Onur Akyıl: Anılanlar hep yeniden ölür

Onur Akyıl, Can Yayınları’ndan çıkan yeni öykü kitabı “Dün Gece Çok Gençtim”de şairane üslubundan ödün vermeden, Tarlabaşı’nın ara sokaklarına iniyor. Yalnızlık karmaşamızın peşine düşüyor, aşkı ve siyaseti katık ediyor.

Google Haberlere Abone ol

Nida Dinçtürk

Yeni öyküler okumak kadar, o öyküleri yeni biçimlerle dinlemeye de aç dimağlarız. Oyunlu metinler, denenmemiş usuller, bu yüzden ruhumuzu okşuyor. Ödüllü şair ve yazar Onur Akyıl da son zamanlarda bu arayışımıza yanıt veren metinler üretmesiyle dikkat çekiyor. Bir şair olarak başladığı edebiyat yolculuğunda, öykü duraklarına uğruyor fakat her defasında bizi bilmediğimiz bir yoldan doğru adrese ulaştırmayı başarıyor. Bir ‘türler arası gezgin’ Onur Akyıl. Ödüllü şiirleri bir öykü kıvamında damağınızdan akıp giderken öyküleri şiirsel anlatımıyla zihninizde iz bırakıyor.

Onur Akyıl, Can Yayınları’ndan çıkan yeni öykü kitabı “Dün Gece Çok Gençtim”de şairane üslubundan ödün vermeden, Tarlabaşı’nın ara sokaklarına iniyor, yalnızlık karmaşamızın peşine düşüyor, aşkı ve siyaseti katık ediyor. Dil oyunları ve kurgusunun yanı sıra karakterlerindeki sürprizlerle okuruna peş peşe kapılar açıyor. Bunların hepsini bir düşünce akışı doğallığında başarıyor ama o kendi yöntemine “bilinç akışı” demiyor. Ona göre bunların hepsi, “toplumsal bilinç akışı”.

Onur Akyıl’la şiirden öyküye dolanan yollarını, taze öykülerini, insanlığın sevme ve yalnızlık hallerini konuştuk.

dungece Onur Akyıl / Dün Gece Çok Gençtim / Can Yayınları

ÖYKÜ 'SIKI'YA GELMİYOR 

Şiirsel anlatımı feda etmeden öyküler anlatıyorsunuz. Bu sizin için nasıl bir deneyim?

Ben aslında ‘özel’ bir şey yapmıyorum; dünyayı, hayatı ve insanı nasıl algılıyorsam öyle anlatıyorum. İnsanların birbirlerine söylediklerinin, olanın, olacak olanın, olmuş olanın hep gizemli olduğunu düşünüyorum. Buradaki gizem insanı belirsiz bir varlık olarak algılamamdan kaynaklı… Buralarda genişleyen bir şey var hepimiz için; inandıklarımızın ve dahasının hayatımızda / hayatımıza gerçekten etken olup olmadığıyla ilgili. İşte burada dil kendini kuruyor ve şiire dönüyor, öyküye dönüyor, oluşuyor.

Kısacası bir tercih değil benim açımdan ‘şiirsel dil’; şeylerin bir bütün olarak insan hikâyelerinde yeniden kurulması. Söylenecek / söylenen şey, neden söylenmesi gerektiğini de aktarmalı hikâyeye ortak olana; onu hikâyeden de koparmalı… Gerçeğe uygun olmalı; gerçeğin gerçeğe uygun olmayan doğasına… Bu bir deneyim mi? Bilmiyorum. Özel bir şey yapmıyorum, evet; hep benim olan bir algıda yazıyorum. O kadar…

'ANILANLAR HEP YENİDEN ÖLÜR'

Çoğunlukla “şair” olarak anılan, bu alanda verdiği eserlerle ödüllere layık bulunan biri olarak, bir öykünün çatısını oluşturma ve karakter yaratma süreciniz nasıl işliyor?

