YAZARLAR

Selin Nakıpoğlu: İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek Pirus Zaferi olur

“Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamıyor ki!” Feminist avukat Selin Nakıpoğlu, zaten uygulanmayan uluslararası bir sözleşmeden tarikatların talebi üzerine çekilmek istenmesinin sadece oy kaygısıyla açıklanamayacağını, kadınların kazanılmış tüm haklarına yönelik topyekün bir savaş başlatıldığını söylüyor. Ama Nakıpoğlu’na göre Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi, iktidar açısından büyük bir hezimet olacak.

Sabah-akşam kız çocuklarının kaç yaşından itibaren “cinsel münasebete uygun” olacağının hesabıyla uğraşan birtakım gerici grupların vaazlarında, kadın bedenini buzlayarak nakleden şeriatçı neşriyatların sayfalarında “kadın mezalimi altındaki erkeklerin” hikâyelerinden geçilmiyor. Kimine göre İstanbul Sözleşmesi yüzünden ailesi parçalanmış. Kimine göre “gariban erkekler” verdikleri nafaka yüzünden aç yatıp biilaç kalkıyormuş.

Oysa bu anlatının gerek nafaka, gerek İstanbul Sözleşmesi bölümlerinin hakikatle, istatistikle, görünenle, saklananla örtüşen hiçbir yanı yok. Esas hakikat kadınların, çocukların, LGBTİ bireylerin şiddetle, tehditle, yalnızlıkla, sahipsizlikle, yoksullukla, açlıkla yoğrulmuş hayatlarında. Bu yüzden kadın hakları savunucuları yıllardır “İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamıyorsunuz” diyerek isyan ediyor.

Peki aslında uygulanmayan İstanbul Sözleşmesi neden iktidarın ve çevresinin hedefinde? Feminist avukat ve TCK 103 Çocuk İstismarına Karşı Kadın Platformu üyesi Selin Nakıpoğlu’yla Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamaya iten sürecin arka planını, Türkiye Anayasası’nda ayrımcılığı yasaklayan 10. maddeyi, Türk Ceza Kanunu ve Medeni Kanun’da şiddete, boşanmaya, nafakaya ilişkin düzenlemeleri ve nihayet AKP’nin Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekmesi halinde yaşanacakları konuştuk.

Biraz geriden başlayalım. İktidarın şu anda bitaraf olmaya hazırlandığı İstanbul Sözleşmesi hangi koşullarda ortaya çıkmıştı?

İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı tarih 2011. Fakat sözleşme, taraf devletler yeter sayısına ulaştıktan, yani 13 devlet tarafından imzalandıktan sonra 1 Ağustos 2014 tarihinde, yani altı sene önce yürürlüğe girdi. Fakat Türkiye’yi bu sürece götüren esas olay, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2002 tarihinde verdiği Nahide Opuz kararıydı. Opuz davasında AİHM, Türkiye’yi yaşam hakkını koruyamadığı için mahkum etti. Mahkeme, Türk hükümetinin, "aile içi şiddet özel yaşamdır, karışamayız" tezini de geri çevirdi. Yani “insan yaşamını korumak söz konusu olunca özel yaşama karışılır” mesajı verdi. Bu, AİHM’in bu alanda verdiği ilk mahkumiyet kararıydı. Bu karar Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde kabul ettiği yükümlülükleri yerine getirmediğine, dolayısıyla Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler nazarında oldukça olumsuz bir tabloya işaret etti. Bu tablo, Türkiye’yi 2012’de yürürlüğe girecek 6284 Sayılı aile içi şiddeti önlemeye yönelik yasanın hazırlıklarına itti.

Selin Nakıpoğlu

Nahide Opuz davası neydi?

