YAZARLAR

Utanma duygusu geri gelir mi? – 2*

Bir tecavüzcünün yakalanmasını sosyal medya sayesinde başarabilmek, bir dayanışma ve kararlılık örneği olarak önemlidir elbette. İstanbul Belediyesi’nin afişlerini polislerin indirdiğinin anlaşılmasından sonra sosyal medya duvarlarını afişlemek de öyle. Bunları yapmakta olan sistemi değiştirmek için geniş ittifak arayışının da çok anlamlı olduğuna da kuşku yok. Fakat yaratılmış olan, derinleştirilmeye çalışılan ve galiba bir kesim için geri döndürülmesi zor çok daha ciddi kayıplar var.

Türkiye üç yıl önce yönetim sistemi değişikliği içeren bir anayasa değişikliği yaptı. İki sene önce de yapılan seçimle bu sistem işlemeye başladı. Sistem değişikliğinin özünü ve gerekçesini en veciz biçimde 2016 yılında Devlet Bahçeli açıklamıştı. Bahçeli, hukuksuz bir olağanüstülük yaşandığını bunu hukuka uydurmak gerektiğini söyledi. Yani, “Erdoğan, zaten fiili bir yönetim değişikliği yaptı ve icra ediyor, biz bunu kitabına uyduralım” dedi. Çünkü gerçekten 2011’den itibaren ve asıl olarak 2015’ten sonra artık aleni hale gelen şahsileşmiş keyfilik düzeni, geri döndürülmesi çok zor olan bir kutuplaştırma iklimi yerleşti. Her alanda olağanüstülük yeni normal olarak yürürlükteydi, bunu süreklileştirmek gerekiyordu.

O zamanlardan başlayarak, yaşadığımızın ne olduğu veya gittiğimiz yer üzerine tartışıp duruyoruz. Bu konuda -duruma itirazı olanlar arasında- kesin bir mutabakat oluşmadı. Fakat bu duruma ilişkin, netice alamasa da gerilemeyen direnç yerinde duruyor. Her fırsatta kendisini gösteriyor, gösterebilmek için daha fazla imkan doğmasını bekliyor. Fakat aynı zaman zarfında bir sürü şey de olup bitiyor. Bir kavramsal, kurumsal bütünlükten bahsedilemese bile olağanüstülük, keyfilik, şahsilik, kuralsızlık alanını genişletiyor, yapabildiklerini çeşitlendirerek artırıyor. Diğer yandan kutuplaştırma, düşmanlaştırma daha yıkıcı bir içerikle tazeleniyor. Geriletilemeyen direnç, itibarsızlaştırılıyor, değersizleştiriliyor.

“Yerli-milli” ayrımı, “milli irade” tanımını yeniden yapmak için geliştirildi. Kerameti bir kısım insanın elinde olan kriterlere göre “yerli-milli” olmaktan çıkartılanlar, milli iradeye dahil olma -hatta vatandaşlık- haklarını da kaybediyorlar. Onlara başka bir hukuk uygulanıyor, onların oyu eşit, sözü dinlenmeye değer sayılmıyor. Seçtiği belediye başkanı yerine kayyım atanması, sokakta dövülmesinin lüzumlu görülmesi veya hassasiyetler karşısında hakların değersiz sayılması gibi. Bunlar yargının, bürokrasinin ve devletin “adamına göre” işlettiği uygulamalar. Ancak bunun bir de toplumsal karşılığı, paralel işleyen bir zihniyet atmosferi var. Son zamanlarda, yaşananların bu iki yüzünün örtüştüğü, buluşturulduğu örnekler çoğaldı.

“Hassasiyetlerin” karşısına çıkartılan bütün hakların ezilip geçilmesi gerektiğini düşünen bir kalabalık üretilmeye çalışılıyor. Aile için kadın, devlet için vatandaş teferruat oluyor. Geçtiğimiz hafta sosyal medya üzerinden yaşanan iki olay bu konudaki çarpıcı örnek listesine girer. Birincisi, günlerce tecavüz ettiği kadının ölmesine neden olan birinin sosyal medya baskısıyla tutuklanabilmesi. Ancak ilginç olan, bu düzeltmeyi sağlayan çabanın İçişleri Bakanı tarafından “art niyet” olarak yorumlanması. İkincisi, İstanbul’da “maske gerekçesiyle” orantısız ve anlamsız bir şiddet kullanarak bir kadının gözaltına alınması görüntülerinin yayınlanması ardından polislerin görevden alınması. Ancak yine ilginç olan, polislere destek veren sosyal medya kampanyasıyla işlemin geri alındığı iddiası.

