YAZARLAR

Kılıçdaroğlu: Vatandaşımız ilk seçimde iktidarı, demokrasiden yana olanlara verecek

Türkiye'de ekonomik buhran yaşandığını ancak gerçeklerle yüzleşmek istemeyen hükümetin, dövize endeksli, Hazine garantili ihalelerin müteahhitlerini daha çok düşündüğünü söyleyen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'na göre 'hayali darbe' senaryosu da halkın gerçek gündemini bastırmak için dolaşıma sokuluyor. "Bayram geliyor ve milyonlarca vatandaşımız çocuklarına sembolik bir bayram harçlığı dahi veremeyecek" diyen Kılıçdaroğlu, 'çok geniş toplumsal bir mutabakat'la ilk seçimde iktidarın el değiştireceğini de ifade etti.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na, TBMM 23 Nisan Özel Oturumu'nda kamuoyuyla paylaştığı 16 maddelik önerisinin her bir maddesini gündemdeki başlıklarla sorduk ve ayrıntılı yanıtlar aldık. Kılıçdaroğlu, ekonomik krizden baskın veya erken seçim ihtimaline, CHP’li belediyelerin icraatlarından toplumsal barışın nasıl sağlanacağına, siyasette popülizmden darbe tartışmalarının ne amaçla gündemde tutulduğuna kadar birçok konuda açıklamalar yaptı.

“Biz iktidarın seçimler yoluyla el değiştireceğini söylüyoruz. Vatandaşlarımız ilk seçimlerde, iktidarı kullanma yetkisini demokrasiden, şeffaflıktan, hesap verebilirlikten, denetlenmekten, yaşamın her alanında adaletten yana olan bizlere verecek. Buradaki biz atfı sadece Cumhuriyet Halk Partisi’ni de içermiyor. Bahsettiğim bu kriterlere uygun bir iktidarı öngören, hedefleyen tüm siyasi partileri kapsıyor” diyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, 16 maddelik önerisine ilişkin değerlendirmeleri şöyle:

FARKLI TOPLUMSAL KESİMLER, AYNI MASADA BULUŞABİLECEĞİNİ 31 MART’TA GÖSTERDİ

1-Tüm toplumsal, siyasal ve kültürel kesimlerin katılımıyla, yeni bir demokratik anayasa yapmalıyız.

“Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ni getiren anayasa değişikliği, 16 Nisan 2017 halkoylamasında, mühürsüz oyların geçerli sayılmasıyla kabul edilince “Bu seçimi tanımıyoruz, tanımayacağız" dediniz. “Adalet” talebiyle 15 Haziran 2017'de Ankara'dan başladığınız ve İstanbul'da sonlandırdığınız “Adalet Yürüyüşü”nün başlattığı rüzgârla gidilen 31 Mart Yerel Seçimi'nde, CHP’nin öncülüğünde oluşturulan Millet İttifakı başarılı oldu. Ancak Millet İttifakı içinde yer alan veya yakınında duran siyasi yapılar birbirinden o kadar farklı ki, yeni bir anayasada nasıl ortaklaşılacak? Olası bir baskın seçimde CHP’nin, DEVA Partisi ile GELECEK Partisi’ne, tıpkı İYİ Parti’ye yaptığı gibi milletvekili desteği verebileceği yönündeki açıklamanıza MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tepki gösterdi ve bir dizi öneride bulundu. Bahçeli’nin önerilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikli şunu söyleyeyim, bizim için, 16 Nisan 2017 Referandumu, tüm sonuçlarıyla birlikte gayrimeşruluğunu sürdürmektedir. Ancak bu “16 Nisan Referandumuyla ortaya çıkan yeni anayasal düzeni meşru bulmuyorum, dolayısıyla bu oyunda oynamıyorum” demek değildir. Biz demokrasi mücadelemizi, yeni anayasal düzenin meşru olmadığını savunmaya devam ederek sürdürüyoruz. Bu nedenle her zaman yeni bir anayasanın yapılması gerektiğini savunuyoruz. Adalet Yürüyüşü ve sonrasındaki sosyal ve siyasal gelişmeler bizim haklılığımızı göstermektedir. Zaman zaman şu örneği veririm: Adalet Yürüyüşü’ne Ankara’nın Çankaya ilçesi sınırları içinde bulunan Güvenpark’tan başladım. İkinci gün belediyesi CHP’li olan Yenimahalle ilçesini geride bırakmıştık. Yürüyüşün 23’üncü gününe kadar CHP’li başka tek bir belediyenin sınırları içinden geçmedik. Önce Kartal ve nihayetinde Maltepe’ye vardığımızda beni milyonlar karşılamıştı. Bugün, yürüyüşe başladığımız Ankara’yı, Bolu’yu, Kocaeli’nin İzmit ilçesini ve İstanbul’u CHP’li belediyeler yönetiyor. Yani toplumsal muhalefetin örgütlenmesinde ne bir gecikme ne de bir ürkeklik var. Maltepe’de “Bu yürüyüş bir son değil, yeni bir başlangıçtır” demiştim; Maltepe’de bulunduğumuz nokta bir duvarın önüydü. Biz yerel seçimlerle birlikte o duvarın arkasına geçtik. Peki, nasıl oldu bu? Toplam 25 gün süren yürüyüşümüz ve sonrasındaki kararlı duruşumuz bizi de bizimle yürüyenleri de bizi izleyenleri de değiştirdi. Siyasi gelenek ve dünya görüşü ayrımı gözetmeksizin, adalet ve demokrasi için herkesle birlikte olunabileceğinin toplumsal zihni dönüşümü bu yürüyüş sayesinde olgunlaştı. Bizimle hiçbir zaman bir araya gelemeyeceklere, “Herkes için adalet” istediğimizi en yalın halimizle göstermiş olduk. Dolayısıyla 31 Mart Yerel Seçimleri sadece CHP’nin, sadece Millet İttifakı’nın başarısı değildir. Kendisini, Millet İttifakı’nı oluşturan partilerden herhangi birine ait ve/veya yakın görmeyen seçmenlerimizin de katkı sağladığı bir başarıdır. Yani demokrasiye, adalete bağlılıklarını sandıkta göstermiş tüm seçmenlerimizin başarısıdır. “Ne olursa olsun CHP’ye oy vermem” şeklinde özetlenebilecek politik bir yargıyı yıkmış olan herkesin parçası olduğu haliyle de hak talep edebileceği bir başarıdır. Kararında ve zamanında atılan, içten ve samimi adımların sonucunu aldık. Haliyle de yeni anayasa yapmak bu sürecin belki de en kolay yolu. Çünkü farklı toplumsal kesimler, demokrasi ve adalet adına aynı masada buluşabileceklerini 31 Mart Seçimleriyle birlikte göstermiştir.

‘BU İTTİFAK, AK PARTİ’NİN GİTMESİ İÇİN DEĞİL YEPYENİ BİR PARLAMENTER DEMOKRASİ İSTEYENLER İÇİN KURULDU’

Elbette ortaya çıkan metin, o metnin hazırlanmasına katkı sağlayan tüm kesimleri azami düzeyde tatmin etmeyebilir. Ancak o metnin hazırlanmasına katkı sağlayan tüm kesimlerin ortak noktası şu olacaktır: Asgariyi de aşan düzeyde uzlaştık. Örneğin, “Parlamenter demokraside uzlaştık, toplumun çok büyük bir kısmının iradesinin parlamentoya yansımasına olanak tanıyan bir seçim sisteminde uzlaştık, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanmasında uzlaştık, din ve inanç özürlüğü ile ifade ve fikir özgürlüğünde, medya özgürlüğünde, örgütlenme ve sendikalaşma özgürlüğünde uzlaştık” denilecektir.

