Darbenin beyaza boyadığı köyün hikâyesidir bu!

Ercan y Yılmaz ile Sel Yayınları'ndan çıkan son kitabı "O Öyle Olmadı" üzerine konuştuk. Kitabın ortaya çıkış hikâyesini anlatan Yılmaz, "Kenan Evren’in köyümüze gelmiş olduğunu ve bu gelişin ayrıntılarını duyduğum günden beri zamanın ya da başka bir yücenin bize bir rövanş borcu olduğuna inandım. Kincil, intikamcı bir rövanş talebi değil bu, belki tekrar yeniliriz. Ama adaletli yargıçlar şartında ısrarcı olacağız. Meçhul adlı bir meftunun hayali oldu bu rövanş. Bu hayal öyle vücut buldu. Ama romandan bunlar çıkmayabilir, içimdekiler bunlardı" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Halim Şafak

Kenan Evren’in 12 Eylül’de Batman’da gittiği Aydınkonak köyünün aynı zamanda Sophia Loren’e aşık Meçhul dayının yaşadığı ve gençlerin çıkardığı Ciklet adlı edebiyat dergisinin yayımlandığı yer olmasının baştan tuhaf bir ironiye sahip olduğu düşünülebilir. Köyün, Kenan Evren gelmeden önce ve Sophia Loren gelecek diye baştan sona beyaza boyanması ise ironiyi iki katına çıkarır. (Kenan Evren için tek Meçhul dayı evini boyamayı reddetmiş ve damını yıkmıştır)

KENDİNİN HİKÂYESİDİR BİRAZ DA...

Aslına bakılırsa köy bir sürü ve sonradan iç içe girecek olan hikâyenin geçtiği yani yaşandığı yerdir. Burası yalnızca dünyada herhangi bir köy değildir. Kendini bugüne kadar getiren ve bugünü de belirleyen insanlığın hikâyesinin geçip dünyaya dağıldığı yerdir. Batman, İstanbul, Diyarbakır, Mardin, Kars ve başka şehir ve kasabalar burada tuhaf ama bütün trajedisini bu hikâyelere saklamış bir dünyayı temsil ederler. Ercan y Yılmaz’ın “O Öyle Olmadı” adlı romanı yazarın çocukluğunu ve gençliğini de bir biçimde kendine dâhil eden hikâyelerin bir de onun yazdığı hikâyesidir.

Bu bizim pek bilmediğimiz bilsek de ilgilenmediğimiz otoritenin ve onun belirlediği halkların ilişki biçimi olarak şiddeti, öldürmeyi ve sürmeyi anladığı daha tarihinin yanından bile geçilememiş bir dünya ve onun hikâyesidir. Doğu mu, güneydoğu mu, Kürt illeri mi yoksa Kürdistan mı, ne derseniz deyin bütün hikâyelerini hala sözün ölmedikçe/öldürülmedikçe ancak sahip çıkabildiği ve belki yüz yıllar boyu böyle kalması muhtemel geçmiş ve bugünden yaşanmış ve daha da yaşanması ihtimal dâhilinde olan memleket manzaralarıdır. Aslında böyle bir ayrıma bile gerek olmayabilir. Çünkü hayat tarih boyunca hayatın doğusu ancak böyle yaşanmıştır/yaşanabilmiştir.

Ercan y Yılmaz, O Öyle Olmadı, Sel Yayıncılık, 2017.

Ercan y Yılmaz buna yani yaşanmış ve yaşanmakta olana kendi zamanını da dâhil ederek hikâyeye biyografik özellikler de kazandırıyor. Belki buna da gerek olmayabilir çünkü o coğrafyada doğmuş ve biraz yaşamış (romancı Batman’lıdır) olmak zaten dâhil olmak için yeterlidir. Söz konusu dâhil olma biraz geriye bakınca başka başta Ermeniler ve Ezidiler olmak üzere başka azlıkların trajik hikâyelerden en azından söz sayesinde haberdar olacaktır.

Kimliğinde anasının adı yazmayan Asal’ın bunun peşine düşmesinin ve gidip anasını bulmasının ürettiği trajedi ise hiçbir yoruma gerek kalmadan hem bugünü hem de geçmişi anlamaya yetmektedir. Şurası kesindir ki daha çok sözün içinde kalan tarih büyük ölçüde bu topraklarda yaşayan halkların azınlık edilmesinin ve zulme uğramasının hikâyesidir.

