Ötekinin varlığını kabul etmek mümkün mü?

Irmak Zileli ile son romanı Gölgesinde hakkında konuştuk. İki anlatıcılı ve yazar etkisinden sıyrılmış bir roman yazmaya çalıştığını ifade eden Zileli, "Hamaset ve mağduriyet kibrin dilidir" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Irmak Zileli ile Everest Yayınları'ndan çıkan son romanı “Gölgesinde”yi konuştuk. Zileli, romanı “yazar olarak bir hükmümün olmaması için elimden geleni yaptım” sözleriyle açıklıyor.

ırmak22

“Gölgesinde” isimli romanınız “arayış” ve “yürüyüş” isimli iki ayrı bölümden oluşmakta… Kitabın yazarı olarak Irmak Zileli, eylem halindeki bu bölümlerden hangisine daha yakın?

“Kitabın yazarı olarak Irmak Zileli” dediğiniz için hemen söylemeliyim ki, bu hikâyede “yazar olarak” bir hükmümün olmaması için elimden geleni yaptım. Kuşkusuz ki romanı ben kurguladım, bu metnin yazarı benim. Ama ben olarak mı? Kendim kalarak mı? Kendimi roman kahramanlarının içinde eriterek mi yoksa? Tıpkı Leylâ’nın yürüyüşü sırasında başkalarında kendini eritmesi, onlarla iç içe geçmesi gibi... Yazarı silmek için bunca çaba harcadıktan sonra kişisel eğilimlerim ile metnin eğilimlerini birbirine karıştırmak istemem. Metnin ruhunda eğer iki bölümden birine yakınlık seziliyorsa, metin okuru bu iki eylemden birine doğru çekiyorsa, budur konuşulması gereken. Ama bu konuda söz söyleyecek olan yazar değil, okurdur yine.

Bizim gibi doğulu toplumlarda anlatıcının önemi büyüktür… Kültürümüz “âşıklar” ve “dengbejler” kültürüdür. Siz kitapta iki farklı anlatım biçimi kullanıyorsunuz. Bu biçimsel farklılığı, bugünü anlamak ve yarına kalmak olarak yorumladım. Bu yorum, kitabın son bölümlerinde karakterinize söylettiğiniz “bizim ardımızdan gelecek olanlar da bizden kalan izlere dokunacak.” cümlesiyle karşılık buluyor diye düşünüyorum. Bu farklılığın sizin için önemi nedir?

İki farklı anlatım biçimi olmak zorundaydı çünkü iki farklı karakter vardı. İki farklı durum, iki farklı mekân, doğal olarak da farklı bakış açıları... Arzum, yazarın karakterlerine bir şeyler söyletmediği, karakterlerin bir şeyler söylediği metinler yazabilmek, okuyabilmek. Aksi halde bir yazarın her romanında hep aynı sesi işitmek zorunda kalırız. Ya da bir romanın içindeki bütün karakterlerin cümleleri tek bir ağızdan çıkmış gibi gelir. Romanda çok sesliliği arıyorum. Hayatta olduğu gibi… “Gölgesinde”nin sorularından biri de budur zaten; ötekinin varlığını kabul etmek, farklılıklara zihinlerde yer açmak, hiçbir rengi, sesi baskılamamak nasıl mümkün olacak?

Bu soru edebiyata da taşınabilir. Nasıl ki hayatta hükmedici ilişkiler beni rahatsız ediyor, yazarın metni üzerindeki otoritesinden de aynı şekilde rahatsız oluyorum. Yazar, yazar kimliğini fazla önemsediğinde karakterler değil, kendi konuşuyor. Dahası kendi kendine konuşuyor. Bu da çok sesli bir anlatı kurma şansını ortadan kaldırıyor. Yazar, “kendini” geçici bir süreliğine de olsa unutup roman karakterlerine alan açtığında, “kendini” de yeniden keşfedecek belki. “Kendisinin” içindeki öteki sesleri fark edecek. Sonra dönüp kendine baktığında başka birini bulacak. Daha önce bilmediği gibi birini… Vaaz veren olmak tam da bu yüzden yazara hiçbir şey kazandırmaz. Bu konuştuklarınız ışığında söyleyebilirim ki kendi varlığındaki zenginliği ve çeşitliliği fark etmeye kapalı olan Fikret’in anlatıldığı “Arayış” bölümünün biçimi monolog, Leylâ’nın bölümü ise diyalogdur.

