatta lise öğrencileri sokaklarda barikatlar kurarak emniyet güçleriyle çatışmaya başlarlar. Sorbonne Üniversitesi’ni öğrenciler işgal eder ve onu “halk üniversitesi” ilan ederler. Öğrenci liderleri amaçlarının “tüketim toplumunu yok etmek” olduğunu bildirirler. İşçi örgütleri gençleri desteklemeye karar verir. 13 Mayıs günü işçiler ve öğrenciler 1 milyonun üzerinde kişi Paris’te yürür. Yaklaşık 10 milyon işçi greve gider ve fabrika işgalleri başlar. 50 kadar fabrika işgal edilir. Fransa’da işçi ve gençlik eylemleri ile bütün dünyada yeni bir devrim beklentisi de büyür. Acaba bütün dünyayı değiştiren yeni bir çağı başlatan 1789 Burjuva Devrimi gibi Fransa’dan yeni bir devrim, bir sol devrim mi gelmektedir?

YÜKSELEN DALGA, ARTAN EYLEMLİLİK

Eylemliliğe Türkiye de katılır. Aslında Fransa’dan önce 68 Baharı'ndaki ilk üniversite işgali pek beklenmedik yerde, Ankara İlahiyat Fakültesi’nde çıkmıştır. Hatice Babacan’ın “türban” biçimindeki baş örtüsünden çıkan tartışma ve üniversiteden atılması fakülte işgali ile sonuçlanmıştır. Bu olay kapanırken Fransa’daki olaylar ile beraber asıl işgal dalgasını başlatan yine sağ görüşlü öğrencilerin daha yoğun olduğu 10 Haziran’da Ankara Dil-Tarih Fakültesi’ndeki işgaldir. Bunu diğer üniversiteler, fakülteler toplam 44 üniversite ve fakülte izler. En çok ses getiren işgal Türkiye’nin en büyük üniversitesi İstanbul Üniversitesi'ndeki işgaldir. Deniz Gezmiş, bu işgal sırasında bütünleştirici davranışlarıyla öğrenci lideri olarak ortaya çıkar. Türkiye’nin 68 Kuşağı bu işgallerle oluşur. Üniversite işgallerine bazı yüksek okullar, olgunlaşma enstitüsü de katılır. İşgaller haziran ayı sonunda uzlaşma ve reform sözüyle bitirilse de reformun kapsamlı yapılmaması sonraki yıllarda da boykotlara, işgallere yol açar. Bütün bu eylemlerle öğrenciler üniversite yönetimlerinde asistan ve öğrenci temsilcilerinin bulunması, bazı yönetmeliklerin değişmesi gibi önemli kazanımlar sağlarlar. 1960’lardaki nüfus artışı ile üniversite önlerine çok genç yığılmıştır, onlar da 68-69 yılı boyunca yeni üniversite talebiyle eylemler yaparlar. 1970’li yıllarda giderek artan ihtiyacı karşılamaya yönelik yeni üniversiteler açılır.

Öğrencilerin eylemleri işçileri hatta toplumun farklı kesimlerini de etkiler. Derby Fabrikası işgali, bir fırının işçileri tarafından işgali gibi sınıfsal eylemlerin yanında kısmen sınıfsal tarafı da olan Bakırköylü kadınların çocuklarıyla beraber ellerinde kovalarla Sular İdaresi’ni işgal etmesi gibi eylemler de 68 yazının olayları arasındadır. Kadınlar Florya gibi daha zengin kesimlerin yaşadığı ilçede sular akıyorken Bakırköy’de suların günlerce kesilmesini protesto ederler.

Öğrenciler reform sözü ile 68 Baharı'nda büyük bir zafer kazanmışlardı. Bu duyguyla, ülke yöneticilerinin ve üniversitenin kıdemli öğretim üyelerinin beklettikleri reformları harekete geçirmiş olmanın verdiği özgüvenle gençler tüm ülkeyi reformdan geçirmeye, hatta giderek devrimci dönüştürmeye soyunurlar. 68 Temmuz’unda dünyada da kısmen “alkışlanan” bir eylem olarak 6. Filo’yu ülkeden “kovmayı” başarmak da bu güveni artıran önemli bir etkendi. Solcu gençler 10 Ekim 1969’da bütün gençlik örgütlerini bir arada toplamayı hedefleyen (ancak giderek bölünmelere yol açacak) Türkiye Devrimci Gençlik Konfederasyonu (DEV-GENÇ)’i kurarlar. DEV-GENÇ’liler “işçi gençlik el ele” söylemiyle işçi eylemlerinin yanında yer alır. Türkiye’de nerede köylü eylemi varsa oraya gidip hatta köy köy dolaşıp yoksul köylüleri bilinçlendirmeye çalışırlar. Bazı gençler köylerde kendilerine gösterilen misafirperverlik ve sempatiyi halkın devrime hazır olduğu yönünde okurlar.

