YAZARLAR

İzolasyon kelepçesi, maske dayağı

Salgın vesilesiyle yaşanan orantısız polis şiddeti görüntülerinin son günlerde yüksek ilgi görüyor ve gündemde yer bulabiliyor olmasının nedeni, “sıradan insanlara” yönelmiş olması kadar, bu sınırda tepki göstermenin “tehlikesiz” görülmesi. Yıllardır –giderek artan biçimde- pek çok kesim düzenli hukuksuz ve orantısız devlet şiddetine maruz kalıyor zaten. Bu olayların çoğu, en azından sosyal medya veya alternatif medya kanallarında da gündeme getiriliyor, görüntüleri dolaşımda oluyor. Ancak o olayların çoğunda ya bu şiddete maruz kalanların hak etmiş olabilecekleri ya da onları desteklemenin tehlikeli olabileceği düşünüldüğü için, ilgi de paylaşım da sınırlı kalıyor.

Son günlerde hemen her yerdeki örneklerini izliyoruz, sosyal medyada bu konuyla ilgili video paylaşımlarına sık sık rastlıyoruz: Sokağa çıkma yasaklarına veya genel olarak salgın tedbirlerine uymadıkları için vatandaşlara yapılan orantısız polis şiddeti artıyor. Konu, araştırma ve soru önergeleriyle meclisin gündemine de taşındı. Çekilen görüntüler sayesinde tartışma götürmez biçimde belgelenen bu anormalliklerin sonrasında, emniyetten soruşturma açıldığı veya olaya karışan polislere işten el çektirildiği açıklamaları geliyor. Bazı açıklamalarda da olayın aslında göründüğü gibi olmadığı, polisin tahrik edildiği veya kademeli bir şiddet uygulandığı gibi “hafifletici bahaneler” sıralanıyor. Örnek vakalar iyice artıp paylaşımlar yoğunlaşınca, açıklamalara güvenlik görevlilerine karşı sistemli bir komplo ve menfi propaganda örgütlendiği iddiası da sıkıştırılmaya başlandı. Bazı olaylarda hadisenin içindeki polislerin çekim yapanlara dönük tepkilerinden (hatta Çorlu’daki olaydaki tehditlerden) anlaşılacağı üzere, hadiselerin yaşanmasından çok görünmesiyle ilgili mesele daha öne çıkıyor. İlerleyen zamanlarda benzer paylaşımlar yapan bir iki kişinin gözaltına alınması ve güvenlik görevlilerini ifşa veya “morallerini bozma” ile suçlanmasına da tanık olabiliriz. Ayrıca “görevden el çektirme” açıklamasıyla yatışan tepkiler için şunu eklemek gerekir, bu soruşturmalar genellikle sonuçsuz kalacak idari gaz alma yöntemleridir.

Sokak ortasında kuryeye “artizlik yapma” diye bağırıp tokat atan güvenlik personeli, İstiklal caddesinde yüzleri duvara dönük olarak sıraya dizdiği insanlara kimlik kontrolü yapan polisler, kayda alınabilmiş görüntüler. Bu görüntülerde dikkat çekici nokta, söz konusu polislerin son derece havalı ve kendinden fazlasıyla emin beden dilleri. Maske takmadı diye ters kelepçe takılanlar, evinin önüne çıktı diye aile boyu dayak yiyenler, sonradan valilerce iptal edilen akıl dışı para cezaları, hırpalanan çocuklar, hatta Adana’da olduğu gibi kalbinden kurşunlanarak öldürülmüş gençler, münferit normaller olarak hayatımızda. İnsanlar zarar görmesin diye konulan kuralları, insanları bu kadar hırpalayarak uygulamaya çalışmak, yerleştirilen “görev bilincinin” ve yapılan işin ne olduğu konusundaki sorunlu ama çok istenen algının bir sonucu. Çünkü bu işleri yapan güvenlik görevlileri, ne işlerini öğrenirken, ne de yaparken o itip kaktıkları insanlarla kendi varlık sebepleri arasındaki ilişkiye bakıyorlar. Baktıkları asıl nokta, maaş aldıkları devletle irtibatları ve “görevlerini yaparlarken” kendilerinden beklenenler konusundaki inançları. Kuralların neden konduğu, ne işe yaradığı ve kimin yararı için yürürlükte olduğuyla bir neden-sonuç ilişkisi kurmaları beklenmiyor hatta pek istenmiyor. Gücün yanında olmak ve onu korumak için var olduklarını hissetmeleri yeterli.

