Arin İnan Arslan: Sessiz bir yönetmen

İnan Arin Arslan sineması değişiktir, derindir, hırpalayıcıdır. Düşündürücü ve bir o kadar da karamsardır.

Google Haberlere Abone ol

Salih Suleymani

Bir kısa film düşünün, 10-15 dakika arası, izliyorsunuz, film bitiyor, sonra fark ediyorsunuz ki film sizi iki saatten uzun süren Bergman, Tarkovsky, Güney yada Kieslowski filmleri kadar yormuş, bitap düşmüşsünüz. Ve bu kısa filmden 3 adet olduğunu düşünün. İnan Arin Arslan sineması değişiktir, derindir, hırpalayıcıdır, düşündürücü ve bir o kadar da karamsardır.

İLK KISA FİLM 'KIRINTI'

2004 yılında ilk kısa filmi Kırıntı'yı çektiğinde hâlâ bir üniversite öğrencisiydi. Şu gök kubbe altında söylenmemiş söz kalmadı diyerek kameraya sarıldı ve sözünü farklı söyledi. Küçük bir çocuğun eliyle öyle bir insanlık portresi çizdi ki, yediden yetmişe herkese hitap etti. Hem işlediği konu hem de işleyiş biçimi ilk kısa filmi olmasına rağmen dikkatleri üzerine çekti. TKM Kısa Film Festivali Yılmaz Güney ödülü, İFSAK Jüri Özel Ödülü ve 16'ncı Ankara Film Festivali Ulusal Kısa Film Yarışması Jüri Özel Ödülü gibi ödüller ve bir çok övgü aldı.

Yönetmen bu filmi ile, modern dünyayı, dünyadaki adaletsizlik ve sınıf farklılıklarını, açlığı ve insanlığın düştüğü durumu ekmek kırıntısıyla ve bir çocuk eliyle televizyon boşluğuna sokar gibi gözümüze sokmayı başarmıştır.

GÖLGE VE RÜZGAR...

İlk filminden iki yıl sonra Sî û Ba (Gölge ve Rüzgar) diye bir film daha çekti. İlk filmine övgüde bulunanları mahcup etmeyecek kadar başarılı olan Sî û Ba Tahran 11. Uluslararası Kısa Film Festivali'nde En İyi Asya Kısa Filmi seçildi. 3'üncü  Sony Pictures Home Entertainment Kısa Film Yarışması En İyi Film  gibi daha başka ödüller alıp bir çok festivalde gösterimi yapılan film, kısa olmasına rağmen uzun bir filmden daha büyük etki bırakacak kadar da güçlüdür. Karacadağ coğrafyasında çekilen ve çocuk, kardeş, anne, nine ve kayıp karakter baba beşgeninde oluşan film hikayesi aslında bilindik bir Kürdistan gerçeğidir.

Filmde olmayan baba karakteri, ki öldürüldüğünü biliyoruz, hayali olmakla birlikte simgesel öğelerle temsil ediliyor. Bazen çamurdan yapılmış bir heykel, bazen gölgesinde oynanan bir ağaç bazen de öldürülen bir siluet olarak karşımıza çıkmakta. Baba ve baba figürünün bir çocuk için dünyanın sonu olma sorgusu sinema diliyle o kadar sağlam o kadar psikolojik işlenmiş ki hayran olmamak elde değil. Babanın yokluğunun sadece çocuk için değil, filmdeki anneler için de ne kadar büyük bi yokluk olduğunu kare kare görüyoruz. Bu filme bir isim ver deseler bana, tereddütsüz Kürdistani Bir Ağıt derdim. Bir baba ölünce ancak bu kadar derin, bu kadar sofistike ve bu kadar acıklı ağıt yakılabilir. Kadınlar, ağıt yakan kadınlar sessizdir, diyalog yoktur ama her bir ses, her bir akis kadınların çığlığıdır aslında.

Film o kadar sembolle bezenmiştir ki, 15 dakikalık film insanda bazı yerlerde ara verip dinlenme ihtiyacı doğuruyor. Filme, beş ana karaktere altıncı karakter olan ve kötülüğü simgeleyen asker eşlik ediyor. Çünkü o orada işgalcidir ve babayı öldürmüştür. Tek izi ise kandan daha kötü olan siyah boyadır. Olabildiğince soyut semboller ve öldürülmüşlerin izleri resmediliyor. Cana, taşa ve ağaca yüklenen onca anlam ancak ve ancak bir Dêrsimlinin eliyle gerçekleşebilirdi. Kötü karakter olan işgalci askerin Kürdistan'daki tahribatı bir çocuk gözüyle o kadar sanatsal anlatılmış ki kurmaca olan film belgesel kadar semiyotik ilerliyor ve seyirciye çok üst perdeden sesleniyor. Filmin müziği, müziğin sözleri ve hikayeyi tamamlama gücü ise enfestir.