Edebiyat bunu baştan beri fırsat buldukça ve tekten örneklerle can havliyle ve acıyı paylaşma temelli bir anlayışla ele aldı ve yazdı. Ercan y Yılmaz bu tavrı ulusçuluklardan kurtararak başka ve herkesin okuyabileceği ve bir şey diyebileceği bir şey haline getiriyor. Hatta aynı tavır ele aldığı konuları özellikle bugüne bakarak aynı dilin içinde kalarak politikleştirebiliyor. Kuşkusuz bu ve benzeri dillere karşı ihtiyatlı olanlar için de en başa kendimi koysam da “O Öyle Olmadı” sıradan insana ulaşma ve acısını onunla paylaşma yolunda bu dilin de bir imkân olabileceğini hatta birlikte yaşamaya katkısı olabileceğini büyük ölçüde gösteriyor ve okuru buna ikna ediyor.

Kesinliklerinden ve sertliklerinden kurtulmuş/ kurtarılmış bir dil en azından bundan sonrası için bizi birlikte yaşamaya ikna edebilir ve bu uğurda kendine söz verebilir. Bunun fazlasıyla enternasyonal olduğu söylenebilir.

ORALAR ESKİDEN BİLDİĞİMİZ DÜNYALAR DEĞİL

“O Öyle Olmadı” özellikle bir sürü hikâyeyi tek bir hikâye haline getirme gibi bir özelliğe sahip olduğundan dolayı bugünün romancılığı içinde ayrıca değerlendirilmelidir diye düşünüyorum. Açıkçası geçmişe göre otoritenin neredeyse kalıcılaşmış zulmüne ve baskısına rağmen Batman’da ya da başka bir Kürt ilinde yaşamanın bizim bildiğimiz anlamda erilliğin ve feodalizmin içinde ve ikisiyle fazla sorun yaşamayan bir solun içinde kendini gerçekleştiren bir yaşama olmadığını artık biliyoruz. Hatta yüz yılı geçkin zamandır süren bu istisna haline rağmen bunun böyle olduğunu, bu hale geldiğini söyleyebiliriz.

Kuşkusuz eğitim ve teknoloji başta olmak üzere bunu oluşturan bir sürü neden ve olgu burada sıralanabilir. En azından yaşadığımız dünyanın da ve oradaki hayatın doğusunun da eskiden bildiğimiz dünya olmadığının artık farkında olmalıyız.

“O Öyle Olmadı”nın geçmişin ve bugünün can havliyle ve büyük bir korkuyla ancak yaşanabilen dünyasını bu derece herkesin anlayabileceği ve karşı çıkabileceği bir şey haline getirmesini bu dünyanın oluşturduğu bir şey olarak kabul etmek de gerekiyor. Söz konusu dünyayı anlamak ve değiştirip dönüştürmek ve otoriteyi bu noktaya çekmek ya da özgürlük talep etmek belki bu dille ancak mümkün olabilecek.

Ercan y Yılmaz’ın Batman, İstanbul, Diyarbakır, Mardin, Kars ve başka şehir,köy ve kasabalarda geçen trajik hikayeleri tek bir hikayenin konusu haline getirerek dünyada olup biten bir şey yer olarak anlatmasının aynı dünyanın bilincinin bir sonucu olarak da kabul etmeliyiz.

Kaldı ki “O Öyle Olmadı”nın uzun zamandır kalıcılaşmış ve neredeyse yönetim biçimi haline gelmiş bir istisna hali karşısında zaten her hangi bir köyün ya da insanın hikâyesi olması da kuvvetle muhtemeldir.

'ACI CESARETİN OLMAZSA OLMAZIDIR'

Ercan y Yılmaz ile son kitabı üzerine konuştuk. Yılmaz, "İnsan üstesinden geldiği acısını hiçbir şeyle değişmez. Ancak acı sürerken değiştirmek ister, ki buna imkan da yoktur. Ceremesi olmasa hiçbir cefadan sonra sefa anlam kazanmaz. İşte bu trajedi ve acılar ise romanda geçen ifadeyle “boynunun hamuru betonla karılmış” bireyler yaratıyor. Asaf ve Meçhul böyle bir karakter. Acıları var ve bu acılar onların daha sağlam yaşamasının sebebi olmuş. Öyle dik durmuşlar. Çünkü acı cesaretin olmazsa olmazıdır" diyor...

