YAZARLAR

Tesadüfün büyük coşkusu – son

Beklemekten yorulmuş halde uyuyakalmışım. Uyandığımda baş ucumda eniştem vardı. “Getirsek bile yiyemezdin, katı gıda yasak üç gün. Ağzını arala, şeftali suyu içireceğim sana.” Şeftali suyundan o gün bugün nefret ederim.

Adım Cemil. Bunu söylerken yüzlerde oluşan istihzanın, yüz bin iki yüz üç bölüm süren o dizide pencereden sarkan adamla ismimin özdeşleştiğinin farkındayım. Kimi zaman isim, kimileyin ad dediğimin de farkındayım. Üstelik, kimi zaman ile kimileyin arasındaki farkın da farkındayım. Evet, ve ile ilenin de. Adım Cemil. Bunu bir kere daha söyleyecek olursam dahi, siz bana mani olun. Ki, istihzadan uzak duralım. Derdimiz haza kelimeler değil.

Hemşerilerime göre geç tanıştım zurnayla. On yedimdeydim üflediğimde. Bunca yılda bir şey öğrendim mi diye sorsalar, anca düğün yapmak derim. Düğün yapmak ciddi bir iştir ama derdimiz düğün de değil.

Şimdiki gençler bilmezler pek. Çocukluğumda bademcik ameliyatı bayağı mühim bir şeydi. Yok lokal anestezi mi olacak, yok el kadar bebeye narkoz verirsek masadan kalkar mı, yok nasıl ağlatmadan ameliyat ederiz... gibi birçok dertle uğraşırdı zavallıcık hekimler. Benim hekimimin adı İrfan’dı. Muayenehanesi koca bir meydana bakardı. O meydanın birleştirdiği koca caddelerden birinde pasaj vardı. O pasajın girişinde koca bir tostçu vardı. Dünyanın en güzel tostlarını da işte o tostçu yapardı.

Beni ameliyat eden hekim İrfan’ın bütün sözlerine aldandım. Cahildim, dünyanın rengine kanmam işten değildi. Lokal anesteziye rağmen hiç ağlamamıştım, adım yazılacaktı masanın üzerinde duran o takvime. Sorgulamadım, doğrudur dedim. Koca adam, beni neden kandırsın? Üşenmeden beş harf işleyecekse o takvime, vardır bildiği bir şey. Çünkü ağlamamıştım. Ve tahminlerinden (o ve hemşire) daha çok acı çekmiştim. Zira gözümün önüne indirdikleri perde görüş alanımı tamamen kapamamıştı. O yaştaki aklımla çekice benzettiği tuhaf aleti görünce bile korkmamaya çalışmıştım. Korkmak? İt gibi korkmuştum. Ama kuyruk varsa, dik durur. Ağlamamıştım. Çünkü tost yemeye gidecektik buradan.

O tostu hiç yiyemedik. Ameliyat sonrasında bırak tost yemeyi, su içmekten acizdim. Üç yüz otuz kilometre uzaktaki memleketimize geri döndük. Yolun bir kısmında baygındım. İyi niyetten söylüyorum; ne bir kısmı, neredeyse tamamında baygındım. Eve vardığımızda, nihayet eve varmamızın coşkusuyla kendime gelmiştim. Sıcak, anne karnı ev. Uyuyabilirdim artık. İnsan baygınken rüya görmüyor.

Ta burnumun ucuna kadar ulaşan harikulade kokuyu duydum. Etli sarma. Dünyada o tostu yiyememeyi unutturacak tek şey buydu. Demek düşünmüşler, iştahımın kabarmasını ciddiye almışlar, tostun yerine bir şey ikame etmişlerdi. Coşkuyla uyandım uykudan. Sesim? Yok. Ameliyatlı bademciğim sesimi de almış meğer. Uzun süre dipteki odada hasta yatan halimi fark etmelerini, sarmadan iki lokma getirmelerini, zaten benim için yaptıklarını ve eninde sonunda beni duyacaklarını bekledim. Biraz daha bekledim. Nekahate hürmet bekledim. Bademciğimin ağrısının yerine, iştahı ikame ettim. Bekledim.

Kimse gelmedi. Gelse, zaten şimdi niye yazılsın, değil mi?

Beklemekten yorulmuş halde uyuyakalmışım. Uyandığımda baş ucumda eniştem vardı. “Getirsek bile yiyemezdin, katı gıda yasak üç gün. Ağzını arala, şeftali suyu içireceğim sana.” Şeftali suyundan o gün bugün nefret ederim.

Yaprak sarma? Bir daha hiç yemedim. Zurna? Konumuzla ilgisi var. epeyce var hem de.

Hastalığı atlatıp, artık bademciksiz bir hayat sürmeye başladığımda, artık duymuyordum. Tat duymuyordum. Bir daha asla etli yaprak sarmanın tadını alamayacaktım. Bunu da bana ikram edilen ilk çayda kavramıştım.

Şimdi çaycıyım. Her gece turistlere Osmanlı gecesi düzenleyen Mehteran takımına çay servisiyle meşgulüm. Marmara denizinin üstünde hiçbir kokuyu duymadan, karşımdaki evlere bakıyorum. Setüstü’nde evler hep sırt sırta. Onlar, benim üzerinde olduğum denize baktıkları için mesutlar. Ben, duymadığım bütün şeyler için kahırlıyım. Zurna? Artık hiçbir düğüne çağırılmıyorum. En son gittiğim düğünde (sekiz yıl oldu birkaç hafta önce) sarma kokusu duyduğumu sanıp, haremde dinlenen gelinin odasına dalmışım. Ben olsam, ben de benim gibisini çağırmam. Zaten bu kadar çok ben de demem ben olsam.

Hayatta en çok sevdiğim şarkı, “Sev Yeter”. Kendi düğünüme hiç gitmedim. Zurna üflüyorum ve tat duymuyorum. Adım Cemil. Bunu zaten söylemiştim. İstanbul’un denizi güzel de havası zor. Lodos fena. Tesadüf?

Zurnanın zırt dediği deliğin tesadüfü: Bir gün bir çift bindi motora. Çaydayım ben, Mehteran coşkudan coşku beğeniyor turiste karşı. Bir baktım, bizim İrfan. Doktorum. İki büklüm bel, kolunda genç bir kadın, karşımda duruyor. Ağzımı zihnimi doldurdum en azından tostun hesabını sorayım diye. Sustum, bize yakışmaz dedim. “Çaycı,” diye bağırdı herif üşenmeden. “Bize iki tost ver.”

“Yanına sarma ister misiniz?” bile demedim. Çünkü bütün tesadüflerin bir sonu vardır.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.