Daha binlerce benzer örneğini verebileceğimiz bu vakalar bize şunu gösteriyor: Bazılarının hak aramaları veya adalet talep etmeleri, “niyetleri” -veya kimlikleri- dikkate alınarak “yok hükmünde” sayılabilir. Yaptığı her türlü acayipliğin kabul görmesi gereken görevliler şanlı, şerefli ama ülkenin bir kısım vatandaşları bu vasıflara haiz kabul edilmediklerinden dayak yemeleri normal. Devletin görevlileri, kimin ne kadar hak ettiğine bakarak hakları kullandırır veya yok sayabilir. Hukuk, adamına göre, talimata göre veya barosuna göre uygulanır. Eldeyken güçlendirilmesiyle övünülen yerel yönetimler, elden çıktığında hiçbir şey yapamaz hale getirilebilir. Bu açıkça ilan edilebilir. Bütün bunları yaparken itiraz sesi kısılırken, destek verenlerin ses ayarı da yükseltiliyor.

Daha önce de değindim; İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında daha farklı bir durum izledik. Sessiz kalacağı düşünülen kesimler de itiraz dile getirdiler. İstanbul seçiminde de, “yok artık” tepkisi oy olup sandığa girmişti. Ancak bırakın politik bir itirazı, ortalama bir ahlak ve adap ile kabulü mümkün olmayan pek çok meselede, hala sessizlik ya da fütursuz saldırganlık daha önde. Daha önce Hatay Baro Başkanı’na “ben devletim” diyen polislerin yaptığında görülen toplumsal yarılma, her olayda tekrar ediyor. “Devletin polisi yapar, az bile yapmış” tepkisinde, sorunlu bir devlet yüceltmesi elbette var. Fakat asıl mesele, devletin kimin elinde olduğuna göre davranabilmesine verilen destek. Güç göstermenin en utandırıcı halleri böyle onay alıyor.

Şimdilerde güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş nasıl olur diye tartışılıyor. Muhalefetin bunu yapabilmek için nasıl ve hangi zeminde bir işbirliği kurabileceği üzerine formüller geliştiriliyor. Giderek belirginleşmeye başlayan tablo, bir sistem tartışmasından çok daha önceki bir aşamaya daha yakın olduğumuzu, epey geriden başlamak zorunda olduğumuzu düşündürüyor. Aynı şeylere “yok artık” diyemeyen, ortak üzüntüleri ve sevinçlerini, en önemlisi ortak utanma duygusunu kaybetmiş bir toplum, sistem filan kuramaz, herhangi bir ilkeyi de savunamaz. Bir süre önce bazı hakların “amasız” kabul edilmesinden çok bahsedilirdi. “Ama, fakat” kayıtları kınanan tutumlardı. Şimdi gelinen aşama, “ama”yı bile gereksiz kılacak bir kabalıkta ve saldırganlıkta.

Bir tecavüzcünün yakalanmasını sosyal medya sayesinde başarabilmek, bir dayanışma ve kararlılık örneği olarak önemlidir elbette. İstanbul Belediyesi’nin afişlerini polislerin indirdiğinin anlaşılmasından sonra sosyal medya duvarlarını afişlemek de öyle. Bunları yapmakta olan sistemi değiştirmek için geniş ittifak arayışının da çok anlamlı olduğuna da kuşku yok. Fakat yaratılmış olan, derinleştirilmeye çalışılan ve galiba bir kesim için geri döndürülmesi zor çok daha ciddi kayıplar var. İşte bu yüzden ortak zemin, sistem tartışmasından daha önceki bir aşamadan kurulmak zorunda. Tam bir yıl önce sorduğum soru yeniden aklıma geliyor; “Utanma duygusu geri gelir mi?”

*https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/08/28/utanma-duygusu-geri-gelir-mi/


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).