YAZARLAR

İmza şarlatanları

Nazım’ın ayakkabıları Fitzgerald’ın mektubu gibi çok anlamlı, duruma acayip uygun ve üstelik hiç bilinmeyen bir alıntı ile karşılaştığınızda eliniz hemen ‘paylaş’ tuşuna gider. Ama aslında biraz şüphe etmekte fayda var. İnsanların edebi zaaflarını kullanan imza şarlatanlarına karşı uyanık olalım.

Bazen sosyal medyada karşınıza öyle bir şey çıkar ki hayranlığa kapılırsınız. O kadar anlamlı, o kadar harika, duruma o kadar uygundur ki parmağınız hemen ‘paylaş’ tuşuna gider. Ünlü bir şairin, sanatçının ya da devlet adamının nedense daha önce hiç duyulmamış, nasılsa gözden kaçmış, harika bir sözü, yazısı, şiiridir bu cazip alıntı. Zaten ona değer katan da müellifinin şöhretidir. O yazarın sözü olduğu için değerlidir ve sizi cezbetmektedir. Siz o alıntıyı paylaştığınızda bir yandan da o yazara olan sevginizi bir kez daha göstermiş olursunuz. Yoksa işin aslı, bu kadar metafor şiire zarar verir hesabı biraz da fazla kolay, fazla süslü, fazla manidar ya da alaycı olabilir bu metinler. Ama madem ki onu mesela Nazım Hikmet anlatmış, Orhan Veli söylemiş ya da Fitzgerald yazmış… o zaman değerli ve güzel bir hal alır. Zaten hepimiz, özellikle de edebiyatı sadece güzel sözden ibaret bir şey sanan Twitter/Facebook kitlesi, öncelikle de buna tav olur.

Gazetecilikte her duyduğuna inanmamak, bir kontrol etmek, hatta iki kere kontrol etmek ilkesi vardır ya… sosyal medyada kullanıcısı olarak da hepimizin buna ihtiyacı var. Hayır, şu sıralar Trump ile Twitter’ı gırtlak gırtlağa getiren siyasi yalan dolan fırtınalarını kastetmiyorum. Tabii ki biliyorum insanlığın başındaki en büyük bela bu siyasi yalanlar. Ama ben edebi yalanları da en az siyasi yalanlar kadar önemsiyorum. İnsanların ‘birkaç like daha’ kazanmak için imzalarla oynamasına anlam veremiyorum.

Ne zaman gerçek olmak için fazla güzel bir söze, metne rastlasam palavra çıkıyor. Nazım Hikmet’e, Atatürk’e şu ya da bu edebiyatçıya atfedilen o bilinmeyen ama harika sözlerin daha sonra ya uydurma ya daha az ünlü bir başkasına ait ya da ‘şaka’ olduğu anlaşılıyor. Zaten bu ünlü, artık yazdığı neredeyse her satır ezberlenmiş, klasikleşmiş adamların bu kadar manalı ve de hiç duyulmamış sözü olur mu? Azıcık okur-yazarlığı olan hiç kimsenin böyle şeylere kanmaması lazım… Lazım ama serde o ünlü şaire ya da yazara duyulan sevgi, onun sözüne verilen değer var. Bu da bir kabahat değil. Beni şaşırtan bu sahtekarlığı üreten, bundan bir fayda uman ya da bununla eğlenenlerin ahlaksızlığı… Başkalarının edebi zaaflarından yararlanıp sosyal medya başarısı kazanmak ve bununla tatmin olmak için gerçekten de adı geçen o yazarların hiçbirine saygı duymuyor, değer vermiyor olmak lazım.

Geride bıraktığımız bayram tatilinde sosyal medyada Nazım Hikmet’in bayramlık ayakkabılarıyla ilgili bir hikaye okudum. Nazım çocukluk yıllarına gidiyor, büyük mutluluk duyduğu bayramlık ayakkabıları ayağını sıksa da sesini çıkartmadığını anlatıyor ve hikayeyi şu harika cümleyle tamamlıyor: “Sonradan öğrendim yaşamın dar ayakkabıyla yürüme sanatı olduğunu”… Hiç uzatmayalım, çok basit bir Google taraması bize bunun 2006 yılında Bekir Coşkun’un Hürriyet gazetesinde yayımlanan köşe yazısı olduğunu gösteriyor. Ama aynı tarama irili ufaklı pek çok blogda hala bu anektodun Nazım Hikmet’e atfedilerek yer aldığını da gösteriyor, göstermeye devam edecek…

Bir arkadaşım sosyal medya bu kadar yaygınlaşmadan çok önce, o dönem geçerli olan e-mail zincirlerinde kendini gösteren, Orhan Veli’nin ‘Sarı Lira Gibi Ömrümüz’ şiirinden söz etmişti. Bu konu aklıma gelince yine kutsal Google’a girip sordum. Hala duruyor. Geçen zaman içinde bunun aslında Can Dündar’ın bir dönem çok okunan duygusal köşe yazılarından biri olduğu, o yazıyı Erel Bleda’nın şiir haline getirdiği görünür olmuş. Ama hala bazı internet sitelerinde, Facebook’taki şiir sayfalarında ve bloglarda bu şiiri Orhan Veli imzasıyla görebiliyorsunuz. Hatta Youtube’da birisi üşenmemiş seslendirmiş, altına güzel görüntüler döşemiş Orhan Veli şiiri olarak okuyor Sarı Lira Gibi Ömrümüz’ü…

Covid 19 salgınının ilk günlerinde dünya çapında eve kapanmaya hazırlanır, hatta biraz da panikle marketlerde makarnalarla tuvalet kağıtlarını adeta yağmalarken bir yazı düşmüştü sosyal medyaya. Amerikalı F. Scott Fitgerald’ın kendisi kadar ünlü karısı Zelda ile Fransa’da İspanyol Gribi sırasında evdeki karantina günlerini anlatan mektubunu görmüşsünüzdür… Tam 100 yıl önce, aynı bugünkü gibi insanların yiyecek içecek stokladıklarını anlatan, Zelda’nın ağırlığı içki stoğuna verdiğini söyleyen şakacı ve Fitzgeraldvari bu mektup da o kadar mükemmel bir ‘denk gelme’ ihtiva ediyordu ki şüphelenmemek mümkün değildi. Ama yine de mektup hızla yayıldı. Bizden çok Batı’da popüler oldu. Neyse ki mektubu birileri Türkçeye çevirmeye üşendi de o sayede sadece iyi İngilizce bilenler buna kapılmış oldu. Yine neyse ki mektubun, ‘bir şaka’ olduğu kısa sürede anlaşıldı. Hatta bu mektubun doğru olmadığını, ‘bir parodi’ olduğunu yazmak bir virale dönüştü diyebiliriz… Ama hala Türkiye kökenli mesela sosyal medya hesaplarında, bu mektubu Fitzgerald referansı ile bulabilirsiniz…

Peki sonsuz sayıda örneğini bulabileceğimiz ve her gün bir yenisi üretilecek bu imza şarlatanlığı insanların aklına nereden geliyor? Benim gibilerin bunu anlaması mümkün değil. Başkalarını kandırmanın, bundan bir eğlence çıkartmanın, bundan çıkar sağlamanın küçüğü ile büyüğü arasında sağlam bir akrabalık bağı olduğu aşikar. O nedenle sahtekarlığın her türlüsü aynı derecede çirkin ve ahlaksızca. Tabii bu güzel yazarları, şairleri sevenlerin de yapacakları bir şey var. O da uyanık olmak, edebiyat sevgilerinin bir zaafa dönüşmesine izin vermemek…