Sevgili Ercan y Yılmaz yeni romanınız O Öyle Olmadı’da (Sel Yayıncılık, 2017) 12 Eylül sonrası Kenan Evren’in Batman’ın Aydınkonak köyüne gelmesinden aynı köyde gençlerin Ciklet diye bir dergi çıkarmasına, Meçhul’ün Sophia aşkına ve annesinin peşine düşen Asaf Duman’ın hikâyesini içine alan neredeyse politik bir mücadeleye dönüşen bir zaman tartışması yapmanızı okur nasıl anlamalı ve bundan ne çıkarmalı?

Zaman tartışmasını iyi dediniz. Romanı, artık basılı hâliyle son defa okuduğumda, zaman mefhumu üzerinden anlamaya çalıştım. Romanın sade bir okuru olarak... 12 Eylül’de darbecilerin hane başı verdiği birkaç kilo kireçle “beyaz”a boyanan bir köy var. Artık bu “beyaz” ne kadar beyazsa… Ve ortada bir hayal var, Meçhul’ün bir mektubunda, darbenin kirli beyazına boyanmış köyü aşkın beyazına boyama hayali. Şiirini yazdım, öyküsünü yazdım, romanını yazdım, senaryosu da var.

Kenan Evren’in köyümüze gelmiş olduğunu ve bu gelişin ayrıntılarını duyduğum günden beri zamanın ya da başka bir yücenin bize bir rövanş borcu olduğuna inandım. Kincil, intikamcı bir rövanş talebi değil bu, belki tekrar yeniliriz. Ama adaletli yargıçlar şartında ısrarcı olacağız. Meçhul adlı bir meftunun hayali oldu bu rövanş. Bu hayal öyle vücut buldu. Ama romandan bunlar çıkmayabilir, içimdekiler bunlardı.

Romanı iç içe geçmiş ya da birbirini tamamlayan hikâyelerin oluşturması anlatmak istediğini güçlendirirken edebiyatın pek bilmediği ve işlemediği bir gündelik hayatı da bütün trajedisiyle ortaya koymuş da oluyor.

İki taraflı bir roman, belki ayrı iki novella. Çapraşık olarak birbirine değen farklı hayatları sadece çapraştığı noktalarıyla değil, birbirine çok uzak noktalarına da yer vermek istedim. Bunun için de zaman kavramı önemli bir yerde. Çapraşma noktası öncesi ve sonrasında bir doğrusal düzlem olarak ilerken gündelik hayatla, trajediyle de dramla da kesişiyor. Devletle, aşkla, mizahla, ağlatıyla aynı hikâye ortaklaşabiliyor.

Burada asıl paylaştığımız da bu trajediler ve onların yaşattığı acılar oluyor.

İnsan üstesinden geldiği acısını hiçbir şeyle değişmez. Ancak acı sürerken değiştirmek ister, ki buna imkan da yoktur. Ceremesi olmasa hiçbir cefadan sonra sefa anlam kazanmaz. İşte bu trajedi ve acılar ise romanda geçen ifadeyle “boynunun hamuru betonla karılmış” bireyler yaratıyor. Asaf ve Meçhul böyle bir karakter. Acıları var ve bu acılar onların daha sağlam yaşamasının sebebi olmuş. Öyle dik durmuşlar. Çünkü acı cesaretin olmazsa olmazıdır.

Bu hayata memleketin herhangi bir yerinde yaşanabilecek bir hayat olarak yaklaşmanızı otoritenin baskı ve zulmüne rağmen gerçekleşen bir dönüşümün sonucu olarak görebilir miyiz?

Emin ol, bu hayata nasıl yaklaşmam gerektiğini ben de bilmiyorum. Henüz yaşıyorum, diyoruz artık “merhaba” demek yerine böyle bir noktadayız. Umut diyoruz, güzeli umut ediyoruz; tarih biliyoruz, tarihte çöplük diye bir kısım da var, bakıyoruz baskıcı iktidarların hepsi orada. Otorite mi? Fıtratında var, feci yıkılır.

Ataerkilliğin ve feodalizmin dışında böyle bir dünya bu noktada fazlasıyla etkileyici de bulunabilir. Üstelik bu dediğimi bugünde birlikte yaşamanın başka bir imkânı olarak bile belki alabiliriz. O Öyle Olmadı’nın bir uçtan hem geçmişte hem de bugünde başkalarının istediği gibi yaşamak yerine birlikte yaşamayı koyduğu söyleyebilir miyiz?