1972 doğumlu Nahide Opuz, üç sene boyunca eşinin çok ağır şiddetine, bıçaklı saldırısına, araçla ezme girişimine maruz kaldı. Adam hakkında yaralamadan ve cinayete teşebbüsten dava açılıyor. Ama delil yetersizliği gerekçesiyle adam beraat ettiriliyor. Fakat saldırıları sürüyor, iki kez daha gözaltına alınıyor ama her seferinde serbest bırakılıyor. Bu arada Nahide ve annesi sürekli şikâyette bulunuyor. Fakat adamın baskıları sonucu şikâyetlerini geri çekmek zorunda kalıyorlar. Hatırladığım kadarıyla araçla ezme suçundan da birkaç ay hapis yatıyor sadece. Neticede Nahide, annesiyle birlikte izini kaybettirmek için Diyarbakır’dan kaçmak, İzmir’e taşınmak istiyor. Kocası aracın yolunu kesiyor ve Nahide’nin annesini öldürüyor. 2002 yılında kamu davası açılıyor. Ardından Nahide Opuz, AİHM’e başvurarak annesiyle birlikte yaşam haklarının korunmadığını, defalarca şikâyette bulundukları halde kamu kurumlarının duyarsız kaldığını aktarıyor. Bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yaşam hakkını güvence altına alan, etkin soruşturmayı emreden, işkence ve onur kırıcı muameleyi suç sayan maddelerinin ihlali dolayısıyla açtığı dava mahkemenin oy birliğiyle verdiği ihlal kararı ile sonuçlanıyor.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ METNİNDE OPUZ’UN, GÜLDANYA TÖREN’İN, AYŞE PAŞALI’NIN KANI VAR

Bu karar neden çok önemli peki?

AİHM ilk kez bir ülkeyi bu nedenle mahkum ediyordu. Şiddet gören bir kadının devlet tarafından korunmadığının ve devletin ayrımcılık yaptığının AİHM kararıyla ortaya konması, 2000’li yılların başında Avrupa Birliği’ne girmek için çaba sarf eden o dönemin Türkiye’si açısından utanç vericiydi. Karar, Avrupa Konseyi’nde büyük yankı uyandırdı. O dönemin AKP hükümet üyeleri, uluslararası platformlarda bu nedenle başları eğik dolaşıyordu. Türkiye’yi kadına yönelik şiddet konusunda yasal düzenleme yapmaya ve giderek İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmaya iten sürecin ilk aşamasıydı bu. Şimdi iktidar çevreleri “İstanbul Sözleşmesi bize Batı tarafından dayatıldı’ diyor. Hayır, bu sözleşmeyi biz yazdık! Çeviri bir metin değil. Bu sözleşmenin metninde Nahide Opuz’un annesinin, Güldünya Tören’in, Ayşe Paşalı’nın kanı var! Bu sözleşmenin temelinde kadınların hayatları var.

Hükümet, İstanbul Sözleşmesi’ne imzayı atarken, bunun bir dayatma olduğuna dair herhangi bir beyanatta bulunmuş muydu?

Tam tersine, bununla iftihar ettiler. Çünkü Nahide Opuz kararının yarattığı imajı silmek istiyorlardı.

2006 yılında, o dönem başbakan olan Tayyip Erdoğan bu konuda çok önemli bir genelge yayınlamıştı, değil mi?

Tabii, şu sıralar kimse hatırlamıyor, iktidar çevreleri de bahsini etmiyor ama Tayyip Erdoğan imzasıyla son derece önemli olan 2006/17 Sayılı Başbakanlık Genelgesi yayınlanmıştı.

ERDOĞAN’IN 2006’DAKİ GENELGESİ, DİYANET İŞLERİ’NİN KADINA YÖNELİK ŞİDDET KONUSUNDA VAAZ VERMESİNİ ÖNGÖRÜYORDU

O genelgenin hükümleri nelerdi?

Kadına ve çocuklara yönelik şiddeti, “töre” ve “namus” cinayetlerini önlemeye dönük tedbirleri sıralayan son derece detaylı bir Başbakanlık genelgesiydi o. Genelgeye göre işe alınmada eşitliği sağlayıcı önlemler alınması, işyerinde cinsiyete dayalı ayrımcılığın olmaması için işverenlerin ve yöneticilerin gerekirse pozitif ayrımcılık yapmaları gerektiği ifade ediliyordu. Kadına yönelik şiddetle ilgili filmler üretilmesi, ulusal, bölgesel ve yerel medyada kampanyalar yapılması isteniyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kadına yönelik şiddetin önlenmesi konusunda, toplumu bilinçlendirmek üzere hutbe ve vaazlar vermesi, yazılı ve görsel yayınlar yapması öngörülüyordu. Kadın-erkek eşitliğine aykırı politikaların, yasal düzenleme ve uygulamaların kaldırılması, toplumda kadın ve erkek eşitliği sağlanıncaya kadar kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasının bir devlet politikası olarak kabul edilmesi gerektiği ifade ediliyordu. Devletin kadınlara yönelik her türlü şiddet eyleminin önlenmesini bir devlet politikası olarak kabul etmesi gerektiği vurgulanıyordu. Bunun için toplumsal cinsiyete dayalı bütçe analizleri yapılması isteniyordu. Siyasi Partiler Yasası’nda kadınların siyasete katılımını destekleyen düzenlemeler öngörülüyordu.