Bu bağlamda, bizim “Demokrasi ittifakı” dediğimiz -elbette başka bir kavramla da isimlendirebilir- ittifakın ana felsefesi, mevcut siyasi iktidara yönelik bir ittifak değildir. Yani biz, AK Parti’nin gitmesi için ittifak kurmuş değiliz. Bu ittifak, “Ülkemiz demokrasiyle taçlansın, ülkemiz yeniden demokratik parlamenter sistemin evrensel kurallarıyla da birlikte yönetilsin, eski dönem parlamenter demokrasinin tüm arazlarından da temizlenmiş olarak yepyeni bir parlamenter demokrasi kurulsun” diyenlerin birlikteliğidir. Boşuna mı diyoruz, “Türk hukuk sistemi darbe hukukundan arınsın…” Dolayısıyla bu ittifakı AKP karşıtlığı üzerinden konumlandırmak, tanımlamak son derce yanlıştır. Biliyorum ki AK Parti içinde hâlâ siyaset yapan çok sayıda arkadaşımız, AK Parti'ye oy veren ve hatta vermeye de devam edecek yüz binlerce vatandaşımız, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin, ilk günden itibaren yanlış bir tercih olduğunu gördü.

‘DEMOKRATİK PARLAMENTER SİSTEME AK PARTİ VE MHP’Lİ KARDEŞLERİMİZDEN DE DESTEK GELECEK’

Sorunuzun diğer bölümüne gelirsek, katıldığım bir internet televizyonu programında gazeteci arkadaşımız, 2018 Genel Seçimleri öncesinde İYİ Parti’nin seçimlere girmesini engellemeye dönük girişimi boşa çıkarmış olmamızı anımsatarak, “Gelecek ve DEVA Partisi'nin de seçimlere girmelerinin engellenmek istenmesi halinde benzer bir adım atar mısınız?” diye sormuştu. “Böyle bir kumpas yaparlarsa demokratik yöntemler içinde bütün o kumpasları aşmak mümkündür” yanıtını vermiştim. Yani bizim için tüm sorunların çözümünde demokratik yöntemler esastır. Ne yapılacaksa demokrasi için ve demokratik yöntemler içinde yapılır, yapılmalıdır. Sayın Bahçeli’nin önerileriyle ilgili konuşmayı da doğru bulmam. Bizim amacımız, Türkiye demokrasinin güçlenmesi, kökleşmesi; cumhuriyetimizin demokrasiyle taçlanmasıdır. Sayın Bahçeli’nin tercihi de farklı bir doğrultuda. Ancak hiç şüphem yok, demokratik parlamenter sisteme AK Parti ve MHP’li kardeşlerimizden de büyük destek gelecek, “Evet, demokratik parlamenter sistem ülkemiz için ihtiyaçtır” diyeceklerdir. Buna inanıyorum…

‘NE BUGÜNÜN DÜZENİ NE DÜNÜN PARLAMENTER SİSTEMİ!’

2-Yeni anayasanın omurgası "Cumhuriyetin demokrasiyle taçlandırılması" olarak nitelendirdiğimiz yeni ve güçlü bir demokratik parlamenter sistem olmalıdır.

Türkiye’de parlamenter sistem arızalıydı ki, buralara geldik. Peki, şimdi nasıl bir parlamenter sistem olmalı? Korona salgını sonrası Türkiye’de işsizliğin ekonomik krizle birlikte daha da büyüyeceği ve bunun olası bir sosyal patlamaya zemin hazırlayacağı ihtimalinden bahsediliyor. Bir sosyal patlama öngörünüz var mı? Siyasi iktidarın CHP’yi darbeyi çağırmakla suçlamasının arkasında da bu ihtimalin yattığı ve siyasi iktidarın buna hazırlık yaptığı yorumu yapılıyor. Siyasi iktidar darbe tartışmalarını neden gündemde tutuyor?

İlk soruda değinmiştim, biz eskinin yeniden kurulmasını değil yeni bir parlamenter demokrasinin yani toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla kurulmasını savunuyoruz. Darbe hukukundan arındırılmış bir düzeni savunuyoruz; TBMM 23 Nisan 2020 Özel Oturumunda da vurguladığım gibi darbe hukukunun tüm yasalardan, yönetmeliklerden, genelgelerden temizlenmesini savunuyoruz. Örneğin seçim barajının kaldırılmasını ya da demokratik dünyadaki örnekleri, uygulamaları düzeyine düşürülmesini savunuyoruz. Denge ve denetim mekanizmasının, kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir daha geri dönülemeyecek bir biçimde yaşama geçirilmesini savunuyoruz. Bakın, Mustafa Kemal Atatürk, yazılı kaynaklara geçmiş haliyle 1916’dan yaşamının son anına kadar ödünsüz bir şekilde halkçılığı savunur. Halkçılık, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunun tartışmasız bir şekilde kabul edilmesidir. Ki onlarca sosyal bilimci, Atatürk’ün Halkçılık ilkesini, demokrasinin bir başka şekilde adlandırması olarak kabul eder, doğrusu da budur. Haliyle Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı'ya da uzanan bir parlamenter sistemi vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan da önce, 1920’yle başlayan demokratik yani halkçı bir parlamenter sistemimiz vardır. Bu sistem zaman zaman askeri darbeler yoluyla kesintiye uğradı ve darbelerin sonucu olarak yıprandı. Dolayısıyla yeni anayasal düzen de bu yıpranmanın bir sonucu olarak ortaya çıktı. Şimdi biz diyoruz ki ne bugünün düzeni ne de dünün parlamenter sistemi. Biz yeni bir demokratik parlamenter sistem kuralım, kuracağız. Cumhuriyetimizi 100’üncü yılında demokrasiyle taçlandıracağız.

‘İKTİDAR, HALKIN GERÇEK GÜNDEMİNİ BASTIRMAK İÇİN DARBE SENARYOSUNU GÜNDEME GETİRDİ’

Bugün Türkiye’de ekonomik bir buhran yaşıyoruz. İşsizlik verileri yükseliyor; yüzbinlerce ailenin geliri düştü. Ekonomik krize bağlı psikolojik rahatsızlıkların arttığı vurgulanıyor. Ekonomik buhrana yönelik önlemlerin vakit geçirmeksizin alınması gerekiyor. Biz, KOVİD 19 sürecinin başından itibaren kamuoyu aracılığıyla siyasi iktidara yapılması gerekenleri iletiyoruz. Ancak iktidar gerçeklerle yüzleşmek istemiyor. Saray ve çevresine göre ekonomik buhran yok, işsizlik yok, fakir fukara yok. İktidar, dövize endeksli, Hazine garantili ihalelerin müteahhitlerini daha çok düşünüyor. Yükü ise işçi, çiftçi, sanayici, esnaf, fakir fukara çekiyor. Hal böyle olunca da iktidar halkın gerçek gündemini bastırabilmek için hayali bir darbe senaryosunu gündeme getirmek istedi. Bakın o da tutmadı. Ne yaparlarsa yapsınlar, ülkenin gerçek gündeminin üstünü örtemiyorlar. Bakın bayram geliyor ve milyonlarca vatandaşımız çocuklarına sembolik bir bayram harçlığı dahi veremeyecek.