Şair olup olmadığımı bilmiyorum; kendi adıma böyle bir kesinliğim yok. Anılmak; arada insanların aklına gelmek elbette güzel. Zamanında 'anılanlar hep yeniden ölür' diye yazmıştım. Öykü kurmaya gelince… Ben dramaturgi mezunuyum. Bir öykünün nasıl yazılması / anlatılması gerektiği üzerine sıkı dersler gördüm. Ama öykü ‘sıkı’ya gelmiyor bence… İnsanlara insanları anlatmanın her şeyden önce bir rahatlık gereksindiğine inanıyorum.

O yüzden savruk sayılabilecek bir anlatım biçimi ortaya çıkıyor benim yazdıklarımda. Ama şunun bilinmesini isterim, güvendiğim bir okuma kültürüm var. Şu an ‘meşhur’ olan ama zamanında kimsenin okumadığı birçok ismi erken keşfettim. Bununla birlikte hak ettiği yerde olmayan / olamayan çok fazla yazarım var. Hülyalı insanlar… Onları seviyorum. Hakkında çok konuşulan hiçbir şeyden de hoşlanmadım hayatım boyunca. Böyle kuruluyor öyküler… Böyle kurulan öykülerin insanları, benim onları ‘yaratma’ durumumun çok dışındalar. Daha doğru bir ifadeyle: Öykülerimde benim yarattığım kimse yok. Kendilerini ürettikleri için anlatmayı 'denediğim' insanlar var. Her şeyi hayat kuruyor.

Şiirle öykü, aynı kaynaklardan mı besleniyor?

Benim aslında tek bir kaynağım var; bana dair her şey oradan besleniyor: Hayat. Tek kaynak hayat. Yazarlarım, korkular, kalp krizim, gece yürümelerim, tek başınalıklarım ve dahası sadece hayatta.

Dün gece yaşlanan öykülerDün gece yaşlanan öyküler

'KARDEŞLİK, KUVVETLİ BİR SEVMEME HALİ'

Peki, siz edebiyatta türlerin kardeşliğine inanıyor musunuz?

Ben hayattaki her şeyin kardeşliğine inanıyorum. Şair, öykücü, romancı… Bunların hepsi yalnızca anlatıcıdır. Aktarandır. Söyleyendir. İletendir. Başkalaştırandır. Sadeleştiren ya da süsleyendir. Adımızın önüne konmamalı… Tanımlanan şeyler azalmaya mahkûmdur. ‘Kardeşlik’ de ayrıca giderek gevşeyen bir ilişki biçimi / tanımı. Kuvvetli bir sevmeme hali kardeşlik… Kardeşiz biz; çünkü birbirimizi hiç anlamadık. Edebiyatta türlerin birbirlerini anlamama gibi bir durumu yok sanki…

'Yarına Kaç Gün Var?' öykünüzde karakterlerinizin birbirleriyle bağını okurla beraber keşfediyorsunuz. Bunun kurgusal bir oyun olmadığını düşünüyorum. Öykülerinizde bilinçakışının hâkim olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ben onlara bir hayat / hikâye kurmuyorum. Onlar yaşıyorlar, ben de aralarına karışıyorum. Çok şey gördüm Tarlabaşı’nda. Efsane olmayı hak eden bir semt. Meraklı gözlerimizin, ahlak dediğimiz zımbırtının, sınırları zorlama hevesimizin memleketi. Şimdi öyle değil… Saadet ve Nail örneğindeki gerilim; bilemediğimiz yakınlıkların gerilimi. Öpüşeceğini beklediğimiz bir çiftin abi kardeş çıkması… Eski ama etkili usul… Bir akış var evet… Fakat sadece benim bilincimde değil; toplumsal, ortak bilinçte bir akış. Toplumsal bilinç akışı…

Öykülerinizde aşkla mücadele eden karakterlerin dışında siyasetin de baskın varlığı hissediliyor. Duygularımızla aklımızın en çok birbirine karıştığı bu iki konu, mayamızda nasıl bir yere sahip?