Bu ikinci filminden tam 4 yıl sonra 2010 yılında İnan Arin Arslan üçüncü kısası olan Pera Berbangê filmini çekti. 61'inci Berlin Uluslararası Film Festivali'nde finalist olan bu film genç yönetmeni de bu sayede yerelden uluslararası arenaya taşıdı. Daha başka büyük festivallerde yarışan ve gösterilen filmin uzun ismi Arpeggio Ante Lucem, Pera Berbangê'dir ve şafağın kanatlarını, kanadı olup uçamayışı, özgürlüğü, esareti ve o esaret içindeki kıskacı işliyor. Sadece Kürt ve Türk sinemacıların değil uluslararası büyük kişi ve kurumların da dikkatlerini çekmeyi başaran bu muhalif, felsefi ve devrimci yönetmen bir kez daha gösterdi ki bize anlatacağı çok şey var ve asla teslim olmayacak bir yapıya sahip.

Sistemle, sınıflarla, eşitsizliklerle ve en önemlisi kendi yurdundaki işgalle sorunu var, iflah olmaz muhalif duruşunu her geçen gün artırarak muhafaza ediyor. Yönetmen bu filminde, özellikle özgürlük adlı mefhumu en başından itibaren filozofik ve psikolojik bir zemin üzerinde işliyor. Yine bir çocuk karakter eliyle, bu sefer özgürlüğün ana simgesi olan kanat, kanadı taşıyan güvercin ve güvercinlerin dahi esaretteki ısrarını inanılmaz bir yöntemle anlatıyor. Bişkov (Düğme) lakaplı çocuk, göç etmek zorunda kaldıkları şehirde güvercinlerinin para karşılığında serbest bırakılması ile geçimini sağlıyor. O güvercinler tekrar esarete geri dönüyor ve bu kısır döngü hep devam ediyor.

Zira o güvercinlerin her biri esaret altında olan bir halkın her bir bireyini temsil ediyor. Diğer filmlerinde olduğu gibi, yönetmen bu filminde de olabildiğince sembol ve alt metin kullanmıştır. Bence her bir filmi asla tek bir seyirle anlaşılacak gibi değil. Hele filmine konu olan esir halkı, kültürünü ve vatanını bilmiyorsanız hiç anlayamazsınız. İlk filmi bir evde, ikinci filmi bir köyde, üçüncü filmi ise bir şehirde geçiyor, evi yakılan köyü boşaltılan dolayısıyla şehirlerinde, askeri güçle varlığını sürdüren yapıların mağduru insanların vaziyetini ziyadesiyle bilinçli kurguluyor. Çok uyumlu bir trilogy olmuş ve bence sinematolojinin iyi bir konusu olur. Her üç filminde de alt metin olarak kolluk güçlerini görmek ve onların modern zamandaki kirli temsillerini anlamak mümkün.

İlk filmdeki küçük çocuk ikinci filmde azcık daha büyümüş ve köye taşınmıştır, orda babası elinden alınmış bu çocuk üçüncü filmde daha büyük ve daha karamsar/karmaşık bir hayatla karşımıza çıkıyor. Filmlerindeki olayların merkezinde hep bir aileyi ve ailenin de çıkış noktası olarak bir çocuğu görmek mümkün olan Arin İnan Arslan, hep parçalanmış bir aile üzerinden Kürdistan'ın parçalanmışlığını işliyor. Bir aileyi sosyolojik olarak işlevsiz bırakmanın en kolay yolu baba figürünü yok etmekten geçer, dolayısıyla Arslan'ın filmlerinde baba ya öldürülmüştür yada işlevsiz bırakılmıştır. Yaşama gerekçeleri elinden alınmış bu erkekler güruhu üç filminde de kendini gösteriyor ve olabildiğince karamsar bir portre çiziyorlar. Her ne kadar anlatımı şiirsel olsa da, edebi ve felsefi unsurlardan çokça beslense de daima umutsuzluğu ve karamsarlığı yansıtıyor.

Özgürleşemeyen güvercinler, esir bir halk. Seçtiği konular, işleme biçimi, sembol ve alt metin kurma gücünün yanı sıra kamerayı kullanma tekniği, görüntüyü yakalama estetiği, minimal ve maksimal fotoğraflama yöntemi bakımından da gayet doyurucudur. Siyah ve beyaz tonunda çektiği filmler gözü yorup incitmese de aklı ve kalbi olabildiğince acıtıyor, sarsıyor.

Üç kısa filminden sonra Dêrsim'e taşınıp metropol hayatının tüm keşmekeşinden kaçarak bir derviş gibi münzevi bir hayat süren İnan Arin Arslan, kitapçı dükkanı açmış geçimini böyle sağlıyor. Tek temennim "Hurda satın almak bahanemdir. Şehri sokak sokak seni bulmak için geziyorum" diyen İranlı şair gibi O da aslında uzun bir film çekmek bahanesiyle kitapçı dükkanı açmıştır ve kendisini besleyen anayurduna baba toprağına taşınmıştır.