YAZARLAR

Yazmak tarihe karışırsa insandan geriye ne kalır?

En son ne zaman kalem kâğıtla üst üste iki paragraf yazdınız? En son ne zaman bir mektup yazdınız, oturup günlüğünüze yazdınız?  En son ne zaman kaleminizle “yazdım” diyecek kadar yazdınız? Okul çağından sonra yazma pratiği neredeyse ortadan kalktı. Bugün yarın okul için de ortadan kalkabilir. Klavye, sanal klavye, sesli komut okullarda da ön plana çıkabilir. Peki yazı biterse biz kalır mıyız?

1.

Şu dünyada en çok benimsediğim insanlar, bir kafede, bir bankta, bir ağacın altında otururken, çantasından defter kalem çıkarıp yazmaya başlayanlar. 

Onlarla hemen özdeşlik kuruyorum. Bir tür kardeşlik bağı… Beraber bir masanın etrafında oturup güle oynaya konuşabiliriz, belki dertleşebiliriz gibi geliyor. 

Onları tanıyormuşum gibi… İlla kendime benzettiğimi söylemiyorum ama en azından kimlere benzemediklerini biliyormuşum gibi… 

Onlar, bir yerlerde otururken çantasından bir kitap çıkarıp okuyanlardan daha küçük bir grup. Ben de onlardanım. Yanımda defterimi taşırım. Kitap okuyanları da şüphesiz severim ama ilk fırsatta kâğıdına kalemine davrananlar kadar benimsemem. 

Yazanlar, bir başka dünyanın insanlarıdır. Benim hep ilgi duyduğum bir dünyanın…

2. 

Hayatımın her döneminde yazdım ama yazım hiçbir zaman güzel değildi. Bir zamanlar güzel olduğunu düşündüğüm bir stilim vardı. El yazısı değildi; harflerin tek tek düzgün ve dengeli yazılmasından ibaretti. Sonradan bakınca, zannettiğim kadar güzel de değildi. 

Müzelerde, kitaplarda, hatta evinizde, farklı el yazılarına sıkça denk gelmişsinizdir. Bir zamanlar yazılarda fazlaca şahsiyet vardı. Benden önceki kuşakların yazdıklarını, mektuplarını, günlüklerini, hatta yemek reçetelerini karıştırdığımda hayıflanırdım. Uzaktan uzağa, öyle güzel yazıyor olsam, yazdıklarımın kendisinin de daha güzel ve daha anlamlı olacağını sanırdım. 

Bunun hakikatle uzaktan yakından ilişkisi olmadığını elbette biliyorum. Ama yine de…

O “şahsiyet” bir şeylere etki ediyormuş gibi gelirdi. Harflerin üzerine, iyi dokunmuş, çok sevilmiş, zamanla güzelleşmiş bir battaniye örtmüşüz gibi…

İnsanlığın yüzlerce binlerce yılda rafineleşen, keskinleşen, perçinlenen tecrübesi. 

Sahip olmasam da varlığını bilmek iyi gelirdi. 

3. 

Zaman geçti. İyi el yazısına sahip olanların çoğu gitti. Benim gibi “vasat” yazanlar artık çoğunlukta. 

Bunun bin tane sebebi var elbette. Dünya değişiyor; elimizin altında bilgisayarlar, akıllı telefonlar dururken kimin yazmaya ihtiyacı var ki? Hem bu cihazlarla yazmanın bile devri geçerken, sesli mesaj bırakmaktan ses komutuyla çalışan yapay zekâ sistemlerine birçok yenilik yazma ihtiyacını ortadan kaldırırken, el yazısı gibi “arkaik” bir bilgi, tecrübe, sistem nasıl gelişsin?

Ya da başka bir soru: Gelişsin mi? Bunun için emek harcansın mı?

Yazacak mıyız ki bundan sonra? Sesli komutların, emojilerin, video konferansların dünyasında ne kadar yazacağız? Nasıl yazacağız?

4. 

Bu soruların esas pratik alanı eğitim sistemi. İki binli yılların büyük bölümü, şaka maka “yazı” üzerine tartışmalara sahne oldu. Yüzlerce yıllık bir pratiği, bizler son yıllarda tartıştık. Bitişik eğik yazı mı, dik temel yazı mı? Hangisi sınıflarda hâkim olmalı?

Zor olan, gerçekten hem öğrenmesi hem uygulaması zor olan, hatta kimi çocuklara işkence gibi gelen yazı stili, bitişik el yazısı… Harfleri eğmek, birbirine bağlamak, büyüklük küçüklük dengesini tutturmak hem özen hem sabır istiyor. Üstelik oturması da epey zaman alıyor. Bazen oturmuyor.

Sabır çağında değiliz. Hız çağındayız.

