YAZARLAR

Zamanın hızı ve tortusu

Haysiyet, kimine göre ciğerle kimine göre mideyle ilişkili. Yani göğsümüzün ortalarında bir yerde bulunuyor olmalı. Röntgende, MR’da falan gözükmüyor. Belki bazılarınınki tümör sayılıp alınıyor küçükken. Ya da siyasete veyahut “iş hayatına” gireceğinde gidip aldırıyor şahıs.

Bu yıla yeni girilmişti, dedim ki: “2022’ye gireli daha ne kadar olmuştu ki?” Sahiden, geçen yılın ‘yeni’ sıfatı taşıdığı günler pek yakın görünüyordu, dönüp baktığımda. Hattâ dönmek bile gerekmiyordu, gözönündeydiler.

Bunun şüphesiz, ilk şaşkınlık zamanlarını da hesaba katarsak, neredeyse on senedir üzerimize canavarlaşmış, hasta ruhlu filler gibi çöken kötülüklerle ilişkisi var. (Fillerden özür dilerim, zaten kendilerini pek severim; ama cümleyi suaygırı veya gergedanlarla kursam pek münasip durmayacaktı. Ayrıca onların ne günahı var? Üzerine çöküp soluğunu kesecek, kemiklerini kıracak, seni ezerken bir yandan da kıpır kıpır edebilecek başka yaratık da bilmiyorum. Vinç, tank falan desem, sürücüsü, personeli, ilave masraf çıkacak.) 12 Eylül’den tam dört yıl sonra, 12 Eylül’ün üzerinden dört yılın geçmiş olduğunu fark ettiğim bir an vardır, olanca berraklığıyla hatırladığım. Teleksten koparılma upuzun kağıt elimde, öylece kalmıştım, haber merkezi curcunasının ortayerinde. Uğultular etrafımda dönüyor, mâlûm gündelik koşturmaca içinde, herkesin kendine geçiş önceliği sağlamak için yükselttiği sesleri birbirine karışıyor, fondaki teleks dırıltısıyla birleşip tanıdık bir karmaşaya can veriyor olmalıydı. Fakat birden hepsi kesilmiş, karmaşa, bütün oyuncuların birden donup kaldığı bir oyundan anlık görüntüye dönüşmüştü. Nasıl olabilirdi? Zamanın böylesine akmadığı, geçmediği, taşınamaz ağırlığa, hafiflemeyen sıkıntıya dönüştüğü bir dünya hali, gerçekte mümkün müydü? Yoksa bizi, haksızlığın, adaletsizliğin dehşeti, yenilgilerin üzüntüsü, beceriksizliklerin, başarısızlıkların mahçubiyeti ve engel olunamayan zalimliklerin onur kırıcılığını sırtımıza yükleyerek bir kâbusun içinde yaşamaya mahkûm etmişlerdi ve aslında, hâlâ sık sık içeri dalıp birimizi veya ötekini alıp götürdükleri, canını acıtarak eğlendikleri bu kâbusun dışında, çektiklerimize ilgisiz, televizyondan ağır müzikler eşliğinde binbir rezillikle halkın üzerine boca edilen resmî yalanlardan ötürü alınıp gücenmeyen makbûl insanların yaşadığı ortamda zaman pekâlâ eskiden bildiğimiz şekilde akıyor, yalnız burada mı böyle takılmış duruyordu?

Sonra çanak çömlek patladı, kâbus, kurtarıcıların bizi gözetlediği göklerden yere, yanıbaşımıza indirildi, asla kullanım dışı bırakılmayan, jiletli tellerden örülü kontürleri kan pıhtılarıyla, çivili paslı yüzeyleri paramparça edilmiş genç insan hayatlarının pörsümüş kalıntılarıyla, yerleri ucu açık elektrik kablolarıyla kaplı, eğri büğrü, zırhlı fânusa dönüştü. İçine düşersen zaman duruyor, dışarıda akıyor oldu.

Gelin görün ki, orada da herkes için aynı hızda akmıyordu. Büyüyenlerimiz henüz fark etmiyordu, yaşlananlarımızsa giderek herkesin fazla acele ettiği, hayatın temposunun, âdetâ elbirliğiyle harladıkları ateşe odun yetiştirmek için koşuşan insanların telaşına teslim edildiği duygusuna giderek daha yoğun şekilde kapılıyorlardı. Sonra birden bakıyordunuz ki, henüz tanışılmış bir yıl bitmiş, adını sanını henüz işittiğiniz bir yenisi kapıdan girmekte. Velhâsıl zamanın akışını şöyle veya böyle hissedişimizin, kıstırılışımızla, serbest kalışımızla, onurumuzun çiğnenmesi veya insan yerine konmamızla olduğu kadar yaşlanmamızla da ilgisi vardı. Yaşlandıkça hızlanıyordu bu meret.

