YAZARLAR

Biden ve Trump konuşunca...

İktidar, dış politikayı iç politikaya iki ana tema üzerinden taşıyor. Birincisi, tehlikeli dış mihrakların her alanda ağır saldırıları olduğu. İkincisi, bunlar karşısında başarılı bir siyaset yürüten, takdir gören, gücünü gösteren liderin varlığı.

Dış politikanın iç siyaset malzemesi olarak kullanılması yeni bir durum değil. Her zaman böyleydi, AKP döneminde daha görünür oldu, şimdi iyice göze sokulan bir hal aldı. AB sürecinden başlayıp Kıbrıs’a, tezkere krizlerinden Suriye’ye, Ayasofya’dan kadına şiddete kadar pek çok gündem başlığı, ya dış politikadan devşirildi ya da ilişkilendirildi, bazen başarı bazen de tehdit anlatısı politik malzemeye dönüştü. Bunlar da yetmedi; Türkiye’nin çok bariz iç meseleleri önce ihraç edilerek uluslararası zemine taşındı, sonra bir “dış sorun” gibi tekrar içeriye çağrıldı. Kürt meselesi ve ekonomik kriz en çarpıcı örnekler.

Mülteci meselesi, “fiziki ithal” ve zorlama ihraç şantajı sarkacında salınıp duruyor. Son derece yerli ve milli sorunlar, dışarıdan gelmiş saldırı gibi kodlanıyor. Her konuda olduğu gibi dış politikadaki sorunlar iktidarın sorumluluğu yerine, mağduriyeti veya mecburiyeti olarak anlatılmaya çalışılıyor. Türkiye’ye saldıranlar isimlendirilmiyor, seçmenin hayal gücüne bırakılıyor. Başarı hikayelerinde ise Türkiye’ye verilen önem veya geçici hamle imkanları, kişisel beceri olarak “sadece başarıdan sorumlu” tek kişinin hanesine yazılıyor.

Bütün politik meselelerde olduğu gibi, dış politikanın da fazlasıyla kişiselleştirildiği son yıllarda, yabancı siyasetçiler Türkiye iç politikasının aktif aktörlerine dönüştü. Trump, Putin veya Merkel, uzunca süredir Türkiye iç politikasının tam göbeğinde. Türkiye’deki siyasi parti liderleri kadar yabancı ülke liderlerinin isimlerinden, söylediklerinden, yaptıklarından hatta attıkları sosyal medya mesajlarından bahsediliyor. Mitinglerde, yapılan telefon görüşmelerinin detayları paylaşılıyor. Sevseler de, sövseler de işe yarıyor.

Türkiye’ye herkes düşman, hepsi kötülük peşinde ama başarı hikayelerinin içinde yine onlardan görülen takdir, imrenme ve hatta kıskançlık var. Trump’la görüşme fotoğrafına “hiç olmadığı kadar yakınız” manşeti atıldığında da, Putin’le –siloya alınan- S-400 alışverişinden sonra dondurma yendiğinde de, “Merkel’le geçen telefonda konuşuyorduk” cümleleri kıvançla anlatıldığında da hep aynı resim verilmek isteniyor. Olumsuz bir tansiyon istendiğinde de, pozitif motivasyona ihtiyaç duyulduğunda da, dış güçlere ama asıl olarak “şahsımla” denkleştirilen yabancı liderlere müracaat ediliyor.

Biraz karikatürize bir şablon olarak, “Türkiye’nin jeo-stratejik önemi” fazla abartılmış olsa da, bulunduğu konum bu ülkeyi çoğu hesabın parçası yapıyor. Dünyadaki her konu elbette “Türkiye ve Türklere ne yapalım?” sorusuna verilen cevaplara göre biçimlenmiyor ama pek çok meselede görülmemiş hesapların izi olduğuna kuşku yok. Tarihinden, konumundan gelen özellikleri yanında, son yıllarda biraz fütursuz bir gayretkeşlikle, sorunların içine girmek, dibine dalmak gibi savruk dış politikanın da dikkatlerin üzerinde toplanmasında ciddi etkisi var. Dikkatleri üzerine çekmek kendi başına bir başarı sayılamasa da öyle...