Türkiye’de 2017’de dik temel yazıya geçildi ve tartışma büyük oranda bitti. Bizden önce ABD’de de bitti. Avrupa’da bitişik eğik yazı öğretilen, tercihe bırakılan ülkeler, şehirler halen var ama şimdilik görünen bu savaşı esasen hızlı ve nispeten az zahmetli “dik temel yazı”nın kazandığı. Yazıya pek girmeden, eğitimi temel olarak tablet üzerinden sürdürenler de var. 

Yine de bir soru var: “Dik” yazıyoruz ama güzel, en azından okunaklı yazıyor muyuz? Yazıyı hazırlarken, Twitter üzerinden anne-babalara ve öğretmenlere yeni kuşak çocukların yazı performanslarını sordum; gelen cevaplar “güzel” yazanların azınlıkta olduğu yönündeydi. 

Görünen o ki, yeni nesiller de çoğunlukla kargacık burgacık yazıyor. (“Kargacık burgacık” ne güzel bir ifadedir, bu arada!) 

Ama esas merak ettiğim konu, yazı açısından, buradan da geriye gidip gitmeyeceğimiz. 

5. 

En son ne zaman kalem kâğıtla üst üste iki paragraf yazdınız?

En son ne zaman bir mektup yazdınız? Oturup günlüğünüze yazdınız?  

En son ne zaman kaleminizle “yazdım” diyecek kadar yazdınız? 

Okul çağından sonra yazma pratiği neredeyse ortadan kalktı. Bugün yarın okul için de ortadan kalkabilir. Klavye, sanal klavye, sesli komut okullarda da ön plana çıkabilir. 

Çok uzak olmayan bir gelecekte değil güzel yazmayı, yazmanın kendisini de unutabiliriz. Peki o zaman ne olacak? Şimdiden bilemeyiz ama biraz zihin jimnastiği yapabiliriz. 

İlgi çekici bir görüşle başlayalım. Harvard Üniversitesi eski rektörü, tarihçi Drew Gilpin Faust, birkaç ay evvel yayımlanan bir makalesinde, Z kuşağının “cursive”i, yani bitişik el yazısını hiç öğrenmediğini; günlüklerden mektuplara, el yazısı açısından “okuryazar” olmadıklarını, sırf bu yüzden geçmişi gereğince anlayamayacaklarını söylüyor. Bir nevi “atalarımızın mezar taşlarını okuyamıyoruz” vakası…

Yazı hafızamızı taşıyor. Peki o hafızayı bir daha okumazsak, okuyamazsak? 

6. 

Bir mesele daha var. Bana göre, daha da önemli bir mesele. Yazmak, düşünceyi de taşıyor. Yazmak, düşüncelere kendine özgü bir ritm veriyor. Hatta yazmanın sırf kendisi bile insanı düşündürüyor. Nasıl ve neyle yazarsanız, ona göre düşünüyorsunuz.

Kendi tecrübem de bana defter kalemle yazmanın, bilgisayarla yazmaktan daha farklı düşündürdüğünü söylüyor. İki farklı tarz, iki farklı ritm, iki farklı düşünce… Kalemle klavyenin hızı farklı; ekranla kâğıdın zihinde bıraktığı etki farklı. Herkesin bunlarla kurduğu ilişki biçimi de farklı.

Tabii bu görüş benim tecrübemden ibaret değil. Bilgisayarı ancak metinlerini temize çekmek için kullanan yazarlar olduğunu hepimiz biliriz. Defterlere yazdıkları romanla, ekrana yazdıkları romanın aynı olmadığını, olmayacağını defalarca söylemişlerdir. 

Haklılar. 

Ve bu haklılıkları tarihe karışmak üzere.

Şimdi biz, henüz doğmamışlar da dahil birkaç kuşak insanlık, bir kavşak noktasındayız. 

İlerde yazacak mıyız yazmayacak mıyız? Bildiğimiz gibi yazacak mıyız? Eşimin tabiriyle, hiyerogliflerden emojilere, yazıyla ilişkimizde, tarihimizde bir tam tur döndük mü? Buradan nereye gideceğiz? Ekranda mı kalacağız? Ekranlarda mı var olacağız?

Peki sadece ekranlarda kalırsak, bizi yapay zekâdan ne ayıracak?

Bir kavşaktayız. İnsanca özelliklerimizi biraz olsun bilememiz, keskinleştirmemiz, sağlamlaştırmamız gereken bir noktadayız. Onlar kaybolurlarsa kayboluruz. 

Zaten cebimizde pek bir özelliğimiz de kalmadı. Elimizden pek iş gelmiyor.  

İyisi mi siz, her ihtimale karşı çantanıza bir defter, bir kalem koyun. 


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.