Beton mikserinin şoförü inanıyor olabilir

Altı yüz küsur insanın onca yıl uğraşıp kurdukları hayatlarının can alıcı bir kısmından sürgün edilmeleri, iktidarını koruma dışında gayesi kalmamış Türk İslâmcısına sorsanız, 'vatan hainlerinin temizlenmesi' falandır. Kötülüğü hasımlarına ettiklerini sanıyorlar. Oysa yapılan kötülük koca bir ülkeye, topluma, çocuklara, geleceğe.

Google Haberlere Abone ol

Birikim dergisi sitesinin haftalık yazılar kısmında Tanıl Bora, hınçla ve kıt akılla, düşüncesizce, sorumsuzca yapılan öğretim üyesi tasfiyelerine dair çok elzem ve çok derinlikli bir yazı yazdı: Bahçeye beton dökmek. Ege Üniversitesi felsefe bölümünü eksene oturttuğu yazısında Tanıl, uzun zamandır aradığım metaforu böylece bana armağan etmiş oldu.

Necmiye Alpay’ın hapse atılması simgeseldi. Milliyetçilik ihtiras ve hezeyanından kendini jiletleme raddesine gelmiş bir topluluk, sağcısının çapsızlığı ve kötü niyeti, dindarının cehaleti, sekülerinin sabit fikirliliği ve askerî mantığı yüzünden mahvettiği dilini ihya etmek için uğraşan bir avuç insandan birini hapse tıktı. Suç, bir başka anadile dostça davranma.

Aynı anda aynı muktedir grubun seçimle gelmiş belediyeleri “müsadere” ederek başlarına getirdiği ve de’leri da’ları doğru şekilde ayrı-bitişik yazıp yazamadıklarından emin olamayacağımız kayyımlar tabelaları başka dillerden arındırmakla meşgûldü.

Yapılan edileni haftalık yazının ufak torbasına tıkıştırıp aktaramam. O kadar çok ki, akla ziyan. Ve fakat hepsinin mânâsı açıktır ki, konumuz da bu: İstemiyoruz kardeşim biz bu topraklardaki zenginliği!

REFLEKSLER, DİŞLİLER…

Hiç istemedik zaten. Dünyada kıyaslanabilir büyüklükteki hiçbir başka toprak parçasında bu kadar çok farklı kültür (sağda solda varlığını koruyabilmiş marjinal kabile kültürleri değil, diliyle, edebiyatıyla, müziğiyle teşkilatlı kültürler), tarih boyunca ardarda eklenmemişti, hâlihazırda da birbirlerinden alarak, birbirlerine de katarak birarada yaşamıyordu. Eğer Hemşince diye bir dil versiyonunun varolduğu ve bununla şarkılar yapılmış olduğu tâ 2000’lerde anca ortaya çıkabilmiş olmasa, meselâ, müzik alanında Türkiye dünyanın gözbebeği olabilirdi. Tek ulusun içinde uluslararası kitap fuarı düzenleyebilirdik.

İSTEMİYORUZ KARDEŞİM!

Ne der İnsan Avcısı filminde Komiser Metin (Cüneyt Arkın): “Ben Türk olmayan her şeye karşıyım, Mistır Bill!” O filmde, uyuşturucu kaçakçılığını bile Amerikan gizli servisiyle Bizans artığı kahpe Yunanlı tertemiz Türklere iftira atmak için tertiplemektedir.

Şimdinin muktedirlerine sorarsanız, “Türk olmayan” tanımının kendilerini kesmediğini, çok daha genişine talip olduklarını falan söyleceklerdir. “Ortadoğu’nun sahibi, öncüsü ve hizmetkârı”!? Fark etmiyor. Ucunu altı yüz sene önceye de uzatsan, tanımın kapsamı aslında daracık: “devlete hakim olan kadronun beğenmediği, istemediği” anlamına geliyor. İçeriği bazen şu yana bazen bu yana kayıyor, oynuyor, ama Garo “o kelime”yi telaffuz ettiğinde hep birlikte ayağa kalkanlar, temelin nerede atıldığını, hangi beton karışımından meydana geldiğini pek güzel ortaya koyuyorlar.

