YAZARLAR

Kırmızı vatan ya da halkın çifte açmazı

Kendini eve kapattığını ilan eden, dışarıya çıkmaya korktuğunu söyleyen ve diğer insanlara da bunu tavsiye eden insanların sayısı gün geçtikçe daha çok artıyor. Kırmızı vatanda yaşayan bir insan olmanın derin anlamını giderek artan bu güvensizlik hissi ve yitirilen yaşam sevinci ele veriyor.

Covid-19 salgını dünyanın her yerinde tekrar yükselişte. Birçok Avrupa ülkesi salgında ikinci dalganın kapıda olduğu veya zaten başladığı endişesi içinde. Bu bağlamda tartışma ikinci dalga kavramı üzerinden gelişiyor. Bilim insanları salgınların hareketini okyanus dalgaları gibi düşünme eğilimindeler ve bu düşüncede İspanyol gribinin bıraktığı tarihsel miras belirleyici. Ama neyin yeni bir dalga sayılacağı konusunda genel bir uzlaşı olduğu da söylenemez. Bazı uzmanlar salgının iniş ve çıkışları olan tek bir büyük dalgadan oluştuğu görüşünde. Zira bu hastalığın grip gibi düşünülmesini sakıncalı buluyorlar ve onun hareketlerini izlerken kendine özgü yapısını göz önünde bulundurmayı öneriyorlar. Başka bir kısım uzmansa henüz birinci dalgadan çıkamadığımızı, dolayısıyla birinci bitmeden ikinci bir dalgadan söz edilemeyeceğini savunuyor. Yaz başında yaşanan göreli düşüşün lockdown ile ilgili olduğunu söylüyor ve salgının ülkelere göre eşitsiz bir ritimde ilerlemesini kanıt olarak gösteriyorlar.

Bu günlerde Türkiye, söz konusu eşitsiz gelişimin örneklerinden biri olarak öne çıkıyor. Hükümetin iddialarının aksine salgın yönetimi konusunda Türkiye hiçbir zaman “kıskanılan” veya “örnek” kabul edilen bir ülke olamadı. Aksine önlemlerin ilan edildiği ilk günlerden itibaren ciddi sorunların ve aksaklıkların yaşandığı bir ülke olarak öne çıktı. Sokağa çıkma yasağının duyurulduğu ilk gece yaşanan izdiham ve karmaşa halen akıllarda. Hastanelerde görev yapan sağlık personelinin hastalığa etkin bir cevap verebilmesi için gerekli zeminse hiçbir zaman tam oluşturulamadı. Böylesi bir zemin ancak devlet, ekonomi ve toplum hayatının ortak bir düzlemde yeniden örgütlenmesiyle gelişecek bütünsel bir yaklaşım sayesinde inşa edilebilirdi. Oysa bu yapılamadı ve topluma doğrudan veya dolaylı olarak birbiriyle çelişen, biri diğerini iptal eden mesajlar iletildi. Sonuçta gelmiş olduğumuz aşamada Sağlık Bakanı malumu ilam ederek Türkiye’nin salgında “birinci dalganın ikinci pikini” yaşadığını itiraf ediyor.

Salgının ikinci doruğunu Türkiye haritası üzerinden şehir şehir takip etmek mümkün. Hayat Eve Sığar uygulamasında yaşam alanlarını bulaş riskinin ciddiyet derecesine göre renklendiren bir tür risk haritası bulunuyor. Haritada yüksek riskli bölgelerin kırmızıyla, orta riskli bölgelerin sarıyla ve az riskli bölgelerinse yeşille renklendirildiği görülüyor. Ankara, Diyarbakır, Urfa veya Mersin gibi şehirleri haritadan kontrol ettiğimizde Türkiye’nin birçok şehrinin yavaş yavaş kırmızıya boyandığını görüyoruz. Anadolu toprakları bugüne kadar beslediği, büyüttüğü ve yaşattığı insanlar için hayati risklerle dolu bir kırmızı vatan halini alıyor. En başından beri salgını, milli dayanışma ruhuyla aşma veya ulusal savaş yaklaşımıyla alt etme gibi dar görüşlü milliyetçi bakış açısından ele alan yaklaşım, bugün duvara dayanmış gibi gözüküyor. “Biz bize yeteriz” şiarıyla yürütülen bağış kampanyalarının, Tekalif-i Milliye göndermesiyle meşrulaştırılan uygulamaların, 23 Nisan’da balkonlardan coşturulan ulusalcı kalabalıkların yarattığı sinerji demek ki bir yere kadar iş görebiliyormuş.