‘TÜRKİYE, TOPLUMSAL MUTABAKATLA CUMHURİYETİMİZİ DEMOKRASİYLE TAÇLANDIRMA HEDEFİNE İLERLİYOR’

3-Kuvvetler ayrılığı ilkesinin ve hukuk devletinin en önemli ayaklarından biri olan yargı kurumunun bağımsızlığı, kesin olarak sağlanmalıdır. Adalete erişim hakkının önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.

21 Nisan 2019 günü Çubuk’ta, PKK ile girilen çatışmada hayatını kaybeden Piyade Sözleşmeli Er Yener Kırıkcı’nın cenaze töreninde linç girişimine maruz kaldınız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın size geçmiş olsun dememesi, siyasi iktidarın sizi halkı tahrik etmekle suçlaması, saldırganların tutuklanmaması, tüm muhalif kesimlere, vatandaşlara bir gözdağı mıydı? Son günlerde organize suç örgütü yöneticilerinin sosyal medya üzerinden birtakım açıklamalar yapması, bir organize suç örgütü yöneticisinin infaz düzenlemesiyle serbest bırakılması, “90’lı yıllara mı dönülüyor?” sorusunu sorduruyor. Neler oluyor?

Bana yönelik linç girişimini kişisel olarak önemsemiyorum. CHP Genel Başkanlarının neredeyse tümü benzer saldırıların hedefi olmuştur. Hal böyleyken bana yönelik linç girişimini öne çıkartmayı ahlaken ve vicdanen doğru bulmam. Burada beni üzen tek konu, son yolculuğunda şehidimize hak ettiği bir uğurlamayı yapamamış olmamız. Şehidimizi, dini vecibelerimize ve geleneklerimize uygun bir şekilde uğurlayamamış olmamız. Hukuk devleti çerçevesinde değerlendirmem gerekirse bana saldıranların korunmasından daha önemi olan, bu saldırının arkasında kimlerin olduğu. Er ya da geç ortaya çıkacaktır saldırının arkasındaki güçler. Ancak demokratik bir hukuk devletinde mümkün olabilir bu. Yoksa böyle bir hukuk düzeninde saldırının arkasındaki güçlerin ortaya çıkartılabileceğine yönelik bir umut içinde değilim, meşgul de değilim. Biz, çok geniş bir demokrasi ittifakı kurduğumuz ve bu ittifakı başarıyla sürdürdüğümüz için saldırıya uğradık. Dolayısıyla bu ittifak, cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırdığında saldırının arkasındaki güçleri ortaya çıkaracaktır.

Peki, benim için böyle olduğunda sıradan vatandaşlarımız için de böyle mi olmalı? Elbette ki hayır! Yaşamın her alanında, herkes için adalet talebini kararlılıkla dile getirmemizin nedeni de bu zaten. Mesele Kılıçdaroğlu meselesi değil. Ben yargıya erişim hakkı elinden alınmış vatandaşlarımızın hakkını savunuyorum. Hukukun üstünlüğü ilkesiyle, içtihatlarla, vicdanlarıyla değil, sarayın işaretine göre karar alan, hüküm talep eden yargı mensuplarına karşı, haberleri nedeniyle tutuklanan gazetecilerin hakkını savunuyorum. FETÖ Borsaları sayesinde haklarındaki iddialardan kurtulanlara, kardeşi FETÖ’cü olduğu halde büyükelçi olanlara karşı, adil yargılanma hakkı dahi ellerinden alınanların hakkını savunuyorum. Tutuklu milletvekillerinin hakkını savunuyorum. Organize suç örgütlerinin ve onların elebaşlarının durumlarına gelince, Türkiye geçmişin hiçbir kötü dönemine dönmüyor. Türkiye büyük bir toplumsal mutabakatla, cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırma hedefine doğru ilerliyor.  Umutsuz olacak, geçmişin kötü dönemlerini anımsayacak bir durum söz konusu değil.

‘İHALE TAKİPÇİLERİNİN, RÜŞVETÇİLERİN TBMM’DE NE İŞİ VAR!’

4-TBMM'de milli iradenin en geniş haliyle temsil edilmesini sağlayacak yeni bir seçim sistemi yaşama geçirilmelidir. Bir "Siyasi Ahlak Kanunu" çıkarılmalıdır.

“Sosyal medya etik kurallarının denetiminin sağlanması” iddiasıyla “etik” kavramının içi boşaltılırken medya üzerinden insanları ölümle tehdit eden bir kişinin açıklamaları için RTÜK Başkanı, “Çok büyütülecek bir mesele değil” diyebiliyor. Bugün, bizzat siyasi iktidarın eylem ve söylemleriyle etik sınırlar aşınmış durumdayken siyasetçilere ve siyaset kurumuna güven nasıl sağlanacak?

Bizim görüşümüze göre “siyasi ahlak” siyasetle uğraşan herkesi kapsamalı. Belli bir zümre, yapı, siyasi hareket, parti vb. siyasi ahlak ölçütlerinin dışında kalamaz. Doktorların etik kuralları var, hukukçuların etik kuralları var, eczacıların etik kuralları var ezcümle neredeyse tüm mesleklerin etik kuralları var. Esnaflığın da etik kuralları var, Ahi Evran’ın kurallarıdır bu. Ancak siyasetin etik kuralları yok. Bu sürdürülebilir bir durum değil. Koyalım, belirleyelim etik kurallarımızı. Aslında siyasi ahlak yasası TBMM’nin saygınlığı için de önemlidir. Vatandaşla siyasetçi arasındaki güvenin pekişmesi için de önemlidir. Gerçekten de ihale takipçilerinin rüşvetçilerin, TBMM’de ne işi var! Siyaseti ahlak dışı uygulamalardan arındırmalıyız. Kim yasayla belirlenen etik kurallara aykırı hareket etmişse siyaset mekanizmasının dışında kalmalı.

‘YENİ BİR ANAYASA VE YENİ BİR DEMOKRATİK PARLAMENTER SİSTEM HERKESİ BARIŞTIRACAK’

5-Yürütme, tüm icraatıyla mutlak denetime ve hesap verebilirliğe açık olmalıdır. TBMM'de kurulacak Kesin Hesap Komisyonu'nun başkanlığı da muhalefet partilerine verilmelidir.

Parlamentonun üçüncü büyük partisi olan HDP’nin dahi yok sayıldığı bir Meclis’ten muhalefetin hesap sorduğu bir Meclis’e geçiş için önce toplumun ayrıştırılan, birbirine düşmanlaştırılan kesimlerinin barıştırılması gerekmez mi?

Bakın “Cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandıracağız” diyoruz, “Toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla yeni bir anayasa yapacağımızı, yeni bir demokratik parlamenter sistemin kurulacağını” söylüyoruz. Bunlar olduğunda herkes barışmış olacak zaten, merak etmeyin siz. TBMM’deki Kesin Hesap Komisyonu’nun durumu bu açıdan da önemli. TBMM’nin temel asli görevlerinden biri de denetim görevidir. Bu denetimin en önemli kısmı ise modern demokrasilere de temel olan Bütçe Hakkı’nın kullanımı ve denetimidir. Biz, TBMM’de Meclis İç Tüzüğü'nün değiştirilerek bir Kesin Hesap Komisyonu’nun kurulmasını ve başkanlığının da muhalefete verilmesi gerektiğini savunuyoruz. Bu durum, iktidardaki siyasi iradenin hesap vermekten korkmama, denetimden kaçmamasıdır. Bu aynı zamanda bir özgüven durumudur. Denetlenmekten ve gerektiğinde hesap vermekten korkmayan iktidar, her icraatını hukuka, vicdana, toplumsal barışa ve etik kurallara uygun yapan iktidar da demektir.