Eziliyoruz. Korkular. Açlık. Sevememek. Böyle olduğunda ‘düşünmeye’ başlıyor ‘insan’ olan insan. Ben kendi adıma ‘yanındayız’, ‘yanınızdayız’ vb gibi laflara gıcık oluyorum. Kendine merkez kazanan bir acı varsa, herkes her ne olursa olsun uzaktan izliyor. Birlikte sevinemiyoruz deniyor ya, birlikte acı da çekemiyoruz. Birlikte hiçbir şey yapamıyoruz. Sadece aşağılanıyoruz birlikte ve bunu da birlikte yaptığımız bir şey olarak görmemeye çalışıyoruz (Tam okuduğunuz gibi, birlikte aşağılanmayı birlikte YAPIYORUZ. ‘MARUZ’ kalmıyoruz.).

Sonra yine birbirimize sarıyoruz. Daha öykücü, daha şair, daha solcu, daha bilmem ne… Politik olan tam da burada şekilleniyor… Ben sadece sevdiklerimi sevmeyi sevmiyorum bu yüzden. Bu yüzden beni sevmeyi tercih etmeyen her şeyi de sevmeyi (sevmeye değil, sevmeyi) çalışıyorum. Bu da beni emekten yana biri yapıyor.

'SEVMEK ÇARPITILAMAZ'

akyil Onur Akyıl

Kitabınıza da adını veren “Dün Gece Çok Gençtim” öykünüzde “Kocalar düzenli ordu, sevgililer gerilla” ifadesi dikkat çekiyor. Devletin devreye girdiği her alanda, bu aşk dahi olsa, renkler griye mi dönüyor?

Sevmek çarpıtılamaz. O yüzden… Bilirsiniz bazı şeyler özgürken yapılır, bazı şeyler özgürlükten. Bu dolambaç ne ilginç değil mi? Özgürdüm evlendim, özgürdüm seviştim, özgürlüğüm için ayrıldım. Dokundum, unuttum, ağladım… Özgürken, özgür biriyken. Özgür insanlar özgürlüğün ne denli uzağında… Ancak cüret, gerçekten özgürleştirebilir diye düşündüğümden belki. Kafam karışık ya da… Ama net olan bir şey varsa sevmenin çarpıtılamayacağı; sevmek çarpıtılamaz. Sevmeyi anlatırken kullanılan sözcükler sevmenin kuvvetine / kudretine ulaşamaz. Grileşebilir mi? Mümkün değil. İmkânsız.

Aynı öyküde “İnsan bir şeyler anlattığına sevgilidir, bir şeyler yaşadığına değil” cümlesinin de altını çizmeden edemedim. İnsanlarda sevgiliyle arkadaş olmayı reddeden bir önyargı olduğu için bu soruyu sorma ihtiyacı duyuyorum: Sevda, dostluktan beslenen, dostlukla güçlenen bir duygu mu sizce?

Konuştukça açılırsınız, seviştikçe utanır… Sınır aslında dosta çekilir, sevgiliye; düşmana değil. ‘Arkadaş’ güçlü bir bilinmeyendir. Her şeye dönüşebilir. Ama şu bir gerçek; konuşmak iyi gelir; güçlü şeyler doğurur. Anlatabildiğiniz ve / veya ‘anlatabildiğiniz’ birini sevmez misiniz? Ona bir şey anlatmak, onun hakkında bir şey anlatmak… Kulakların çınlasın Nalan Hanımcım. İşte onu diyorum, tek bir sözcük, bambaşka yapar her şeyi. Birçok sözcük çok daha başka…

Öykülerinizde yalnızlık duygusunun da çok ağır bastığı görülüyor. İnsanoğlunun en büyük acısı yalnızlık mı yoksa yalnız kalamamak mı?

Sene 86 / 87 falandı. Anneannemlerin evinde uzun bir koridor vardır; işte 86 / 87’de o koridorda bağıra bağıra ‘acıların çocuğu’ söylerdim. Yalnızlık meselesi bu… İsteyen herkes yalnız kalabilir; kalabalık diye bir şey yok.