İktidarıyla muhalefetiyle Türkiye’deki siyasi aktörlerin bel bağladığı milliyetçi kitle seferberliklerinin toprağı, onun üstünde yaşayan insanlar için güvenli bir alan haline getiremediği bir kez daha görülmüştür. Aksine insanlar bu türden yerli ve milli kampanyalarda vatan olarak işaretlenen toprakları ıstırap, hastalık ve ölümden daha fazlasını vaat etmeyen bir kapan olarak deneyimlemeye başlıyorlar. Kendini eve kapattığını ilan eden, dışarıya çıkmaya korktuğunu söyleyen ve diğer insanlara da bunu tavsiye eden insanların sayısı gün geçtikçe daha çok artıyor. Kırmızı vatanda yaşayan bir insan olmanın derin anlamını giderek artan bu güvensizlik hissi ve yitirilen yaşam sevinci ele veriyor. Vatan sevgisi kişinin yaşadığı topraklarda kendini güven içinde ve özgür hissetmesi, yaşanabilir bir ülkede refah içinde var olabileceğine duyduğu inançla yakından ilişkilidir. Bu inancın giderek sarsılması Türkiye’deki milliyetçi söylemi kendi içinde çelişkili kılan iki farklı tepki vermeye sürüklüyor.

Bunlardan ilki bizatihi vatan kavramının anlamıyla ilgili belirsizlikte kendini dışavurmaktadır. Anadolu bir uçtan diğerine kızıla kesmiş bir kırmızı vatan şeklini alırken iktidar bloku mavi vatan tahayyülüyle Akdeniz’de fetih düşleri peşinde koşuyor. Mavi vatan derken canlı ve cansız kaynaklarıyla Türkiye’nin deniz yetki alanları diye tanımlanan suları anlatılmak isteniyor. Yeri geliyor Anadolu’yu çevreleyen üç deniz havzasını yeri geliyor geniş Ortadoğu’yu çevreleyen deniz havzasını adlandırmakta kullanılıyor. İlk defa 2006 yılında geliştirilen bu kavram 2019 yılından itibaren Türkiye’nin izlediği militarist ve yayılmacı dış politikanın yönlendirici ilkelerinden biri olarak kabul görüyor. Bu yönüyle Almanya’nın I. Dünya Savaşı öncesinde geliştirdiği ve “güneşte bir yer” (Platz an der Sonne) olarak bilinen kolonyal stratejinin Türkçe yazılmış biçimi olarak da görülebilir. Tıpkı onun gibi ülkeyi bir deniz gücü olarak yeniden kuracak bir milli güvenlik anlayışını, agresif ve militarist politikalarla inşa etmeye çalışıyor.

Yayılmacılık insanın yaşadığı topraklara olan sevgisinden çok başka topraklara duyduğu arzuyu, daha doğrusu açlığı ifade eder. Bu bakımdan vatan kişinin üzerinde yaşadığı, ilgi ve özen göstermesi gereken sınırlı bir toprak parçası değil, başkalarının ülkesini elde etmekte kullanılacak bir hareket üssü veya genişleyip daralan bir merkez muamelesi görür. Mavi vatan ideolojik motifler, yerli ve milli söylemin desteklediği şoven tutumlar, Lozan eleştirisi üzerine kurulu yeni tarih anlatıları aslında hep bu yurtsuzluğun, hep bu aidiyetsizliğin üstünü örtme gayretinden kaynaklanmaktadır. Bugün emekçi ve yoksul kesimlerin salgının insafına terk edilmiş bu hali yahut kırmızı vatanın mavi vatan karşısında yaşadığı değer kaybı biraz da bu açıdan anlaşılmalıdır. Kişinin kendi ülkesine olan ilgisizliğini, onun meselelerini çözme konusundaki başarısızlığını örten bir politik mazeret örneği arasaydık, herhalde bundan daha iyisini bulamazdık. Çünkü mavi vatan da tıpkı kızıl elma gibi bir vatansızlık sembolü, bir aidiyetsizlik semptomu olmaktan daha fazlası değildir.