Bu genelgenin, çok sonra ortaya çıkacak İstanbul Sözleşmesi’nin de bir tür öncü haberi olduğu söylenebilir mi?

Dediğim gibi, o dönemki iktidar, Opuz kararı sonrası oluşan imajı ortadan kaldırmak istiyordu. Genelge de, 6284 Sayılı yasa da, İstanbul Sözleşmesi de bu tarihsel arka plana dayanıyor. İstanbul Sözleşmesi, hane içi şiddetin önlenmesine ilişkin tedbirler getiriyor. İlk defa uluslararası bir sözleşme, çok detaylı şiddet tanımı yapıyor.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, ÖZEL ALANIN POLİTİK OLDUĞUNU TESLİM EDİYOR

Nasıl bir şiddet tanımı yapıyor İstanbul Sözleşmesi?

Şiddet deyince akla ya fiziksel veya cinsel şiddet geliyor ama sözleşme şiddetin ekonomik ve psikolojik boyutlarının da altını çiziyor. Ayrıca kadına yönelik şiddetin ister kamusal ister özel alanda olsun, bir insan hakkı ihlali olduğuna, ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılması gerektiğine dikkat çekiyor. Fiziksel ve cinsel şiddetin yanında, ızdırap veren her türlü eylem, ki bunun içinde tehdit, zorlama, kıyafetine karışma var, toplumsal cinsiyete dayalı her türlü baskı ve şiddet suç sayılıyor. Sözleşme, özel alanın politik olduğunu teslim ediyor. Dolayısıyla karakola gittiğinizde, oradaki kamu görevlisi size “kocandır, sever de döver de” diyemez. Yine ilk kez uluslararası bir sözleşme, toplumsal cinsiyetin tanımını yapıyor ve şiddetle mücadele etmek isteyen taraf devletin, toplumsal cinsiyet paravanının arkasına sığınamayacağını vurguluyor. Ayrıca kadın sözcüğünün, 18 yaş altındaki kız çocuklarını da kapsadığı söyleniyor. Bu çok önemli bir vurgu.

Neden?

Çünkü o kız çocukları da kadın oldukları için şiddet görüyorlar. Zorla evlendirmeyi, zorla kürtajı, zorla cinsel ilişkiyi, töre, namus, gelenek, görenek diyerek gerekçelendiremezsin, bu zihniyetle mücadele edeceksin, diyor sözleşme. Keza, sözleşme, LGBTİ bireylere yönelik ayrımcılığı mübah göremezsiniz, diyor.

Selin Nakıpoğlu

ÖLDÜRMEYİN, YAŞATIN DEYİNCE, LGBTİ’LİK Mİ TEŞVİK EDİLMİŞ OLUYOR!

Şu an İstanbul Sözleşmesi’ne karşı yürütülen kampanyanın önemli ayaklarından biri de, LGBTİ karşıtlığı üzerinden şekillendiriliyor. Sözleşme, LGBTİ hakları için taraf devletlere ne tür yükümlülükler getiriyor?

Sözleşme, taraf devletlere, insanlara cinsel yönelimlerinden dolayı ayrımcılık uygulamayın, öldürmeyin, yaşatın deyince, LGBTİ’lik mi teşvik edilmiş oluyor! İnsanların yaşatılmasına mı karşısınız? Sözleşmede, propaganda edildiği gibi özel olarak LGBTİ haklarına ilişkin bir vurgusu yok. Meseleye bütüncül bir yaklaşımla, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi başka görüşe sahip olma, cinsel kimlik, cinsel yönelim, engellilik, medeni hâl, göçmen-mülteci olma durumları ve başka statülerde ayrımcılık yapamazsın, sözleşmeyi bu kesimlere uygulamayı güvence altına alacaksın diyor. Üstelik İstanbul Sözleşmesi’nin bu unsuru zaten bizim Anayasa’nın ayrımcılığı düzenleyen 10. maddesinde de var.