Birkaç yıldır merak edip duruyordum, bu sırf bana mı böyle geliyor yoksa genel bir hal midir diye. Fazla da vakit harcamaksızın -mâlûm, hızlı akıyor artık- kabaca bilgi edinebilir miyim diye bakınırken, tam da şu adı taşıyan kitaba rastgeldim: Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer? (Douwe Draaisma, çeviren Gürol Koca, Metis Yayınları. Yayınevi sorunun sonuna soru işareti koymamıştı, ben ekledim. Kitap adları ve gazete başlıklarından soru işaretinin nasıl olup da kaldırılabildiğini hâlâ anlayamıyorum. Bu işi basın dünyasında yapan meslektaşlarımla tartışmalarım, “Hadi lan oradan artık!” filan gibi seçkin kapanış cümleleriyle sona ermişti.) Kitabı okumaya giriştiğim sırada, doğrudan doğruya bir zamanölçer, siyasî hayatımıza “giriş yaptı”. (Son favorilerimden bu laf. Sadece “girdi” denince, öyle, yürüyerek süklüm püklüm geldi gibi oluyor, halbuki “giriş yaptı”, peşindeki çakarlı koruma arabalarını falan da derhal akla getiriyor olmalı. Veya iki yana çekilmiş, girene hürmet gösteren birilerini. Falan… ne bileyim…)

Kronometre konusu, elbette, mühim. Hem de çetrefilli. Lâkin biz, zamanı sahibinin arzularına göre ölçeceği belli hileli kronometreleri Türk Savunma Sanayisini ele alacağımız bir sonraki oturuma bırakıp başka mevzuya odaklanacağız: Yaşlandıkça Hayat Neden Çabuk Geçer?’in ilk sayfalarında karşıma çıkan ve beni yıllanmış yükten kurtaran bu mevzu, anılarımızla ilgili. Neden bazı anılar, hatırlanmaları çok daha hoş, anlamlı olabilecekken veya işe yarayabilecekken ya da hayatımızı doğrudan etkilemişken hafızamızdan kolayca siliniyor ve nadiren, o da zor belâ hatırlanıyor da, bize kendimizi kötü hissettiren birtakım musibet hatıralar her fırsatta tam kadro sahneye fırlayıp yeniden yeniden canlandırılıyor? Açıkçası, kendine eziyeti âdetâ sanat haline getirebilmiş bir kimse olarak, uzun yıllar, onyıllar boyunca, haysiyet kırıcı veya -bizzat yediğim haltlardan ötürü- utandırıcı anıların durup durup saklandıkları yerden kafa çıkarmalarını kendimdeki arızaya yormuştum. Başkaları için dertlenmek, dünyadaki eşitsizlikten ötürü ıstırap çekmek, yaşayabildiğinin de tadına varamamak, bana kalırsa psikolojik rahatsızlık değil, hayra yolaçabilecek insanî handikaplar. (Aşırı uzun boy, gündelik yaşantıda muazzam sıkıntı kaynağı olabilir, buna karşılık, sahibine -ve takım arkadaşlarına- pek güzel bir basketbol kariyeri sağlayabilir.) İnsanca bir hayata kavuşabileceksek bu, sözkonusu rahatsızlıkları çeken insanların gayretiyle başarılacak. Fakat insanın kendini utandırmış hadiseleri hiç unutmaması pek böyle hayra vesile görünmüyor. Kendi işlediğin kabahat, bir düşüncesizlik, bir bencillik, bir sorumsuzluk… ya da engel olamadığın, karşılığını veremediğin bir haysiyet saldırısı, def edilmesi gücünü aşacak belâyı sineye çekerek yaşamak zorunda kalışın (tıpkı bugünkü gibi)… Bunlar, yoğunlaşıp renksiz, şekilsiz haplar haline geliyor ve günün herhangi bir saatinde, yutmak için saat -kronometre!- kurmuşsun gibi, kendilerini hatırlatıp duruyorlar.

Arızanın sırf bende olmadığını, tam teşekküllü genel insan hali olduğunu Draaisma’nın kitabından öğrenince evvelâ rahatladım. Fakat sonra aldı beni başka düşünce. (Yazar olduğum için düşünceler sık sık beni alır, onlar almazsa ben onlara dalarım; elimi çeneme dayayıp.) Acaba, biz sıradan insanlarınkiler gibi, ucu bilemedin bir-iki kişiye dokunan dangalaklıklar değil de, büyük kötülükler yapanlar; hayatların kararmasına, sönmesine, insan kalabalıklarının sefaletine, mutsuzluğuna yolaçanlar, kıçtan ısıtmalı makam arabalarıyla toplumların haysiyeti üzerinden bir o yana bir bu yana geçenler, insanların geleceğe ilişkin umutlarını, azimlerini un ufak edenler, zalimce marifetlerin sahipleri, silahsız ve korunmasız insanların sırtından kendilerini zengin eden büyük adamlar, güçlü adamlar, iktidara yaklaştıkça bu adamlar kadar beter hale gelen kadınlar… bunlar nasıl başa çıkıyor, şu utanılan hadiseleri hep hatırlama haliyle? Madem bu genel insan hali, bunların başına da aynı şeyin geliyor olması beklenmez mi?

Vallahi şu basit soruya bile tereddütsüz cevap verilemiyor. Ya onlarda varolan bir özellik, bir haslet, bir organ, bir… şey bizde yok ya da başımıza dertler açan bizdeki bir şey onlarda bulunmuyor. Haysiyet, kimine göre ciğerle kimine göre mideyle ilişkili. Yani göğsümüzün ortalarında bir yerde bulunuyor olmalı. Röntgende, MR’da falan gözükmüyor. Belki bazılarınınki tümör sayılıp alınıyor küçükken. Ya da siyasete veyahut “iş hayatına” gireceğinde gidip aldırıyor şahıs.

Yani neymiş? Yaşlandıkça zamanın daha hızlı geçtiğini hissetmek de, utandığın, onurunun kırıldığı hadiseleri unutmamak da insan haliymiş. Problemin kökenini öğrendiğime göre belki çözebilirim de. Yarından tezi yok, kronometreyi sıfırlıyorum. Sonuçtan sizleri haberdar ederim.