Türkiye’nin paylaşılacak doğal kaynakları, kıymetli madenleri olmayabilir. Ancak 80 milyonluk dinamik nüfusuyla –ancak işlemeye devam edebildiğinde- küçümsenemeyecek bir ekonomik değere sahip. Pek çok açıdan hesaplara katılması zorunlu irilikte. Bütün bunlar yanında küresel sistem ve emperyal akıl, nerede kimin daha çok işe yaradığı, nerede kimin sorun çıkarttığı üzerine kafa yorar, yormuştur, yoracaktır. Türkiye’de kimin yönetimde olduğu hakkında fikir, tercih ve istek sahibi olanların varlığını öğrenmek için video kayıtlarına pek ihtiyaç yok aslında. En azından bunun bir haber değeri bulunmuyor.

Geçtiğimiz hafta, ABD başkan adayı Joe Biden’ın video kaydı gündeme düştü. Biden, Ocak ayında gazetecilerle sohbeti sırasında, Erdoğan’a karşı muhalefetin desteklenmesi gerektiğini söylüyor. Ya kulak dolgunluğuyla ya yanlış anlaşılır diye ya da özel bir imayla “darbe değil ha, seçim yoluyla” diye ekliyor. İktidar medyası, sosyal medyası ve resmi sözcüleri, bu sözlerden ABD’nin Türkiye muhalefetini kontrol ettiği sonucunu çıkardılar. Muhalefeti de günah çıkarmaya davet ettiler. Ancak gözden kaçırılan nokta, konuşmanın Türkiye’deki muhalefete duyulan yakınlıktan çok Erdoğan’a duyulan alerjiyle ilgili olması.

Hemen akabinde Trump’ın, “Erdoğan gibi usta bir satranç oyuncusu ile baş etmek için bana ihtiyaç var” sözleri övgü gibi aktarılırken, çok daha belirleyici olan “herkes benim sözümü dinleyeceğini söylüyor, açıktan söylemek istemem ama çok iyi anlaşıyoruz” kısmı görmezden gelindi. Üstelik daha önce “akıllı ol” mektubu yazmış birinin “benim sözümü dinler” demesi daha önemli olmalı. Sosyal medyada bu kısım fazla kullanmaya ve günah çıkarma davetlerinden vakit bulan muhalefet de işin bu tarafına değinmeye başlayınca, övgü faydasından hızla vazgeçildi. “Trump Erdoğan’ı övüyor” bahsi kapandı.

Türkiye kamuoyu dış meselelere fazla vakıf sayılmaz. Çoğunlukla oralarda olup bitenler hakkında genel fikirlerle yetinilir ama burada anlatılanlara kulaklar hep açıktır. “Milli davaların” ve beka tehlikesinin büyük bölümü dış politikaya dairdir. Bizden ne alınmak –esirgenmek- istendiği konusunda kanaat yüksektir ve kesindir ama “bizim” tam olarak ne istediğimiz konusundaki bilgi çok zayıftır. Bu bilgi ve kanaat oransızlığı, siyasetçilerin ustalıklı biçimde kullandığı zorlama, çarpıtma, kışkırtma imkanlarını zenginleştirir, sonsuz manipülasyon fırsatları sunar. Yani, dış politika yüksek ilgiden dolayı değil az bilgiden dolayı caziptir.

İktidar, dış politikayı iç politikaya iki ana tema üzerinden taşıyor. Birincisi, tehlikeli dış mihrakların her alanda ağır saldırıları olduğu. İkincisi, bunlar karşısında başarılı bir siyaset yürüten, takdir gören, gücünü gösteren liderin varlığı. Bir de her iki damadın buluşları. Olup biteni bu dar paranteze sokup, hikayeyi böyle anlatınca tablo basitleşiyor, çarpıcı çelişkiler kolay cevaplanıyor. “Sıfır sorun politikasından herkesle kavgaya nasıl geldik” sorusu, “çünkü kıskanıyorlar”; “sıkışıyoruz sanki” uyarısı, “reis çözer” formülüyle karşılanıyor.

Fakat bu anlatının çok önemli bir boşluğu var: Tüm dünya üstümüze geliyorsa, iktidar bu zorlu mücadelesi için halkından fedakarlık mı istiyor? Ter, gözyaşı ve yokluk mı vadediyor? Cevap sorunların varlığı için evet, çözümü için hayır şeklinde. Tıpkı kim bu “dış mihraklar” sorusunun cevabı olmaması gibi, hikaye burada hemen yan yola geçiyor: “Yok öyle bir şey. Biz imrenilen, parmakla gösterilen ve yatırımlar için en cazip ülkeyiz, uçacağız”. Endişeye yol verilirken, umut elden çıkartılmak istenmiyor. Biden, tehlikeli dış mihrakın; Trump ise küresel güç olmanın kanıtı olarak kullanıma giriyor.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).