Ne diyor Anayasa’nın 10. maddesi?

Aynen aktarıyorum: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.”

KADIN HAKLARINI KORUR GİBİ YAPTIKLARI PARANTEZİ KAPATMAK İSTİYORLAR

O halde sözleşmenin bu hükmüne karşı çıkanlar, Anayasa’nın 10. maddesine de mi karşılar?

Tabii ki, sözleşmeye karşı olanlar, Anayasa’nın ayrımcılığı yasaklayan maddesine de, farkında olarak veya olmayarak karşılar. Anayasa uyarınca, devlet bütün vatandaşlarını şiddete karşı korumakla yükümlüdür. Fakat karşı karşıya olduğumuz kesim, eşit bir yaşamı reddediyor. Sözleşmeye karşı olan bu erkekler, imtiyazlarını kaybetmek istemiyor.

Sizce iktidarı, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme hazırlığına götüren temel saik ne?

Bu topyekün bir saldırının son aşaması. İlk aşaması ise Erdoğan’ın 2008 yılı 8 Mart’ında Uşak’ta yaptığı konuşmada kadınlara “üç çocuk yapın” telkinine kadar gider.

Ama “üç çocuk yapın” sözü, Erdoğan’ın 2006’daki genelgesinden iki yıl sonraya, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesinden de altı sene önceye tekabül ediyor…

Evet ama bu söz alttan alta, başta da bürokraside bir domino etkisi yaptı. Dediğiniz gibi, arada 2012 yılında 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Şiddetin Önlenmesi Yasası, 2014’te İstanbul Sözleşmesi var. Ama şu anda, kâğıt üstünde de olsa kadın haklarını korur gibi yaptıkları o ara dönemi bir parantez olarak görüp kapatmak ve esas yaklaşıma dönmek istiyorlar.

KADINLARIN ACİL DURUM YASASI OLAN 6284’ÜN UYGULANMASI DA ZORLAŞTIRILIYOR

Bu arada İstanbul Sözleşmesi kadar 6284 Sayılı TCK yasası da hedefte…

Hedefe aldıkları yasayı biz zaten başından beri doğru dürüst uygulatamıyoruz bile! Erkek şiddetiyle mücadele sadece birtakım yasal düzenlemeler yaparak olmaz. O düzenlemeleri hayata da geçirmeniz gerekiyor. 6284 Sayılı yasa yürürlüğe girdikten hemen sonra, önce cumhuriyet savcılarının bir kısmı uygulamada direnç gösterdi. Bu yasa kapsamında, şiddet uygulayan erkek hakkında uzaklaştırma kararı verildiğinde ve erkek o kararı ihlal ettiğinde, 3 ila 10 gün arasında zorlama hapse tabi tutuluyor. Savcılar bunun üzerine, “bir insanın hürriyetini tahdit edeceksem, bana daha fazla bilgi gerekiyor” diyerek ayak direttiler. Fakat bu, kadının beyanını ve darp raporunu esas alan acil durum yasası. Nüfus kâğıdı bile elinde olmayan, terlikle evden kaçmış kadın, ister savcılık, ister kaymakamlık, ister karakol olsun, ulaşabileceği en yakın kuruma sığınabilir. Fakat savcılardan sonra, bu sefer kaymakamlıklar, mülki amirlikler bu görevlerini üstlenmekte direnip kendilerini yasadan azade tutmaya çalıştılar. Bir müvekkilimin Üsküdar Kaymakamlığı’na sığındığını, kaymakamlığın “bu bizim işimiz değil, savcılığa gidin” dediğini, bunun için o dönemin bakanı Fatma Şahin’i aradığımı ve Fatma Şahin’in bizzat kaymakamlığı arayarak görevlerini yapmaları için talimat verdiğini hatırlıyorum. Dolayısıyla, şu an hedef aldıkları 6284 sayılı yasanın bile uygulanması için bin dereden su getiriyor kadınlar. Oysa dediğim gibi, bu yasa, hayati tehlikesi olan kadınlar için çıkarılmış bir acil durum yasası ve bu yasanın uygulanması da gittikçe zorlaştırılıyor.