‘GENEL SİYASET BİZİM İŞİMİZ, BELEDİYE BAŞKANLARIMIZIN GÖREVİ HALKA HİZMET ETMEK’

6-Yerel yönetimler, rant ilişkilerini düzenleyici kurumlar olmaktan çıkarılmalı, refah devletinin asli unsurları haline getirilmelidir.

31 Mart’ta CHP’nin İstanbul ve Ankara başta olmak üzere 11 büyükşehir belediyesini kazanması, siyasetin bundan sonra yerel yönetimler üzerinden yapılacağı, siyasi iktidarın buraları hedef alacağı şeklinde yorumlanmıştı, öyle de oldu. CHP’li belediyelerin, salgınla mücadele kapsamında halka yaptığı yardımların siyasi iktidarca engellenmesi halkta nasıl karşılık buluyor? CHP’li bazı büyükşehir belediye başkanlarının CHP’li olmayan seçmenden oy alması bir yana, o makamlara CHP yönetiminin onayıyla aday gösterilmelerine rağmen CHP’li kimliğini benimsememiş görünmesi partide eleştiriliyor mu?

CHP’li kimliğini benimsememiş belediye başkanlarımız mı var? Yok böyle bir şey. Bir belediye başkanının, başkanlık yaptığı beldeye yönelik en önemli hedefi, tek bir çocuğun dahi yatağa aç girmemesini sağlamaksa ve bu doğrultuda hizmet üretiyorsa, harcadığı her kuruşun hesabını veriyorsa, istihdamda ve atamalarında liyakati önceliyorsa, ihalelerinde yolsuzluğa kayırmacılığa izin vermiyorsa, hizmet verdiği beldede tek bir kişi dahi ötekileştirmiyorsa, özellikle yoksul mahallelere yönelik pozitif ayrımcılık yapıyorsa -ki CHP’li belediyelerimizin tümü böyle- CHP’nin kimliğini benimsemiş demektir. Biz belediye başkanlarımızdan siyaseti hizmet odaklı ve ayrımsız yapmalarını istiyoruz. Genel siyaset bizim işimiz. Onların görevi yukarıda saydığım ve elbette çoğaltılabilecek hedefler doğrultusunda belde sakinlerine hizmet üretmek.

‘VATANDAŞLAR BELEDİYELERİMİZİN BAŞARISINDAN MEMNUN, BUNU ERDOĞAN DA BİLİYOR’

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Siyasi iktidar belediyelerimize yönelik hangi engellemeleri yapıyor olursa olsun bir faydası yok. Vatandaşlarımız, kimin haklı kimin haksız olduğunu çok iyi görüyor. Siyasi iktidar bizimle, iyilikle yarışamayacağını kabullenmiştir. Oysa biz iyilikte yarışmak isterdik. Çünkü içinde bulunduğumuz salgının yarattığı ekonomik ve sosyal tablo çok ağır ve gün geçtikçe de ağırlaşıyor. Dolayısıyla da nerede yardıma muhtaç bir vatandaşımız varsa onun yanında olmak hepimizin görevi. Ancak bu zorunluluk, istediğimiz şekilde olmadı. Siyasi iktidar, bizimle iyilikte yarışmak yerine kendisinin yapamadığı ancak belediyelerimizin başarıyla yaptığı çalışmaları engelleme yoluna gitti. Peki sonuç ne oldu? CHP’li belediyeler yüksek bir başarı düzeyini yakaladılar ve vatandaşlarımız bu sonuçtan çok memnun. Bu gerçeği Sayın Erdoğan da biliyor. “CHP’li belediyeler yardımları kesecek, belediyeler terör örgütlerine teslim edilecek” vb. suçlamalar da yerle bir oldu. Bir elin verdiğini diğer elin görmediği, insan onuruna yakışan bir anlayışla yardımları kimseyi ötekileştirmeden ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyoruz. Olayın bir diğer boyutu da yardım etmek isteyenlerin güven duygusu. Veresiye defterlerinin sıfırlanması, doğalgaz faturalarının, su faturalarının ödenmesi gibi kampanyaları biliyorsunuz. Bu kampanyaların başarıyla sürdürülmesinin nedeni, yardımsever vatandaşlarımızın CHP’li belediyelere duyduğu güven. Yardımseverlerimiz, yardımlarının en doğru yerde, amacına uygun bir şekilde kullanılacağına yönelik bir şüphe duymuyor.

‘TAYYİP BEY NE DERSE ONUN OLDUĞU BİR YÖNETİM ANLAYIŞI VAR’

7-Kamu istihdamında nepotizmden uzak, liyakate dayalı, bir personel politikasına ivedilikle geçilmelidir.

AK Parti’de “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ailesinin siyasete dahil olmasıyla her şey değişti” yorumu yapılıyor. Bir yanda böyle bir kırılma var diğer yanda ise kabine içinde sadece iki bakandan söz ediliyor: İçişleri Bakanı ve Hazine-Maliye Bakanı… Süleyman Soylu ile Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak arasındaki husumet, zaman zaman taraftarlarının medyaya da yansıyan tartışmalarıyla ayyuka çıkıyor. İki bakanın kavgası kabineyi nereye götürür? Siyasi iktidar değişse, kurumlar liyakatsiz kadrolardan nasıl temizlenir?

İki bakanın arasında olduğu ileri sürülen tartışma bizim ilgi alanımızda değil. Türkiye bir tek adam rejiminin boyunduruğu altında. Tayyip Bey ne derse onun olduğu, onun oldurulmaya çalışıldığı bir yönetim anlayışı var. Liyakat yok, kayırmacılık en üst seviyede. Türkiye’nin en büyük ihaleleri belli grupların tekelinde. Tank palet fabrikasının peşkeş çekilmesi bu anlayışın sonucu; Hazine garantili köprülerin, otoyolların, şehir hastanelerinin ihaleleri bu anlayış doğrultusunda dağıtılıyor. Saray ve çevresi, ülkemizin yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürmeye dayalı bir düzen kurmuş durumda. Böyle bir düzende haliyle liyakat yok olur, göz ardı edilir çünkü liyakat onların amaçları doğrultusunda hareket etmelerinin önündeki en büyük engeldir. Devleti çıkarları doğrultusunda kullanamazlar. Oysa her kim kamuda işe girecekse siyasi bir yakınının torpiliyle veya şu ya da bu partiye yakın olduğu gerekçesiyle işi girmemeli. Devlet hak edene iş vermeli, ayrıca iş tanımının gereği iyi bir eğitimden geçirmeli. Sosyal devlet aynı zamanda çalışmak isteyen her işsiz için de -kamuda ya da özel sektörde- iş alanı yaratacak önlemleri almalı.

‘KIŞLAYA, CAMİYE VE ADLİYEYE SİYASET GİRMEMELİ’

8-Liyakate dayalı istihdam politikaları kapsamında özellikle eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve güvenlikte "sıfır" istihdam açığı hedeflenmelidir.

Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamalarından Diyarbakır Belediye Başkanlığı'na kayyım olarak atanan Diyarbakır Valisi’nin AK Parti il ilçe teşkilat başkanlarını video konferans ile toplayıp muhalefeti yok saymasına kadar bürokrasi siyasi iktidarın söylem ve eylemlerinin takipçisi durumunda. Hal böyleyken eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve güvenlik gibi kritik alanlardaki yanlışlarla nasıl mücadele edilebilir?

Parti olarak bir duyarlılığımız var. Biz Türk Silahlı Kuvvetleri (Genel Kurmay Başkanlığı) ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sıcak siyasi tartışmalara konu edilmesini doğru bulmuyoruz. 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında, Beştepe’de düzenlenen toplantıda ve Yenikapı’da düzenlenen mitingde “Kışlaya, camiye ve adliyeye siyaset girmemeli” uyarısında bulunmuştum. Özellikle bu üç alan, siyasetin ve siyasetçilerin hâkimiyet kuracağı alanlar olmamalı; siyaset kurumu bu üç alan üzerinde bir hâkimiyet oluşturma çabasında bulunmamalı. Sorunuzla ilişkili olarak da (Diyanet İşleri Başkanı’nın LGBTİ’leri ve kadınları hedef alan son açıklamaları… ÖAÇ )  iki eski Diyanet işleri Başkanı Sayın Ali Bardakoğlu ve Sayın Mehmet Görmez gerekenleri söyledi. Hatta Sayın Bardakoğlu, sanki olacakları tahmin etmişçesine, düşüncelerini tartışmanın öncesinde ifade etmişti. Dolayısıyla bu iki değerli ilahiyatçının sözlerini yeterli görüyorum.

Bizim, siyaset kurumunun aktörleri olarak yapmamız gereken, vatandaşlarımızın en doğru bilgiye ulaşmalarını sağlayacak kanalları açmak, açık olan kanalların da tıkanmamasını sağlamaktır. Bir başka önemli görevimiz de vatandaşlarımızın ekonomik, sosyal ve kültürel refahını yükseltmektir. Bu kapsamda ben, sevgili Peygamberimizin “İçki bütün kötülüklerin anasıdır” hadisinden ilhamla, Hikmet Kıvılcımlı’nın kullandığı “İşsizlik bütün kötülüklerin anasıdır” sözünü sıklıkla anarım. Gerçekten de işsizlik bütün kötülüklerin anasıdır. İşsiz bir babanın, annenin, işsiz bir gencin yaşadığı sorunların tarifi yok. İşsizliği biz sadece ekonomik boyutuyla ele alamayız; işsizliğin psikolojik-sosyal boyutlarını göz ardı ederek de işsizlikle mücadele edemeyiz.  Çocuğuna harçlık veremeyen, önüne bir tas sıcak çorba koymakta zorlanan bir ebeveynin yaşadığı dramın eşi benzeri yoktur. İşsizlik sadece işi olmayanların da sorunu değildir. Aldığı eğitime uygun bir işte çalışamayan ya da liyakatine uygun olmayan bir ücretle çalışmak zorunda kalanları da kapsar “işsizlik” sorunu. Haliyle biz diyoruz ki devlet özellikle dört alanda eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve güvenlik alanlarında “sıfır istihdam açığı” politikasıyla hareket etmelidir. Öğretmen sayımızı, sağlık çalışanı sayımızı, engellilerin, yaşlılarımızın ve benzer dezavantajlı grupların bakımını üstlenen sosyal hizmet çalışanı sayımızı, toplumsal yaşamın her alanında güvenliğimizden sorumlu çalışan sayımızı yükseltmeliyiz.  Bu hedefin merkezinde de kamu istihdamı olmalı. Özellikle hâlihazırda bu dört alanda istihdam edilen çalışanlarımızın da mesleki tecrübe ve birikimlerini de arttıracak çalışmalar yürütmeliyiz. Bu politikanın iki temel sonucu olacaktır: Birincisi istihdamın artması ve işsizliğin azalması. En azından milyonlarca eve en az bir maaş girecek olmasının sağlayacağı ekonomik, sosyal ve kültürel iyileşme. İkincisi ise basit örnekler üzerinden gidersek çocuklarımız daha iyi eğitim alacak, vatandaşlarımızın özellikle temel sağlık hizmetlerine ulaşımı kolaylaşacak, engelli ve yaşlı vatandaşlarımız ile ailelerinin yaşamları rahatlayacak. Sadece ülke güvenliği açısından değil yaşamın diğer alanlarındaki güvenlik algısı da “baskıcı” olmayan, evrensel hukuk kuralları ile insan haklarına uygun bir anlayışla yeniden düzenlenmiş olacak.

‘POPÜLİST İKTİDARLARIN SONUNUN GELDİĞİNİ GÖREN BİR SİYASETÇİYİM’

9-Vatandaşlarımıza asgari bir gelir güvencesi sağlanmalı, bu bağlamda "Aile Yardımları Sigortası Kanunu" ivedilikle çıkarılmalıdır.

Kasım 2018’de “Aile Sigortası”nı önerirken, “Siyasiler genelde sorunlara popülist anlayışla yaklaşırlar ancak bütüncül bir anlayışla sorunu çözmek iktidarların görevidir” demiştiniz. Bunca yıl geniş halk kesimleri popülist dile, “öfke de bir belagat sanatıdır” diyerek siyasi rakiplerine hakaret eden siyasetçilere maruz kaldı. Bu üslubu benimsemeyen siyasetçiler topluma kendisini nasıl anlatacak?

Aile Yardımları Sigortası, Türkiye’de güçlü bir sosyal devletin inşası sürecinde atılacak en önemli adımlardan biridir. Adı üzerinde, aile sigortası ailenin sigortasıdır.  Aile Yardımları Sigortası; yoksulluk, eşitsizlik gibi temel sorunları çözmeye yönelik politika araçlarının yanı sıra yoksullukla mücadelenin sürekliliğini de içermektedir. Bir aile düşünün ki gerekçesi ne olursa olsun asgari bir gelirden yoksun kaldığında bilecek ki aile sigortası var. Yani o ailenin “asgari bir geliri” var. Bakın, Türkiye Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Sözleşmesi”ni 1971’de imzaladı. Aile Sigortası da bu sözleşmenin kapsamı içinde bulunuyor. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, sözleşme kapsamındaki sekiz sigorta dalını uygulamasına karşın, Aile Yardımları Sigortası’nı uygulamıyor. Yaklaşık 49 yıldır göz ardı edilen bu sigorta dalının önemi, içinde bulunduğumuz KOVİD 19 sürecinde çok daha net bir şekilde anlaşıldı. Asgari düzenli bir gelirden mahrum milyonlarca aile var. Geçici ödemelerle destek olmak, bu ailelerin sorununu çözmüyor. Bir başka örnek de emeklilik yaşı kapsamında verilebilir. İşsizliğin yüksek olduğu bir ülkede yaşıyoruz.  Emekliliğine kısa süresi kalan bir kişinin yeniden iş bulması son derece güç. Aile Yardımları Sigortası bu aşamada da devreye giriyor. Prim ödeme gün sayısını doldurup, emeklilikte yaşa takılan işsiz kişiye ve ailesine Aile Yardımları Sigortası emekliliğine kadar destek olacaktır.