Diğer tepkiye gelince, o da esasen yaşananların sorumluluğunun kimin üzerinde olduğu tartışmasından doğar. Şimdi salgın sürecinin ikinci zirvesinde olmamızın nedenleri açıklanırken özellikle düğün, taziye veya asker uğurlama gibi törenlerin etkisine vurgu yapılıyor. Deniliyor ki vatandaşların yeterince duyarlı davranmaması ve sorumluluk göstermemesi şimdi karşı karşıya olduğumuz durumun baş müsebbibidir. Duyarsızlık ve sorumsuzluk eleştirisinin üstü örtülü olarak ima ettiği şeyse olanlardan halkın sorumlu olduğudur. Yani hükümet süreci kötü yönetmemiştir, halk böyle olunca elden başka bir şey gelmemiştir. Esasen bir halkın antropolojik nitelikleri veya en geniş anlamıyla siyasal kültür öğeleri, kısa vadeli siyasi stratejiler belirlenirken veri kabul edilirler. Siz yüzlerce yıllarda oluşmuş adetleri, sosyalleşme biçimlerini ve bunların içerdiği davranış kurallarını anlık bir müdahaleyle dönüştüremeyeceğinizi bilir ve politikalarınızı buna göre oluşturursunuz. Sonuç istendiği gibi olmayınca gerekçe olarak en baştan varsaymanız gereken şeyleri ileri sürmek anlamlı olmadığı gibi asıl sebebi de görünmez kılmaya hizmet eder.

Demek ki açığa çıkan ağır durumun sorumluluğundan kaçış sadece toprakları değersizleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda o toprakta yaşayan insanları da değersizleştiriyor. Halkı suçlamak, halkın eğitmenliğine soyunmak en kolayı. Ama ortalıkta dolaşan tüm yaygaracıların sesi bile şu gerçeğin üstünü örtememektedir: Süreci yönetenler halka çelişkili ve yanıltıcı mesajlar vermiştir. Siyaset literatüründe iki veya daha fazla çelişkili, birbirini dışlayan mesajın iletilmesiyle açığa çıkan duruma “çifte açmaz” (double bind) adı verilir. Öyle ki bir mesaja vereceğiniz olumlu tepki diğer mesaja olumsuz bir tepki vermenizle sonuçlanacaktır. Dolayısıyla mesajı alan kişi ne yaparsa yapsın otomatik olarak hatalı olacaktır. Mesajın kaynağı otorite pozisyonundaki biriyse, insanlar ne ikilemi çözebilir ne de onun dışına çıkabilir. Bu durumun tipik örneği bir babanın çocuğunu cezalandırırken şiddeti sevdiğinden uyguladığını söylemesidir. İşte tıpkı bunun gibi Türkiye halkı salgın yönetimi sürecinde bir çifte açmazla karşı karşıya kalmıştır. Hükümet bir yandan durumu kontrollü olarak normalleştireceğini ve tedbirin elden bırakılmaması gerektiğini söylemiş, ama diğer yandan düğün veya taziye gibi kültürel ritüellerle kıyaslanmayacak büyüklükte kitleleri meydanlara toplamıştır. Ayasofya’da kılınan Cuma namazları, milli duyguyu geliştirmek için düzenlenen mitingler, tüm tedbir uyarılarına rağmen, dolaylı olarak tersi yönde bir mesaj vermiştir. Uzun sözün kısası, vatandaş kırmızı vatanda ölüm korkusu içinde yaşamayı kendi seçmemiş, sadece açmazda kalmıştır.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.