Bir partinin il merkezini basıp, çıkanları yerlerde sürükleyerek gözaltına almak. Milletvekillerini tartaklamaya çalışmak, “sana burada propaganda yaptırmam” diye avaz avaz bağırmak. “Bana vurman doğru mu? diyene, “ben karar vermişsem doğrudur” diyebilmek. Cem evine gaz bombası atmak, cenazeyi ailesinden kaçırmak. Anayasal bir hak olan her türlü gösterinin üzerine kalkanlarıyla, coplarıyla yürüyen polislerin, “izinsiz eyleminize son verin müdahale edeceğiz” demesinin aslında bizatihi bir suç itirafı olması. Bunların büyük bir iştah, heves ve kararlılıkla yapılması. Bu durum bir eğitim eksiğinin, bu görevlilerin yetki aşımının, yani az olan bir şeyin sonucu değil aksine fazla olanın ve durmadan artırılanların eseri. Devletin en tepesinden başlayarak aşağıya kadar inen bir “görev” tarifinin, devralınan ve pekiştirilen “güvenlik devleti” zihniyetinin bakiyesi. Cami hoparlöründen müzik çalanları yakalayıp ezan dinletebileceğini, okul önünde rahatsızlık verenlerin bacaklarının kırılabileceğini söyleyebilen -bunun alkış alabileceğini bilen- üst yöneticilerin gösterdiği istikamet ve görev tarifi. Devletin en tepesinde iktidarın değişmesini istemenin darbe sayılabileceğini, birilerinin herhangi bir hakkı olamayacağını ima edenleri, her türlü hak aramanın bozgunculuk veya suç olduğunu düşünen ve aynı ölçüsüzlükte müdahale edebileceğine inanan güvenlik görevlisi tamamlıyor elbette.

Salgın vesilesiyle yaşanan orantısız polis şiddeti görüntülerinin son günlerde yüksek ilgi görüyor ve gündemde yer bulabiliyor olmasının nedeni, “sıradan insanlara” yönelmiş olması kadar, bu sınırda tepki göstermenin “tehlikesiz” görülmesi. Yıllardır –giderek artan biçimde- pek çok kesim düzenli hukuksuz ve orantısız devlet şiddetine maruz kalıyor zaten. Bu olayların çoğu, en azından sosyal medya veya alternatif medya kanallarında da gündeme getiriliyor, görüntüleri dolaşımda oluyor. Ancak o olayların çoğunda ya bu şiddete maruz kalanların hak etmiş olabilecekleri ya da onları desteklemenin tehlikeli olabileceği düşünüldüğü için, ilgi de paylaşım da sınırlı kalıyor. Bunun çarpıcı bir örneği; aynı gün içinde sosyal medyaya düşen, polis tarafından tokatlanan kurye görüntüsüyle, HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun tartaklanmasına ilişkin paylaşımlara gösterilen tepki yoğunluğundaki fark. Bazı kesimlerin hak taleplerini, uğradıkları haksızlıkları dile getirmenin –sadece paylaşmanın bile- “teröre destek” suçlaması sayılabildiği örnekler hiç az değil. Yaşanan benzer olaylara farklı tepkiler vermenin bu yüzden “makul” gerekçeleri olduğunu düşünebiliriz belki. Ancak bu gerekçe “her şeyi” açıklamaya yetmiyor sanki. “Her şeyi devletten beklemek” doğru olmayacağı gibi, her şeyin sebebi de sadece devletin tutumu değil.

Denge ve Denetleme Ağı (DDA), 300’e yakın sivil toplum kuruluşunu bir araya getirmiş geniş bir sivil platform. Geçtiğimiz günlerde bu platformun hazırladığı “Türkiye’de Demokrasi Talebi Raporu” yayınlandı. KONDA’nın son on yıldaki verileri üzerinden yapılan çalışma sonucunda ortaya çıkan rapor, Türkiye’de yaşadığımız demokrasi meselesinin arz kısmı kadar talep kısmının da sorunlu olduğunu gösteriyor. 2010’lar sürecinde pek çok konuda daha iyiye doğru bir eğilim görülse bile, ciddi algı sorunlarının devam ettiği izleniyor. Yukarıda dikkat çektiğimiz polis şiddeti meselesi açısından çarpıcı bir rakam: “Devletin güvenliği kişi haklarından önce gelir” cümlesine “kesinlikle doğru” diyenler yüzde 22, sadece “doğru” diyenler yüzde 34. Yani toplamda nüfusun yüzde 56’sı –kendisinin haklarını da içeren- kişi hakları meselesine son derece mesafeli bakıyor. Devlet görevlilerinin kanun dışına çıkılabilir olduğu fikrini destekleyen yüzde 31’i ve terör lafı geçtiği anda devletin kesinlikle haklı olacağına inandığını söyleyen yüzde 20’yi de bu tabloya ekleyelim. Günü geldiğinde “bana bunu yapamazsın” diyebilmek için, hak ettiği iddia edilerek zulmedilenlere, garibana yapılırken de sesiz kalmamak gerekiyor. “Sizi salgından koruyoruz” bahanesinin otoriterliği ve kamu şiddetini dizginsiz bırakmasına ve bunun birilerince fırsata çevrilmesine engel olmanın yolu bu.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).