Ben vatandaşlarımıza her zaman doğruları söyleyen bir siyasetçiyim. Babamın da öğüdü böyle, “Sen doğru dur, eğri belasını bulur.” Buna inanan bir siyasetçiyim. Bu toprakların bereketine, insanlarının ferasetine her zaman güvenmiş bir siyasetçiyim. Ben popülist iktidarların sonunun geldiğini gören de bir siyasetçiyim. Vatandaşlarımıza doğruları söylemeye devam edeceğiz.

‘İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ DURUM BİR AÇMAZ DEĞİL GEÇİCİ BİR DÖNEMDİR’

“Mevcut siyasi iktidar popülist, halkımızın bilinç seviyesi de düşük. Haliyle de buradan güzel bir sonuç çıkmaz” türünden yaklaşımların kabul edilebilir yanı yoktur. Bu yaklaşım öncelikle vatandaşlarımıza yönelik bir saygısızlıktır. Bu toprakların tarihinde benzer iktidarlar olmuştur ancak her seferinde sağduyu, dayanışma kazanmıştır. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından temelleri atılan TBMM, 23 Nisan 1920’de bu duygularla açılmıştır. 2023’te 100’üncü yaşını kutlayacağımız cumhuriyetimiz Atatürk ve arkadaşları tarafından bu inançla kurulmuştur. Bu inancın temelinde halkımızın yüksek feraseti ve vatan sevgisi vardı. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durum bir açmaz değil geçici bir dönemdir. Ve bu dönemin sonunda cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandıracak, gerçek anlamda demokratik, laik bir sosyal hukuk devletine ulaşacağız. Kimsenin şüphesi olmasın.

‘VATANDAŞIMIZ İLK SEÇİMDE İKTİDARI KULLANMA YETKİSİNİ, DEMOKRASİ VE ADALETTEN YANA OLANLARA VERECEK’

10-Demokratik standartlarda, adaletli ve denetime açık bir Kamu İhale Sistemi'ne geçilmelidir.

18 yıllık siyasi iktidar kendi zenginlerini yaratmış ve onları ihalelerle daha da zengin etmişken sermaye sahipleri bu iktidardan neden vazgeçsin? Kısa Çalışma Ödeneği’ni ortadan kaldıran ve çalışanları günlük 39 lira 29 kuruşa mahkûm eden düzenlemeler, AK Parti’nin yoksul seçmeninde nasıl karşılık buluyor? Baskın bir seçim olmasa da bir erken seçim öngörüyor musunuz?

Mevcut iktidarın iktidardan vazgeçmesini beklemiyoruz ki! Biz iktidarın seçimler yoluyla el değiştireceğini söylüyoruz. Vatandaşlarımız, güzel ülkemizin iyi yönetilemediğini hatta savrulduğunu görüyor. Freni patlamış bir kamyon gibi yokuş aşağı gittiğimizi görüyor. Ve bu gidişattan kurtulmanın tek yolunun da ilk seçimlerde yapacağı tercih olduğunu biliyor. Vatandaşlarımız ilk seçimlerde, iktidarı kullanma yetkisini demokrasiden, şeffaflıktan, hesap verebilirlikten, denetlenmekten, yaşamın her alanında adaletten yana olan bizlere verecek. Buradaki biz atfı sadece Cumhuriyet Halk Partisi’ni de içermiyor. Bahsettiğim bu kriterlere uygun bir iktidarı öngören, hedefleyen tüm siyasi partileri kapsıyor. İktidar erki el değiştirdiğinde göreceksiniz, bu değişiklik çok geniş bir toplumsal mutabakatın sonucuyla sağlanacak. Neredeyse herkesin kendisini ait gördüğü bir seçim başarısıyla gelecek bu değişim. Haliyle de mevcut siyasi iktidarın muhalefeti düşmanlaştırma çabalarının, muhalefeti ötekileştirme çabalarının bir manası yok, alabileceği bir sonuç da yok. Bunu, bizim bildiğimiz kadar, mevcut siyasi iktidar da iyi biliyor.

‘CHP, MUHAFAZAKÂR ÇEVRELERDE ELİTİST OLARAK GÖRÜLÜYORSA BUNUN SORUMLULUĞUNU O ÇEVRELERE YIKMAK DOĞRU DEĞİL’

11-Ücretliler üzerindeki vergi yükü makul düzeylere çekilmelidir.

“Sessiz yığınların sesi” olma iddiasıyla iktidara gelen AK Parti’nin bugün o kesimlerle arasında büyük uçurum var. Buna rağmen CHP’yi elitistlikle, din düşmanlığıyla, Türkiye’yi yönetme becerisine sahip olmamakla eleştirdiğinde bu söylem toplumun bir kesiminde hâlâ karşılık bulabiliyor. Sizin dindar, muhafazakâr kesimle temasınız, 31 Mart seçimine de olumlu yansıdı. Bu temas halinin amacı, siyasi iktidara alternatif olarak geniş bir cephe yaratmak mı?

Öncelikle şunu ifade etmek isterim, hiçbir cephe(!) arayışı içinde değiliz. Cephe sözcüğü ayrışmayı, kutuplaşmayı çağrıştırıyor. O nedenle siyasette bu sözcüğü kullanmamaya özen gösteriyorum. CHP, muhafazakâr çevrelerde elitist olarak görülüyorsa bunun sorumluluğunu muhafazakâr çevrelere yıkmak doğru değil. Dönüp kendimize bakmalı ve kendimizi sorgulamalıyız. CHP adı üstünde halkın partisidir ve halkın partisi olarak siyasette yerini almak zorundadır. Bugün biz taşeron işçilerinin haklarını savunuyorsak, orman köylülerinin haklarını savunuyorsak - Türkiye’nin en yoksul kesimi orman köylüleridir-, apartman görevlilerinin haklarını savunuyorsak, kayıt dışı çalıştırılanların haklarını savunuyorsak, emeklilere dini bayramlarda birer aylık verilmesini savunuyorsak halkçı olduğumuz içindir.

‘VERGİ ÖDEMEDİĞİMİZ BİR SOLUDUĞUMUZ HAVA KALDI’

Türkiye’nin vergi gelirinde dolaylı vergiler önemli bir kalem. Neredeyse vergi ödemediğimiz bir soluduğumuz hava kaldı. Öldüğümüzde bile kefenin vergisini ödeyerek defnediliyoruz. Dolaylı vergiler de özellikle orta ve alt gelir grupları için ağır bir yük. Özellikle de asgari ücretle geçinen vatandaşlarımız için. Bu vergi sistemi sürdürülebilir değil. Üstelik vergi tüm toplumsal kesimlerin sorunu; siyasi, etnik ya da fikri kimliğiniz sizi bu vergi yükünden kurtarmıyor. Ancak belli bir kesime sağlanan vergi avantajları da var ki bu da kabul edilebilir değil. Vergi aslında en temel demokratik parametrelerden biridir. Gerçek anlamda vergi adaletini sağlamış ülkelerin büyük bir bölümünün demokrasisi de gelişmiş durumda. Biz vergi konusuna da demokrasi, şeffaflık, hesap verebilirlik ve benzer başlıklarla bakıyoruz.