Peki İstanbul Sözleşmesi’nin hükümleri gerektiği gibi uygulanıyor mu?

Elbette hayır! Üstelik bunu sadece biz söylemiyoruz. Taraf devletlerin sözleşmeyi uygulayıp uygulamadığını takip eden Kadınlara Karşı Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Uzman Eylem Grubu (GREVİO), 2018’de yayınladığı raporunda bunun altını çizerek Türkiye’yi yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırdı. GREVİO, Türkiye’nin bu kapsamdaki çalışmalarının son derece başarısız ve yetersiz olduğu tespitini yaptı. Devletin, kadın hakları alanında çalışan STK’larla hiçbir ortak çalışma yürütmediğini, kadına yönelik şiddet konusunda herhangi bir veri tutulmadığını, çocuk bakımı konusunda hiçbir şey yapılmadığını, ısrarlı takip suçunun ceza kanununa sokulmadığını, TCK 103. Madde’yle ilgili açıklamaların endişe verici olduğunu belirtti.

UYGULAMADIKLARI BİR SÖZLEŞME AİLEYİ Mİ YIKIYORMUŞ!

TCK 103. Madde ne diyor?

Çocuğa yönelik cinsel istismar suçunu düzenleyen madde bu. GREVİO, zorla evlendirmelerin suç olarak tanımlanması gerektiğinin altını çizdi. Keza dijital ortamdaki ısrarlı takibin de ayrı bir suç olarak tanımlanması gerektiğini ifade etti. Yine, tecavüz kriz merkezlerinin kurulmasının, sözleşmenin amir hükmü olduğu hatırlatıldı ve Türkiye’nin bu konuda da hiçbir adım atmadığına dikkat çekildi. Güvenlik güçleri ve yargı mensuplarına, psikolojik şiddet ve toplumsal cinsiyet konusunda etkin eğitim verilmesi gerektiği ifade edildi. Ama Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi uygulanmıyor ki! Uygulamadıkları bir sözleşme aileyi mi yıkıyormuş! Yükümlülükleri yerine getirilmediği halde “aileyi parçalıyor” dedikleri İstanbul Sözleşmesi konusunda böyle bir noktadayız. Eğer sözleşme uygulansaydı, kadınların yaşam hakkı ihlallerinde etkin soruşturma yapılması gerekiyordu. Sözleşme bunu emrediyor. Ama Şule Çet dosyası bunun yapılmadığının en yakın tarihli örneğidir.

Ama sanıklar ağır hapis cezasına çarptırıldı o dosyada…

Evet ama nasıl? Şule Çet dosyası, kadının yaşam hakkı ihlali olaylarında etkin soruşturmanın olmadığına en iyi örneklerden biridir. Eğer Şule Çet’in arkadaşları ve ailesi sosyal medyanın gücüne başvurmasaydı, sanıklar cezasız kalacaktı. Çünkü sanıklar serbest bırakılmış, soruşturma dosyası kapatılmıştı. Kadınlar, adalete artık Twitter’dan erişmeye çalışıyor. Eğer İstanbul Sözleşmesi’nin hükümleri uygulansaydı, Çet’in yakınları adaleti Twitter’dan aramak zorunda kalmaz, başından itibaren etkin soruşturmayla bu dava sonuçlanırdı. O zaman Çet’in katillerinden biri “Twitter yüzünden tutuklandık” diye bağıramayacaktı. İstanbul Sözleşmesi hükümleri uygulansaydı, 2019 yılında Adalet Bakanlığı, sosyal medya paylaşımlarının soruşturmanın gizliliğini ihlal ettiğini bir genelgeyle ifade etme ihtiyacı da hissetmeyecekti. Ama İstanbul Sözleşmesi’nin hükümlerini uygulamıyorsunuz, insanlara sosyal medya dışında bir adalet arama mecrası bırakmıyorsunuz, üstüne üstlük şimdi de uygulamadığınız bu sözleşmeyi, kâğıt üstünde bile sindiremiyorsunuz.