Romanda bir yaşam ideali ya da modeli sunduğumu düşünmüyorum, ya da varolanın yerine başka bir ihtimal sunduğumu da… Bu açıdan hiç yaklaşmadım. Ne yazarken ne de kurarken üzerinde durduğum konulardan biridir bu. Yani öyle felsefi laf söyleme yeterliliğim de yok, ne diyelim affola. Ataerkillik meselesi önemli. Romanda erkek karakterler daha geniş yer bulmuşsa da romanın en güçlü karakterleri kadınlardır. Asaf ve Meçhul’den söz ettik ama Meşhur ve Asil de var ve daha güçlüler. Gevezelik yapamadığım yer bu iki kadını anlattığım kısımlardır.

Kendini iyice belirginleştiren insanlık vurgusunu da sanırım böyle anlamalıyız. Bu nasıl yaşandığı ve bu yaşamanın nasıl birlikte yaşamaya dönüşebileceğine yanıt da olmuş olmuyor.

Romanı okuyan bir arkadaşım, dünyayı burada bir köy olarak gördüm, dedi. Bu yorumun bendeki doğruluğunu, geçerliliğini tartışmadan söylemek gerekirse; bu yorum bana fazlasıyla yetti.

Sophia’nın köye gelecek olduğu gün tıpkı Kenan Evren’in geldiği zamanda olduğu gibi bütün köyün beyaza boyanmasındaki ironiye ne diyorsunuz? 

ercan11 Ercan y Yılmaz

Yukarıda sözünü ettiğim kincil olmayan adaletli yargıçların gözetiminde bir rövanş… Bu rövanşın bir tarafı da zamandır. Ona karşı verilen bir mücadele de var. Üstelik hızlı akıyor da bir yandan. Yüzleşme dediğimiz bir şey var. Kendinden başlayan bir şey. Sophia’nın gelişi köye bu imkânı veriyor. Bu bakımdan önemli. Darbenin beyazına karşı aşkın beyazı…

Bu noktada romanın hikâyeler üstünden ortaya çıkarmaya çalıştığı bir Güneydoğu/Kürt illeri kadar bir Türkiye portresi olmuyor mu?

Romanın ikinci tarafında bir gazeteci var: Asaf Duman. Onun tarafından bakılırsa bir devlet portresi görülebilir. Gazeteciliğinin hakkını verebilmesi için buna mecbur. İlk kısımdan yani Meçhul’den bakılırsa bir ülke portresi ortaya çıkabilir. Bu zorlama bir yorum olmaz.

Kendini tekrar edip duran yani belirleyen bir geçmiş karşısında aslında baştan beri bugün yerine de aynı geçmişi tartışıyoruz.

Evet, çünkü geçmişi tartışmıyoruz. Daha doğrusu hiçbir şeyin tartışılmadığı bir ülkedeyiz. Konuşursam duvar çöker, diyerek her türlü hukuksuzluktan aklananları gördük. Birileri çıkıp diyecek; konuş! Senin konuşmanla çökecek o duvarın temelinde ne kıyımlar var. Gerçeği konuşmakla çökecek bir duvarın lanetindeyiz! Bu duvar çöksün daha çok daha güzelini öreriz.

Bu geçmiş ve bugün uluslaşma ve onun belirlediği otorite karşısında ötekine zulüm dışında başka bir seçeneği ne yazık ki hiçbir zaman yaşatmamış. Uzun bir süre yaşatmayacak gibi de duruyor.

Umarım uzun bir süre değildir bu. Çocuklar ebeveynlerinin atalarının yaşadıklarını yaşamamalı.

Kimliğinde annesinin adı yazmayan Asaf’ın annesini bulma mücadelesi de bu dediğimizin en trajik hikâyelerinden biri olmuş oluyor.

Annesini bulmaya çalışmıyor. Umudu o kadar kesmiş ki sadece kimliğinde olmayan ismi öğrenme mücadelesi içinde. Bu bir isim mi sadece? Aynı zamanda Asaf’a yaşayışının kanıtı olacak bir isim.

Bütün bunları sertelmeye ve dikleşmemeye çalışan bir dille yazmanızı başka bir deyişle şiddetin büyük ölçüde dışında ifade etmenizi hâlâ birlikte yaşamanın mümkün olduğuyla mı açıklamalıyız?

Diyelim ki ben bunu şiddet diliyle ve dikleşmeyle vermiş bile olsam ya da bir başka yazar… Hem sadece yazar değil, diyelim ki siyasetçi ya da “lider”ler bu şiddet dilini sivriltsin, sağaltsın, yine de ve her zaman birlikte yaşam en güzel ihtimaldir. Ve en mümkün güzelliktir.