‘MUHAFAZAKÂR CAMİAYLA İLİŞKİMİZ İÇTEN BİR İLİŞKİ. BİRBİRİMİZDEN ÇOK ŞEY ÖĞRENİYORUZ’

Türkiye’nin diğer temel problemlerinin çözümünde olduğu gibi ekonomi alanındaki problemlerin çözümünde de toplumun tüm kesimleriyle irtibat halindeyiz. Muhafazakâr vatandaşlarımızla da bu kapsamda diyalog içindeyiz.  Geçmişten gelen bazı ön yargılar oluşmuş olabilir. Ancak bu ön yargılarla yaşamaya devam etmenin de bir anlamı yok. Türkiye’nin temel problemlerine yönelik çözüm önerilerinizi, o problemleri yaşayan tüm toplum kesimleriyle konuşmayacaksınız da ne yapacaksınız? Bizim muhafazakâr camiayla ilişkimiz son derece samimi ve içten bir ilişkidir. Karşılıklı olarak birbirimizden de çok şey öğreniyoruz. Ben onların gözlerine baktığımda gördüğümle onların benim gözüme baktığında gördüğü aynı şey aslında; vatan sevgisi bu. Hepimiz bu vatanı seviyoruz, ülkemizi seviyoruz, bayrağımızı seviyoruz.

‘KAYIT DIŞI İSTİHDAMLA MÜCADELENİN EN ETKİN YOLU SENDİKALAŞMAKTIR’

12-Kayıt dışı istihdamla toplumsal destek sağlanarak mücadele edilmelidir. Bu mücadelede en etkili yolun sendikalaşma olduğu artık öğrenilmelidir.

Cumhuriyet gazetesinde 22 Nisan’da yayınlanan yazınızda korona salgını sonrasında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını vurgulamış, önerilerinizi sıralamıştınız. Peki eskinin kurumlarıyla, buna “hükümetin arka bahçesine dönüşen” sendikalar, sivil toplum örgütleri de dahil, eşit bir dünya düzeni yaratmak mümkün mü?

Türkiye’de her üç çalışandan biri kayıt dışı, sosyal güvenlik çatısı altında değil.  Kayıt dışı istihdamla mücadelenin en etkin yolu da sendikalaşmaktır. Sendikalaşma özgürlüğünün önündeki tüm engelleri kaldırdığınızda doğrudan bir denetim oluşuyor zaten. Öte yandan kayıt dışı istihdamın en aza indirilmesi, kamunun vergi gelirini ve sosyal güvenlik gelirlerini arttıran, aynı zamanda sosyal güvenlik harcamalarını azaltan bir unsur. Nerede bir çalışan varsa o çalışanın kayıt altına alınması hukuki olduğu kadar aynı zamanda ahlaki bir zorunluluktur da. Kamu, vatandaşının kayıt dışı çalıştırılmasına göz yumamaz. Dünyanın da geldiği nokta itibariyle işverenler de hem sosyal hem de ahlaki temelde çalışanlarının kayıt dışı çalışmasına göz yummamalı. Kayıt dışı çalıştırmanın sonuçta topluma da aileye de maliyeti iyi bilinmelidir. Bir işveren yanında çalıştırdığı işçiyi sigortalı yapmıyorsa sadece o işçinin değil ailesinin de geleceğini çalıyor demektir. Çünkü sadece çalışan işçi değil işçiyle birlikte çalışanın tüm aile bireyleri de sigorta kapsamı dışında kalmaktadır. Bu bağlamda işçi ve işveren sendikalarının yapısı da yeniden ele alınmalı. Bunu sağlayacak olan da şüphesiz demokrasiden yana olan anlayışlardır. “Yaşamın her alanında adalet” anlayışı, işçi ve işveren örgütlenmelerini de kapsamalıdır.  Özetle sosyal devletin bütün kurumlarının insani çerçevede yeniden ele alınması ve gerekiyorsa yeni kurumların oluşturulması -Aile Yardımları Sigortası gibi- gerekmektedir.

‘YOKSULLUK AZALACAĞINA ARTACAK VE UZAYDAN SÖZ EDECEKSİN. ALLAH AKIL FİKİR VERSİN!’

13-Türkiye, yeni bir planlama anlayışı çerçevesinde, katma değeri yüksek ürün üretme hedefine kilitlenmelidir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Ey CHP, istesen de istemesen de biz uzaya çıkacağız, bu adımı atacağız. Bunlar geride nal toplasın” sözleri, hakikat sonrası (post-truth) denilen kavramın çarpıcı örneklerinden biri değil mi? Hakikatler, algı yönetimiyle başka bir kılıfa sokularak pazarlanırken muhalefet olarak topluma gerçekleri anlatmakta zorlanıyor musunuz?

Evet, hakikat sonrası (post-truth) kavramının çarpıcı örneklerinden biri. Bunları söyleyen kişinin oturup düşünmesi lazım. Türkiye 1920’lerde uçak fabrikaları kurdu. 1930’larda dünyada uçak üreten beş ülkeden biriydik. 1940’larda uçak ihraç eden ülkeydik. Bu güzel ülkeyi yönetiyorsan önce tarihini bileceksin. Daha acı olanı ise aynı şahsın Avrupa’nın en büyük entegre tank palet fabrikasını Katarlılara peşkeş çekmesi. Ne söyleyeyim, Allah akıl fikir versin! Devleti yöneteceksin tam 18 yıl, yoksulluk azalacağına artacak! Sonra da uzaydan söz edeceksin. Kapı kapı dolaşıp dolar dileneceksin, sonra da uzaydan söz edeceksin. Şuna benziyor, adaletten, yargının bağımsızlığından söz edeceksin, Trump telefon edince de papazı serbest bırakacaksın!

Aslında muhalefet olarak gerçekleri anlatmakta zorlanmıyoruz. Zorlandığımız alan, medyanın kontrolü nedeniyle anlatımlarımızın geniş kitlelere beklediğimiz ölçüde ulaşamaması. Ama bu konuda da epey mesafe aldık. Örgütlerimiz, belediye başkanlarımız söylemlerimizi geniş kitlelere ulaştırmaya çalışıyorlar.

Bir diğer önemli gerçek de şu… Katma değeri yüksek ürün üretmek istiyorsanız üniversitelerin bilgi üretmesi gerekir. Üniversitenin ürettiği bilgiyi sanayici elle tutulabilir metaya dönüştürür. Acı olanı ise Türkiye’de gerçek anlamda üniversite sayısının yetersizliği… Farklı düşündü ya da barış istedi diye bilim insanını üniversiteden atarsanız orası üniversite olmaktan, bilim üretim merkezi olmaktan çıkar. Maalesef Türkiye’nin geldiği nokta bu. Acı ama gerçek.

‘SAĞLIĞA ERİŞİM TEMEL HAKTIR VE BU HAKKI PİYASALAŞTIRAMAZSINIZ’

14-Sağlık hizmetlerine ön koşulsuz erişim bir haktır ve ücretsiz olmalıdır. Koruyucu ve temel sağlık hizmetleri bu doğrultuda planlanmalıdır.

Korona salgını kamucu sağlığın önemini tüm dünyaya ispatladı. Siyasi iktidar, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yanı sıra AK Parti hükümetlerinin gerçekleştirdiği ve “sağlığı piyasalaştırmakla” eleştirilen “Sağlıkta Dönüşüm Programı” sayesinde Türkiye’nin salgınla başarılı mücadele ettiğini söylüyor. Türkiye sağlık sisteminde neler yapılmalı?

