Yaralı bir ruh: Aslı Erdoğan

Aslı Erdoğan, öykülerinde de romanlarında olduğu gibi, acı çeken bireyi anlatıyor. 'Yara', önemli temalarından biri olarak öne çıkıyor.

Google Haberlere Abone ol

Asuman Kafaoğlu-Büke  [email protected]

“… söylenmekten çok susulmuş sözcüklerle konuştum”

Taş Bina ve Diğerleri, Everest, 2011

13 Kasım saldırılarından kısa bir süre sonra, önceden planladığım için Paris’e gitmiştim. Doğal olarak dergiler, gazeteler bu konuyu yazıyorlardı, televizyon programlarının da tek konusu saldırılardı. Konu üzerine konuşan psikolog ve düşünürler ise “Buradan düzlüğe nasıl çıkılır?” tartışmasını başlatmışlardı. Böylesine büyük travmaları insanlar nasıl atlatırdı? Atlatabilir miydi? Toplumsal ve bireysel olarak ne durumda olunurdu travma sonrasında?

Bizler de büyük travmalarla sık karşılaşan bir ulusuz ne yazık ki. Terörist saldırıları, düğünlerde öldürülen çocuklar ve sinsi darbe girişimleri olmadığı zamanlarda doğal afetler, depremler, iş ve maden kazaları gibi felaketler bırakmaz yakamızı. Listelemekle bitmeyen gündem maddesi, her seferinde şiddeti gösterir, ölümü gösterir. Kötülüklere asla alışılmaz ama travmalara alıştığımızı söyleyebiliriz ve toplumsal olarak bunu aşmanın bir tek yolu olduğunu da yaşayarak öğrendik. Böyle dönemlerde aklıma sık sık İbn Arabi’nin “Varlığın kökeni harekettir” sözü gelir, hareketsizlik varlığı kaynağına, yani hiçliğe döndürür, hareket tek çıkar yoldur. Hareket üretime ortam sağlar, üretim de travmanın etkisinden çıkmaya yarar.

Konuya belki garip bir köşeden giriş yaptım ama söylemek istediğim aslında çok basit, başımıza gelen travmalar milletçe ya da birey olarak bizi durdurmamalı. Sevdiğim şairler, yazarlar, gazeteciler baskı altındayken ben de yapmayı bildiğim şeyi yapmalıyım, metinlerin anlaşılmasını, okura ulaşmasını sağlamalıyım. Her birimiz zanaatımızı ve emeğimizi vererek çıkabiliriz hiçlik vakumundan. Aslı Erdoğan’ın romanları üzerine daha önce yazmıştım ama kitaplığımda daha önce okumadığım iki öykü kitabını buldum ve okumaya başladım.

mucivezi Mucizevi Mandarin, ilk baskısını 1996’da yaptı.

İlk kez 1996’da yayımlanan “Mucizevi Mandarin” ile 2009 yılında yayımlanan “Taş Bina ve Diğerleri” Erdoğan’ın zaman içinde değişen öykü yapısını görmemizi sağlıyor. İlk öykülerle son öyküleri arasındaki ilk göze çarpan fark ilerleyen zaman içinde Aslı Erdoğan’ın özneyi gittikçe parçalayarak öyküleştirmesi. “Mucizevi Mandarin” mekan, özne ve olay düzeninde gelişen öykülerden oluşuyor. Bir kent (Cenevre), bir sevgili (Sergio), değişen mevsimler, ilerleyen zaman ve belli temalara dönüş, öyküleri bağlantılı olarak görmemizi sağlıyor. “Taş Bina ve Diğerleri”nde ise mekanı, özneyi, zamanı parçalayarak, her şeyin üzerinde bölünmüş olarak algılamamızı sağlıyor. Burada güneşin doğuşu, öznenin parçası olabiliyor, bir ruh halinin anlatımına dönüşebiliyor. Bir kent değil, çokluk kentlerden parçalanmış izlenimler, bellekler çıkıyor. Erdoğan’ın, varlığı tüm evrene yayılmış bir bütünlük olarak gördüğü hissine kapılıyoruz. Önceki öykülerdeki teklik, yalnızlık, dışarda kalmışlık sonraki öykülerde başka bir şekilde kendini gösteriyor: her şeyin içinde paramparça olmuş benlik, o denli dağılmış ki, her şeyde, her yerde var. Bu bir bütünlük kazandırıyor özneye.

İki öykü kitabı arasında farklılıktan söz ederek başladık ama aslında Aslı Erdoğan nasıl anlatırsa anlatsın, kendi temalarından, şiirsel dilinden uzaklaşmıyor. Her öyküde kişiliğini gösteriyor. Öykülerinde de romanlarında olduğu gibi, acı çeken bireyi anlatıyor. Yara, önemli temalarından biri Erdoğan’ın. Kadın kahramanlarının yaralarını, kırılganlıklarını, sakatlıklarını onun kadar görünür kılan bir başka yazar düşünemiyorum.

tas bina Taş Bina ve Diğerleri, ilk kez 2009 yılında okurlarla buluştu.

Aslı Erdoğan’ın öykülerinde umutsuzluk, çaresizlik ve acı hep okuru sarsacak şekilde yer alır. Bu sefer öyküleri okurken tam tersi bir duygu keşfettim: garip ve rahatlatıcı bir umut. Anlattığı zifiri karanlık içinde huzur veren bir ışık var sanki. Bunun ne olduğu belki onun bilim insanı yönüyle bağlantılıdır. Sonsuzluk anlatısı içinde yer alıyor bu umut: “Işığı hızla sönen bir evrende” “yalnızca mekanda değil, zamandaki sonsuzluğu içinde sarıp sarmalayan” “koskoca olduğunu sandığımız bu dünyanın aslında giderek küçülen, neredeyse görünmez bir nokta” olduğu an. Evrenin milyonlarca yıllık varoluş tarihinde tüm acılar bir şekilde önemsizleşmez mi? Her şeyin bir başka şeye dönüştüğü atomların dünyasında sırlar, suçlar, itiraflar ne kadar anlamlı olabilir? Aslı Erdoğan bunu bir hüzünle ama umutsuzluğa kapılmadan anlatıyor. Sonunda evrende insandan hiçbir iz kalmayacak diye yazıyor “Taş Bina ve Diğerleri”nin epilog bölümünde ve sanki tüm acı ve umutsuzluklar bu sözlerle rahatlar. “…ben’lerden birinin, nedensizce, kendiliğinden mırıldanmaya başladığı bir ezgi, bütün berraklığıyla, tamlığıyla yüreğime dek ulaştığında, yeryüzünün ya da gökyüzünün derinlerinden gelen bu sesi tanıyor, bir zamanlar kendimin sandığımı hatırlıyorum.”