SÖZLEŞMEDEN ÇIKMAKLA KALINMAYACAK; ERKEKLERİN AYAK SESLERİNİ DUYUYORUZ

İstanbul Sözleşmesi’nin diğer amir hükümleri neler?

Sözleşme uygulansaydı, tecavüz kriz merkezleri kurulmuş olacaktı. Cinsel suçlarda delil kaybı ve mağdurların yeniden yeniden anlatma, yargılama travmaları yaşanmayacaktı. Özellikle 18 yaş altı çocukların maruz kaldığı istismarlarda örselenmelerin önüne geçilecekti. Sözleşme, Türkiye’ye tecavüz kriz merkezlerini kur, 7/24 açık olsun, burada psikolog, avukat ve hekim, adli tıp personeli olsun, o deliller toplansın diyor. Sonra etkin bir soruşturma, ardından adaleti sağlayan bir kovuşturma yap, diyor. Bitmedi; verilen cezayı etkin olarak uygula, infaz düzenleme yasaları çıkarıp bir-iki ay sonra salıverme bu suçluları, diyor. Dahası, adamın hapisten çıkıp çıkmayacağını, şiddet uyguladığı kadına, çocuklara bildir, haberleri olsun, diyor. İstanbul Sözleşmesi bununla da kalmıyor ve şiddet mağdurlarını ömür boyu destekleyen mekanizmalar üretilmesini emrediyor.

Madem Türkiye bu sözleşmenin yükümlülüklerini yerine getirmiyor, o halde sözleşmeden çekilmesinin fiili ne tür sonuçları olabilir?

Böylesi bir sözleşmeden çekilmenin hem içerideki hem de uluslararası alandaki bedelini göze alıp almadıklarını bilmiyoruz. Fakat kadınları, haklarını gaspla tehdit etme konusunda bir adım ilerlenmiş olacak. Bu sözleşmeden çekilmek, kadın-erkek eşitliğini içime sindiremedim demektir. Çünkü bu sözleşmeden ancak ve ancak kadınların eşit yurttaş olmasını, kadınların erkek şiddetine karşı korunmasını istemeyenler rahatsız olabilir. Öte yandan iş sözleşmeden çıkmakla kalmayacak; erkeklerin ayak seslerini duyuyoruz. TCK’nın 103. Maddesine, Medeni Kanun’da nafakayı düzenleyen 175, 176. Maddelere yönelik saldırılar bunların bir uzantısıdır. Yüksek yargıda verilmeye başlanan cinsiyetçi kararlar, tacizi “babacan tavır” diyerek kapatma girişimleri de aynı yolun devamıdır. Meseleleri İstanbul Sözleşmesi’yle sınırlı değil. Artık bizim hukuk sistemimizden farklı bir hukuk sistemi tahayyülleri var. Muhalefet çok iyi anlamalı, bu bir gündem saptırma girişimi değil. İstanbul Sözleşmesi, gündemin ta kendisidir. Dört senedir, erken yaşta evliliğin tecavüz olduğunu görmeyen tasarı Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanıyor.

Giresun Kadın Platformu ve Selin Nakıpoğlu’nun Havva K. için yaptıkları açıklamadan...

TARİKATLARIN TALEBİYLE ULUSLARARASI BİR SÖZLEŞMEDEN ÇEKİLMEK SADECE OY KAYGISIYLA AÇIKLANAMAZ

Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmasa, sözleşmede öngörülen kadın-erkek eşitliği yönündeki politikalardan azade olacak mıydı?

Türkiye hiç taraf olmasaydı bile, zaten Birleşmiş Milletler’in Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) mekanizmasına, Avrupa Konseyi’nin, çocuk istismarıyla mücadele düzenlemelerine dahil. Türkiye’nin Anayasası, TCK’sı açık. Her halükarda, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak Pirus Zaferi olur, büyük bir hezimet olur. Birtakım dini cemaatler, ismi şaibeli vakıflar, İstanbul Sözleşmesi’nden çekerek Türkiye’yi, dünyanın hangi tarafına sürüklemek istiyorlar? Bu iktidar, altına imza atıp zamanında bolca reklamını yaptığı İstanbul Sözleşmesi’nin hangi müeyyidelerini yerine getirdi ki, şimdi de çekilmek istiyor? Tarikatların talebiyle uluslararası bir sözleşmeden çekilmek sadece oy kaygısıyla açıklanamaz. Bu, kadın ve çocuk haklarına yönelik topyekün bir saldırıdır. Yuvayı yıkan sözleşme diyorlar! Yahu sözleşmede aileyle de, nafakayla da ilgili bir kelime bile yok.