Kitapta karakterleriniz için yaşamsal öneme sahip cümleler, pratikte de karşılığını buluyor. Evden kaçan “Leyla”, “sokak demek, ülke demektir” cümlesiyle açıklıyor sokakları arşınlamasını. Post- modernizmde sıkışan kent insanının, aradığı şey sokaklarda mı sizce?

zileli736 Irmak Zileli, Gölgesinde, Everest Yayınları, 2017.

Sokak, bu romanın meselesi bağlamında da bakacak olursak, bizi ötekiyle buluşturabilecek sayılı mekândan biri. Sokağa çıktığımızda bize benzemeyenlerle karşılaşma şansımız daha yüksek. Leylâ’nın değil de Aslı’nın söylediği “sokak demek, ülke demek” sözünün imâ ettiklerinden biri belki de budur. Ülke diye bildiğimiz şey aile ve akrabalarımızdan, dar sosyal çevremizden, meslektaşlarımızdan, ait olduğumuz sınıftan ibaret değil. Ülkeyi sevmekten bahsedip duruyoruz. Peki, hangi ülkeden söz ediyoruz? Ülkeyi gerçekten tüm bileşenleriyle mi tarif ediyoruz? Eğer öyle değilse bunun gerçek bir sevgi olduğuna nasıl inanacağız? Sokak kendimize benzemeyenlerle karşılaşabileceğimiz bir mekân.

Aynı zamanda da bu benzemezliğin yanıltıcı olabileceğini fark etmemize imkân tanıyan bir mekân... Ülkeyi bütün olarak kabul etmek ve kimseyi dışarıda bırakmadan sevebilmemiz için korunaklı dünyamızdan çıkmamız gerek. Bu anlamda evet, belki de sokak, kent insanının arayışına bir yanıt olabilir. Çünkü kent insanı sokaktan koptukça renklilikten ve çeşitlilikten de mahrum kalıyor. Bu hem büyük bir yoksulluk hem de yanılsama getiriyor. Hayatı, ülkeyi ve dünyayı kendi evinin manzarasından ibaret saymanın yanılsaması... Yürümek, yazmak ve okumak bize manzaranın orada bitmediğini hatırlatan eylemlerden bazıları...

Kitapta sürgün yemiş solcu babanın kızının (Leyla’nın) hikâyesini anlatıyorsunuz. Fakat Leyla’nın hikâyesinde, alışılagelen mağduriyet ve hamasi dili kullanmaktan özenle kaçıyorsunuz. Leyla’nın inadı ve kararlılığı, ikinci bölüm özelinde, feminist bir ideolojik inancın ürünü diye düşünüyorum. Siz ne düşünürsünüz?

Hamaset ve mağduriyet kibrin dilidir. Ancak zihninde başkalarının acısına yer açmayan biri, mağduriyeti kendine yorgan yapar. Hamaset ise mağduriyeti ayrıcalığa dönüştürmenin mahsulüdür. Onun kadar acı çekmediğine, çekemeyeceğine hükmettiklerine kendilerini suçlu hissettirir. Tepeden bakar. Mağduriyetiyle döver. Hamaset, Leylâ’nın dilinde kendiliğinden eriyip yok oluyor o yüzden. Dünyanın kendi acısından, ezilmişliğinden ibaret olmadığını kısa süre içinde fark ediyor.

Bunu sağlayan da yine sokaklar ve orada karşılaştığı öteki canlılar. Buna karşılaşma demek de yeterli değil aslında. Leylâ onlarla ortak bir eylemin içinde buluyor kendini. Her biriyle bir şey üretiyor, bir iş yapıyor; bir direnişin parçası oluyor kimi zaman. Leylâ’nın yürüyüşünü “feminist bir ideolojik inancın ürünü” olarak tanımlamak onu sınırlamak ve bir de yolunun kesiştiği ötekilerin hikâyesini görmezden gelmek olur. Leylâ’nın yürüyüşü tek başına bir kadının yürüyüşü müdür? Eğer öyleyse karşılaştığı onca insan ile hayvanın meselesi ne olacak? Onlarla kurduğu bağlar, onlardan öğrendikleri ne olacak? Leylâ bir kadın olarak yürümüyor. Bir insan olarak bile yürümüyor.

Ama aynı anda hem kadın, hem insan, hem hayvan olarak yürüyor. Kimliklerin hiçbirinin baskın çıkmadığı, ötekini dışlamadığı, yoldaşlık ettiği bir yürüyüşü o kimliklerden birinin ideolojisine bağlamak bizi tek bir anlama hapseder.

Orta sınıflarda ya da üst orta sınıflarda baş gösteren bireysel bunalımlara ve çıkışsızlıklara değinen “bütün intiharlar geride kalanlar içindir.” cümlesiyle, orta sınıfların birbirlerini cezalandırma anlayışının ölüm üzerinden bir karşılık bulduğu düşünülebilir mi? Bencilliğin sınırları var mıdır?