Tıpkı Hrant’ı öldüren mekanizmanın birçok dişlisinin suikast sürecine müthiş bir “doğal refleks”le, “demek ki devlet işi, gereğini yapmamız lazım” kabulüyle katılmış olması gibi.

TAPINILAN, DEVLETTİR

Bunlar seçerler, ayıklarlar, plan yaparlar, hedef tarif ederler, hedefe koyarlar, öldürürler, hapse atarlar, işten atarlar. Bakmayın bugün her işin salâyla, duayla yapıldığına. Tapınılan, Allah değildir. Devlettir. Ve şüphesiz şunu eklemezsek eksik kalır: Ve muktedirliktir.

Karşısındaki gazetecinin herhangi bir yasadışı örgüte üye olmadığını bal gibi bilerek onu örgüt üyeliğinden tutuklansın diye mahkemeye sevk eden savcı, karşısındaki sanığın örgüt üyesi olmadığını pekâlâ bilerek onu örgüt üyeliğinden tutuklayan hakim, hangi Allah’tan korkuyor olabilir? Haksız yere hayatlarından koparılan, hapse atılan insanlara orada geçirecekleri süreyi işkence haline getirmek için ilave eziyetler düşünen, uygulayan, onları soğuk koğuşa geçiren, paltosunu içeri sokmayan, onlara mektubu kartı çok gören resmî görevliler, gün gelip de hesap verecek olduklarını düşünen kimseler midir? Ne uğruna aklanacaklarını varsayıyorlar?

Ve fakat din lazım. Başka birileri de zamanında “din lazımdır” demişti.

SINIRSIZ KÖTÜLÜK, TOPLUCA ÇÖKÜŞ

Din, dindarlık, eğer sahiden yoksullara hayrı dokunabilecek paralarla yaptırılan saraylar, devamlı yenilenen zırhlı araçlar, çöreklenilen yalılar, villalar ve bilumum zenginlikle, tahakküm hırsıyla, hükmetmekten ve zulmetmekten duyulan sapıkça zevkle, ufak-büyük iktidar mevkilerini korumak için çevrilen bin türlü dolap ve söylenen bin bir çeşit yalanla değil de, alternatif bir dünyayı kavrama tarzı, tutarlı ve bütünlüklü bir düşünce, kendi ölçülerinde zengin kültürle, dört başı mâmur bir alternatif varoluş önerisi olarak gelseydi, bugün sahiden esas olarak hayat tarzı tercihleri üzerinde tartışıyor, çekişiyor olurduk. Evet, bu da bir mücadele olurdu, sert de olurdu, fakat topluca çöküşümüze yolaçmazdı.

Bugün yapılan, koca bir toplumu topluca çökertmek. Yeşerebilecek her şeyi filizken ezmek, parçalamak, faydalı, elzem her türlü mâmûlü imha etmek, azıcık kafa açıcı, fikir geliştirici her ortamı dağıtmak, insanların zihninden seçenek kavramını yok etmek. Maalesef bizde üslûp ve içerik bakımından değil ama işlev ve mânâ bakımından bütün bunların zemini yerleşik olarak var. Oradan oraya geçince vaziyet o kadar değişmiyor. Kötülüğün ölçüsü, sınırları, hedefleri değişiyor.

Şu anda yaşadığımız, sınırsız, ölçüsüz kötülük.

KÖTÜLÜK EDİLEN, KİMDİR, NEDİR?

Altı yüz küsur insanın iki dudak arasından çıkma üç-beş kelimeyle onca yıl uğraşıp kurdukları hayatlarının can alıcı bir kısmından sürgün edilmeleri, iktidarını koruma dışında gayesi kalmamış Türk İslâmcısına sorsanız, “vatan hainlerinin temizlenmesi” falandır. Kötülüğü hasımlarına ettiklerini sanıyorlar.