İktidar yanlısı grupların yaslandıkları gerekçelerden biri de, erkeklerin, ödedikleri nafaka yüzünden mağdur olduğu yönünde. Gerçekten böyle bir mağduriyet söz konusu mu?

Medeni Kanun’un 175. Maddesi, nafaka yükümlülüğünü belirlerken, “boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf” diyor. Yani burada bir cinsiyet belirtilmiyor. Eğer boşanma yüzünden erkek yoksulluğa düşüyorsa, nafaka erkeğe verilir. Ama maalesef başka bir eşitsizlik yüzünden, kadınların istihdam edilme oranlarındaki düşüklük nedeniyle, boşanma sonrası yoksulluğa düşenler çoğunlukla kadınlar oluyor. Kadınlar bu yüzden eşit işe eşit ücret istiyor, bu yüzden istihdamda kadın-erkek eşitliği talep ediyor. Öte yandan yasaya göre kişi evlenirse, işe girerse zaten nafakası kesiliyor. Hatta nafakanın şartlarını oluşturan 176. Madde, kişinin “haysiyetsiz yaşam sürmesi” halinde de nafakanın kesilmesini öngörüyor. Türkiye yargısının herhangi bir erkeği “haysiyetsiz yaşam süren” olarak görmesi söz konusu mu? Hayır, bu unsur kadınların aleyhine kullanıyor. Biz daha düne kadar yasadaki bu ifadenin yol açtığı cinsiyetçi uygulamalarla mücadele ederken, bugün bu yasanın muhafazası için direnmek zorunda kalıyoruz. Sırf bu bile kadın hakları açısından nasıl bir geri gidişin olduğunu göstermeye yetiyor.

ERKEKLERİN ÖDEDİĞİ NAFAKA ORTALAMA 370 TL YAHU!

Peki erkeklerin verdikleri nafaka, gerçekten de hayatlarını zorlaştıracak düzeyde fazla mı?

Biz üç kadın avukat, İstanbul Barosu’nun arşivini taradık. Eş zamanlı olarak Ankara’daki Kadın Dayanışma Derneği de nafaka dosyalarında bir tarama yaptı. Çıkan ortalama rakam 370 TL! Hani diyorlar ya, kadınlar aldıkları nafakayla yan gelip yatıyor, AVM’lerde alışverişler yapıyor, para saçıyor diye! Rakam 370 TL yahu! Üstelik kadın işe girdiği zaman kesiliyor bu nafaka. Evet, nafakada sorun var ama o sorun tahsilatta!

Nasıl yani?

Erkekler bu parayı bile ödemiyorlar. Müvekkilim nafakasını alamıyor, birikiyor. Ben icraya vereceğim ama bir bakıyorum ki, adam işten çıkmış! Çünkü adam patronla anlaşıyor, “benim nafaka karara çıktı çıkacak, sen beni işten çıkarmış gibi göster” diyor. Fiilen çalışıyor ama nafaka ödememek için işten çıkmış gibi gösteriliyor. Bırakın kadına nafaka ödemeyi, bu adamlar çocuklarına da nafaka vermek istemiyor. Kadınlar tek başlarına, babadan hiçbir destek almadan çocuk büyütmek zorunda kalıyorlar. Müvekkillerimden birinin çocuğu lösemi hastası. Adam bir kez olsun ilaç parası göndermedi, bir defa olsun gelip çocuğuna bakmadı! Bunlar münferit olaylar değil, maalesef yaygın.

Ödenecek nafaka neye göre belirleniyor?