Acaba bütün intiharlar geride kalanlar için midir gerçekten? Bu tür aforizma cümlelerini genellikle doğru kabul etme eğilimi gösteriyoruz. Çünkü bizi kurduğu formülle çarpıyor önce. Etkileniyoruz. Üzerine fazla düşünmeyebiliyoruz. O etki kalıyor üzerimizde. Bu cümleyi Fikret kurduğunda bende de aynısı oldu. Ama düşündükçe emin olamadım. Hâlâ da evet böyledir, diyemiyorum. Bu cümle dediğiniz gibi dikkate değer bir tespit mi içeriyor, yoksa Fikret’in bir psikiyatr olarak intihar gibi bir meselede bile kolayca genelleme yapabilmesine mi işaret ediyor? İntihar edenlerle ilgili bu kesin yargı büyük bir merhametsizliğin ürünü gibi geliyor bana. Bakın yine aynı yere geldik tosladık: Ötekinin acısına karşı kör ve sağır olmak.

“Gölgesinde” de sıkça kullandığınız bir diğer anlatım biçimi de hayvanlara, hayvan ölümlerine sıkça yer vermeniz… Bu biçimin kökeninde ciddi bir duyarlılık ve hayvan sevgisi yatıyor diye düşünüyorum. Fakat burada dikkati çeken nokta, hayvanların hikâyesi insanların hikâyesinin yanında tali bir hikâye olarak kalmıyor. Anlatıldığı noktalarda, insanların hikâyelerini ikincilleştiriyor. Buna sebep olan olay “Leyla”nın, dışarıya çıktığı anda, toplumu/ülkeyi kavrarken farkına vardığı ölümlerin bir temsili olma hasebi mi?

Bu soruyu ben de sormuştum kendime. Neden, diyordum, neden hayvanlar çıkıyor Leylâ’nın karşısına? Romanı yazarken bunun üzerine düşündüm ve acaba dedim hayvan ölülerinin manası şu sıralar yaşanan zileli11katliamlar mı? Sonra bu sorgulamanın da kibrin ürünü olduğunu fark ettim. Bir hikâyede hayvanlar kahraman olduğunda bunu yine kendimize, insana bağlama eğilimi göstermemiz, üzerine düşünmeye değer bir konu. Oysa ne güzel söylüyordu romanda kâğıt toplayıcısı Osman: “Keşke tümüyle hayvan olabilseydim. İnsanlığımdan sıyrılmaya çalışıyorum ama ne kadar çabalasam yine de olmuyor.” Toplumsal piramidin en altındakilerdir hayvanlar.

Son kertede eşitliğin insan ile insan arasında kurulması da yetmez. İnsanın hayvan üzerindeki kibrini ortadan kaldırana dek sürecek bir çabayı anlatıyor Leylâ’nın yürüyüşü. Hayvanlarla da diyalog kurabilmemiz, onları da duyabilmemiz gerekiyor. Bunun yolu içimizdeki hayvanı da görmekten ve kabul etmekten geçiyor. Romana hayvan hikâyelerinin sızmasını sağlayan, yazarken içimdeki hayvanı duyabilmiş olmamdır. Tıpkı öteki roman karakterlerini duymam gibi. Daha sonra hayvanların varlığına kimi temsiliyet kılıfları uydurmaya kalkışmam ise konuyu dönüp dolaşıp kendiyle ilişkilendiren insanın kibrinden henüz tümüyle kurtulamadığımı gösterir. Ama şimdi söyleyebilirim ki benim bildiğim kadarıyla romandaki hayvanlar sadece ve sadece kendilerini temsil ediyorlar.

Üzerine çalıştığınız yeni bir roman var mı?

Bir roman fikri var. O fikrin kendi kendine dallanıp budaklanmasını, gelişmesini bekliyorum. Tabii onu besleyecek okumalar yapıyorum, filmler izliyorum. Ama konuya fazla da ilişmiyorum ki ürküp kaçmasın ya da benim akıllı müdahalelerimle kuruyuvermesin. Yeşermesi için ihtiyacı olan suyu, güneşi ve sabrı veriyorum şimdilik. İçeriğiyle ilgili tek söyleyebileceğim ise farklı olana karşı gösterdiğimiz dışlayıcı tepkinin ırkçılıkla bağları üzerine düşündüğüm. Normali kim nasıl kurguluyor ve anomali diye etiketlediğimiz şeyin ortadan kaldırıldığı bir dünya nasıl bir dünya olurdu? Galiba bir distopya olacak.