Oysa yapılan kötülük koca bir ülkeye, topluma, çocuklara, geleceğe.

İşin en korkunç yanı, bunu kötülüğü yapanlara anlatma şansımızın olmayışı. Ve anlatabilsek de umursama ihtimallerinin bulunmayışı.

Tanıl yine de bunu denemiş:

“Akademide bir birimin, bir devlet dairesi olmaktan, bir ‘görev yeri’ olmaktan çıkıp, üretken bir ocak olarak karakter kazanması, bir ‘ekol’ haline gelmesi zordur. Tasarlamak da yetmez. Zaman alır. Birkaç kuşak ister. Mutlaka şahsiyeti olan, mutlaka bir ‘sivriliği’ olan, sıra dışı birilerini de ister. Onların ihtimam görebildiği bir devamlılık ister. Tayinle terfiyle, yetiştirmek için oraya buraya talebe göndermeyle olacak iş değildir, -ihaleyle de olmaz-; bir havanın, bir iklimin, bir ortamın, bir geleneğin oluşmasını gerektirir. Taşıma bitkiye, suni çime itibar etmeden, eke biçe, aşılayarak, bakımını yaparak, sabrederek ‘organik’ bahçe yapmak gibi zordur. İşte, Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü, böyle bir bahçeydi.”

Yazısının başlığı, bütün olarak 15 Temmuz’dan -aslında 7 Haziran’dan demek belki daha doğru- bu yana yapılmakta olanın mümkün en özlü ifadesi: Bahçeye beton dökmek. Evet, bahçede dikenler vardı, pek çok yeri yabani ot sarmıştı, kimi ağaçlar içten kurumuş, kimi bitkiler sararmış solmuş, kimileri, tohumları baştan bozuk olduğundan hilkat garibeleri sûretinde şekillenmişlerdi. Güzel kokulu çiçekler, gölgesi ferah ağaçlar, faydalı bitkiler de aralarda yaşama savaşı vermekteydi. Parazitler bunları yiyor, arsız otlar oralarını buralarını sarıp çürütüyordu. İstenmeyen bitkiler boy veremesin diye vazifeliler her tarafa zehirli gübre atıyorlardı. Kötücül sahiplerinin elinde ziyan olan, hayat kavgasına sahne olan bir bahçeydi işte.

Üstüne beton döktüğünüzde hayat kalmıyor.

Ve muktedir Türk İslâmcısı bunu anlamıyor, hissetmiyor, umursamıyor, hattâ betonu gördükçe memnun oluyor. Müteahhitleri üstüne inşaat yapacak, paralar gelecek, onunla imtiyazlar dağtılacak, kuvvetli kudretli zengin olunacak, cellatlar muhbirler soytarılar beslenecek, iktidar sürdürülecek.

Bütün bunların sahiden cennet umuduyla yapıldığına kalpten inanan var mıdır?

Beton mikserinin şöförü, belki…


19 OCAK İÇİN NOT: 

Resmîsi sivili, üniformalısı takım elbiselisi her türden vazifeli personelin iştirakiyle öldürülen arkadaşımız Hrant Dink’i her yıl olduğu gibi yine onu vurdukları yerde, Agos’un önünde anacağız. 19 Ocak Perşembe 14:30’da. Vicdan sahibi insanlarla bu anmada beraber olmayı umuyoruz. Bugün Hrant’la ilgili birşeyler yazmalıydım. Yapamadım. Zorlukla biraraya getirebildiğim birtakım cümleleri Agos’a verdim, yazı niyetine. Hrant’ın öldürülmesinden bu yana olanlar üzerine konuşmaya kalkarsak, muktediriyle muhalifiyle öyle çok insana, öyle farklı kesimlere öyle korkunç sözler etmek gerekir ki, üstünkörü aklımdan geçirdiğimde ürperiyorum. Canilik ve ikiyüzlülük üzerine hakkınca konuşulabilmesi için, utanma duygusunun biryerlerde gizli saklı da olsa hayatını sürdürüyor olması lazım.