Tarafların gelirlerine göre belirleniyor. Kişinin hayatı için elzem olan harcamalar, barınma gibi asgari yaşam koşulları çıkarılıyor ve geri kalandan da belli bir oran nafaka olarak belirleniyor. Asgari ücret alıyorsa kişi, verebileceği nafaka zaten 200, 250 lira oluyor. Sigorta kaydı yoksa zaten adam nafaka ödemiyor. Kaldı ki, nafakayı veren de yoksul ama alan, çalışmayan daha da yoksul. Hangi kadın 200-300 lirayla yaşayabilir?

KADINLAR, DEVLETİN KADIN KONUKEVİ’NDEN KAÇARCASINA ÇIKIP ŞİDDET GÖRDÜKLERİ EVE DÖNÜYORLAR

Peki bunca yaygara neden koparılıyor?

Burada elbette esas mesele erkeklerin ödedikleri nafaka değil. Esas istedikleri, kadınların şiddete itiraz etmeden evlerinde kalmaya devam etmesi. Kadınlar dört taraftan kuşatıldıkları için, şiddetten kaçıp sığındıkları ve kendi ayaklarının üstünde durabilecekleri hiçbir kolaylaştırıcı mekanizmanın olmadığı Kadın Konukevi’nden kaçarcasına çıkıp koca dayağına rağmen şiddet gördükleri eve dönüyorlar. Dolayısıyla eve döndürmeyi hedefleyen ataerkil bakış başarmış oluyor.

Kadın Konukevleri’nde koşullar nasıl?

Bu mekânlar, 6284 Sayılı Yasa çerçevesinde açıldı. Adı “Kadın Konukevi” ama kadınlar konuk olarak gitmiyor ki oralara. Oralar, kadınlar açısından hayatta kalabilmek ve yeni bir hayat kurabilmek için gittikleri birer sığınak. Fakat ne iş aramalarına izin veriliyor, telefon kısıtlı, giriş-çıkışlar hakeza.

KADINLARI KARANLIK BİR KORİDORA ÇEKMEK İSTİYORLAR

Bu tedbirler, oradaki kadınların hayatını güvence altına almak için zorunlu değil mi?

Elbette gizlilik çok önemli ama korurken güçsüzleştirmemelisiniz. Kadın Konukevleri’nin gizliliğinin ne durumda olduğunu biliyoruz. Bir ilde o kadar bilinir hale gelmiş ki, insanlar dolmuşta şoföre “Kadın Konukevi’nin orada ineyim” diyor. Kadınları şiddetten korurken, onları güçlendireceksiniz. Aynı şiddete maruz kalacağı eve dönmek zorunda bırakmayacaksınız. Kadın Konukevleri, kadının yeni bir hayat kurma kapasitesini artıracak bir işleve sahip olmalı. Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nda otuz senedir kadınlar güçlenerek yeni hayatlarına ulaşıyorlar. Neden aynı şey devletin Kadın Konukevleri’nde söz konusu değil?

Neden değil?

Konuştuklarımızın tümü, kadın kurtuluş mücadelesine, kadınların elde etmiş oldukları asgari haklara yönelik topyekün bir savaştır. Ensest hiç konu edilmiyor, farkında mısınız? Israrlı takip sonucu kadınlar öldürülüyor, önlem alan yok, suç olarak kanuna sokulmuyor. Bir vakıfta onlarca çocuğun cinsel istismara maruz kaldığı ortaya çıkıyor, olayın üstü hemen örtülüyor. Enkaz apaçık ortada. İstanbul Sözleşmesi’nin gerekleri yerine getirilseydi, enkaz çok daha az olurdu. Uygulanmadığı halde iktidar çevresindeki birtakım güçleri bu kadar hiddetlendiriyorsa, sözleşmeden çekilindiğinde nasıl bir felaketle karşılaşacağımızı tahmin etmek zor değil. Hemen akabinde, belli ki 6284 Sayılı Yasa hedefe konacak. Kadınları karanlık bir koridora çekmeye çalışıyorlar. Bizim yaptığımız şey, hayatlarımıza sahip çıkmaktan ibaret. Siyasal İslam gözlüğüyle bakıldığında nasıl bir Türkiye görünüyor, bunu da artık net bir şekilde biliyoruz. Fakat tekraren söylüyorum, kadınların hayatını güvence altına alan bariyerlerin yıkılması, bu iktidar için bir zafer değil, büyük hezimet olacak.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.