Yükselen dalgayı yakalayıp önüne geçmek arzusuyla bazı gençler- biraz da demokratik yolların hızla önlerine kapanmasıyla- “Che Guevera’nın yolundan gitmek” olarak tanımladıkları, toplumsal bir tabanı bulunmayan, askeri-stratejik hazırlığı son derece yetersiz, “romantik” diyebileceğimiz gerilla hareketlerine kalkışırlar. Sonu hüsran ve hızlı yenilgi ile bitse de bu hareket Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi sonraki kuşakların sembol direniş isimlerini yaratmıştır. Eylemlerin teorik ve stratejik bakımdan doğruluğu-yanlışlığı yerine ülkenin elitleri olacak, konforlu rahat bir yaşam sürecek olan gençlerin yoksul halk için kendisini feda edişi gönüllerde iz bırakır. Özellikle hem hukukçularca hem de halkın vicdanında hiç kan dökmedikleri için “haksız idam” olarak yer eden henüz 25’lerinde idam edilen Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan hiç siyasetle ilgisi olmasa bile duyarlı kişilerde büyük bir yara bırakır. Bu 3 fidan yaşasın diye bebeklere ad olur, ağıt olur. Ancak idamlar, Kızıldere’de Nurhak Dağları’ndaki “imha edilmeler” sola yakın halkta umutları kırmak yerine güçlendirir. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu lideri (kendi deyimiyle neferi) Deniz Gezmiş’in henüz yolda yakalanıp güya halka göz dağı vermek için süklüm püklüm önüne getirildiği İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu’nun “Nereye gidiyordunuz?” üstten sorgusuna hiç yüksünmeden gururla “Devrime gidiyorduk” demesi egemenlerin beklentisinin aksine sonraki nesillerin direniş umudunu yükseltir.

68’DEN BUGÜNE

68, günümüzde tarihçiler-sosyal bilimcilerce genellikle başarısız siyasal devrim kalkışması ama başarılı (veya kısmen başarılı) “kültürel devrim” olarak okunuyor. Birçok batı ülkesinde proletarya devrimi olasılığından endişeye kapılan küçük ve büyük burjuvazinin desteklediği sağ partilerin iktidara gelişiyle “düzen” restore edildi. Suikastlarla, baskıyla, askeri darbelerle, Doğu Bloku ülkelerinde Sovyet tanklarının işgaliyle, değişimin önü kesilmeye çalışıldı. Türkiye’de 12 Mart Muhtırası sonrasında devrimci, solcu askerlerin sol darbe-devrim yapmaktaki “başarısızlığı” ile ordu ve düzen restore edildi; sol üzerine “balyoz gibi” inildi.

68 Kuşağı bizlere derinlikli sorgulamalarla doğru bir strateji oluşturmadan, toplumsal sınıflara dayanmadan, yeterince büyük bir kitle desteği almadan sadece eyleme kalkışmanın hatalı olduğunu da gösterdi. Ancak “68 Kuşağı” yenilgi duygusu ve hayal kırıklığının çok ötesinde derin izler bıraktı ve arzulanan “devrim”e göre küçük, ancak önemli kazanımları da beraberinde getirdi. ABD’nin Vietnam’dan çekilmesini sağladı. Sivil haklar genişledi. Çoğu üniversitede öğrencilerin arzu ettiği tarzda reformlar yapıldı, gençlere daha çok söz hakkı tanınmaya başlandı. Toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi dalga dalda bütün dünyaya yayıldı; 80-90’lı yıllarda Türkiye’ye ulaştı. Yine Batı'da etkili olan “cinsel özgürlük” “cinsel devrim” yavaş yavaş dünyanın birçok bölgesinde özellikle kadınlara yönelik ayrımcı, aşağılayıcı ahlaki tabuların, kuralların ortadan kalkmasına yol açtı. 68 Kuşağı'nın direnişi ve hayal ettiği dünya rock müzikle, film ve tiyatro oyunlarıyla sanat alanına yansıtıldı. Hippiler yeşil hareketi gibi yeni siyasi oluşumların ortaya çıkmasına yol açtı.

Türkiye’de 68’lilerin siyaseti-stratejisi ne kadar eleştirel süzgeçten geçirildi bu tartışılır. 68’in gençlik liderlerinde direniş simgeleştirildi. Örneğin Gezi isyanında aradan geçen birçok kuşağa rağmen 68’in gençlik liderlerinin posterleri AKM’ye asıldı. 68 Kuşağı her türlü eşitsizliğin çok yoğun olduğu ülkemizde bu düzenin böyle gitmeyeceğini, direnenlerin çıkacağını gösterdi. Hemen her eylemde bu kuşağın öncülerinin posterleri taşınıyor. Direniştekilere umut ve güven aşılanıyor.

68 Kuşağı basın-yayın araçlarının da imkanlarıyla bütün dünya halkları olarak birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu hissettirdi. ABD’de hem ırkçılık karşıtı hem de toplumsal cinsiyet eşitliği için yürüyüş yapan kadınlar “Vietnam’daki kız kardeşlerimizle dayanışma içindeyiz” pankartı ile o ortaklık duygusunu yansıtabilir. Harun Karadeniz gibi Türkiye’de bir gençlik lideri, eylemliğini, "Bütün dünyada gençler hep beraber emperyalizme karşı direniyoruz" şeklinde açıklayabilir. Gencecik bir adam, Norman Morrison, kendi ülkesinin Vietnam’da yaptığı vahşete dayanamayıp en acı verecek biçimde Pentagon önünde canlı canlı kendisini yakarak ülkesini protesto edebilir ve tüm dünyada barış için haykıranların sesi olabilir! Deniz Gezmiş’ler gibi dünyanın çoğu ülkesinde genç konforlu, rahat bir yaşamı elinin tersiyle itip bir başkasının mutluluğu, özgürlüğü için yola düşebilir. Sadece işçiler değil, dünyanın bütün ezilen halkları, kesimleri tıpkı Marx’ın Manifestosu’nun sonundaki çağrısında olduğu gibi zincirlerini kırıp özgür ve mutlu bir yaşam için birleşebilir. 68 Kuşağı, her şeyin ötesinde gezegenimizi bile kaybetme riskini taşıdığımız dönemde giderek daha da acil hale gelen daha yaşanılır bir dünya kurma sorumluluğumuzu bize hatırlatıyor.

* Dr. Öğretim Üyesi, Acıbadem Üniversitesi