Ben içinden geçtiğimiz süreçle ilgili olarak tüm sağlık çalışanlarına şükranlarımı sunuyorum. Olağanüstü bir çabayla, kendi yaşamlarını da tehlikeye atarak ülkemizin KOVİD 19 salgınından en az zararla çıkmasını sağladılar, sağlamaya da devam ediyorlar. Hemen hemen tüm sağlık çalışanları ki sadece ülkemizde değil dünyada da böyle, mevcut sağlık sistemiyle devam edilemeyeceğini de vurguluyorlar. Peki, ne yapmalıyız? Temel ve koruyucu sağlık hizmetleri başta olmak üzere tüm sağlık hizmetlerini uluslararası düzeyde herkesin ulaşabileceği bir düzene sokmalıyız.

Sağlıkta özne insandır. Dolayısıyla insanın sağlığa erişim hakkı temel bir haktır. Ve bu temel hakkı piyasalaştıramazsınız. Yıllardır hekimler ve onların birlikleri söyler, tutarlı bir sağlık zincirinin oluşturulması gerekiyor. Sağlık sadece hastane de değildir. Olaya bütüncül bir çerçevede bakmak gerekiyor. Sağlığın hasta yönü var, sağlık çalışanları yönü var, ilaç eczacılık yönü var, teknoloji donanım yönü var, hizmetin sunulacağı alan yönü var. Soruna bütüncül bakmazsanız çözemezsiniz. Kaldı ki sorun sadece yurt içinde de değil; yurtdışı kaynaklı sorunlar da var. Sağlık teknolojisi ve ilaç tekelleri gibi oligopol piyasalar etkili.

AK Parti iktidarları sağlık sorunlarının çözümünde yabancılara başvurmuş ve onların önerilerine uymuştur. Sağlık Bakanlığı'nın arşivleri yabancıların öneri dosyaları, raporlarıyla doludur. Oysa Cumhuriyetin ilk yıllarına bakarsak sorunun nasıl akılcı politikalarla çözüldüğünü görürüz. Yine o yıllarda sağlık kurumlarının nasıl oluşturulduğuna da tanıklık edebiliriz. Acı olan ise bu kurumların hemen hemen tümünün AK Parti iktidarları döneminde kapatılması ya da çalışamaz noktaya getirilmesidir. Şehir hastanelerini de -biz buna “şirket hastaneleri” diyoruz- öneren yabancılardır. İngilizlerin uyguladığı daha sonra verimsizlikleri nedeniyle uygulamadan vazgeçtikleri hastaneler. Bu hastanelerin kurulum danışmanlığını da yabancıların yaptığını belirtelim. Evet sağlıkta bir dönüşüm oldu. Faturası ağır ve halka çıktı. Daha da çıkacak. Bedelini sadece bizler değil torunlarımız da ödeyecek.

‘KOVİD 19 SALGINIYLA MÜCADELENİN KAHRAMANLARI SAĞLIK ÇALIŞANLARIMIZDIR’

Kovid 19 salgınıyla mücadelenin kahramanları sağlık çalışanlarımızdır. Günün 24 saatinde çalışan, evlerine bile gidemeyen, hastasının sağlığına kilitlenmiş sağlık çalışanları. Başarı onlarındır. Onları yürekten kutluyoruz…

Sağlığın kamu için vazgeçilmez olmasının temel nedeni, sosyal devlettir. Bu nedenle sağlık piyasalaştırılamaz. Kuşkusuz bu özel hastanelerin açılmayacağı anlamına da gelmemektedir.

‘CHP’Lİ BELEDİYELER MEVCUT İKTİDARA DERS VERİYOR, TARİH YAZIYORLAR’

15-Planlamada tarım, temel stratejik sektörlerden biri olarak ele alınmalıdır. Bu bağlamda, gıdaya sağlıklı koşullarla erişim hakkına ilişkin yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

Korona salgını sonrası yaşanabilecek bir gıda sorunu tüm dünyanın problemi. CHP’li belediyeler kendi aralarında bir gıda takası yoluna gidiyor. CHP’li 11 büyükşehir belediye başkanının yaptığı düzenli telekonferanslarda alınan “sözleşmeli tarım”, üreticiyi destekleyecek krediler ve alımlar gibi kararlar, CHP yönetimiyle eşgüdüm içinde mi alınıyor?

CHP’li belediyeler, KOVİD 19 sürecinde son derece başarılı çalışmalar yürütüyor. Bu gerçek sadece benim değil CHP’li olsun olmasın, yerel seçimlerde CHP’li adaylara oy vermiş olsun olmasın tüm vatandaşlarımızın ortak fikri. Sosyal yardımların hangi kriterlerle yapılması gerektiği açısından da mevcut iktidara ders veriyorlar. Açıkça söylemek gerekiyorsa CHP’li tüm belediyeler gerçekten de tüm engellemelere rağmen bir tarih yazıyorlar. Bizim için sosyal yardımların kimseyi rencide etmeden, kimsenin yoksunluğunu teşhir etmeden yapılması önceliktir. Verdiğimiz hizmette bir elin verdiğini diğer el dahi görmüyor. Bir diğer duyarlılığımız da yardım yapıyoruz gerekçesiyle haksız bir zenginleşmeye yol açmamak. Örneğin yardım paketlerinin hazırlanma süreci son derece şeffaf yürütülüyor. Belediyelerimiz bazı önemli yardım kalemlerinde de aracı oldular, “askıda fatura” uygulaması gibi. Bu ve benzer uygulamalarda da son derece başarılılar. Çünkü muhtaç bir ailenin elektrik, su, doğalgaz faturasını ödemek isteyen bir vatandaşımız, büyük bir güven duyuyor belediyelerimizin kurduğu sisteme.

‘BELEDİYELERİMİZİN ÇALIŞMALARINI MERKEZDEN KOORDİNE EDİYORUZ’

Belediyelerimiz hem kendi beldelerindeki hem de diğer bölgelerdeki üreticimizi doğrudan alımlarla destekliyorlar. Her alanda ülke çapında bir dayanışma yaşanıyor. Belediyelerimizin çalışmalarını da merkezden koordine ediyoruz. Her yeni yardım modeli için arayıp danışıyorlar. Benim düşündüğüm bir model varsa kendilerine iletiyorum, değerlendirmelerini istiyorum. Beldelerine ve bütçelerine uygun bir modelse yaşama geçiriyorlar. İstismara kapalı, sosyal yardım normlarına uygun bir belediyecilik çalışması.  “CHP’li belediyeler geldiğinde tüm yardımlarınızı kesecekler” yalanı, döndü mevcut siyasi iktidarın ayağına dolandı. Yardımların kesilmesi bir yana daha da arttı ve üstelik hakkaniyeti de yükseldi.  Mevcut siyasi iktidar bizimle iyilik yarışında geride kaldı. Belediyelerimizin yardımlarını engelleme, gölgeleme çabası da bundan kaynaklı.

KOVİD 19 süreci bize dayanışmanın, yardımlaşmanın önemi kadar tarımın stratejik bir sektör olduğunu da gösterdi. Sadece tarımın kendisi değil tüm gıda üretiminin ve dağıtımının da ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Gıdaya erişim hakkıyla ilgili tüm yasal düzenlemeler tamamlanmalıdır.  Vatandaşlarımız ucuz ve kaliteli gıdaya rahatlıkla ulaşabilmelidir. Özellikle üretim kooperatifleri yaygınlaştırılmalıdır.

‘EĞİTİM SİSTEMİMİZ TAM BİR KAOS İÇİNDE’

16-Eğitim, Türkiye'nin kalkınma stratejisinin en önemli, en temel parçası olarak yeniden ve paydaşlarıyla birlikte planlanmalıdır. Üniversitelerimizde, her türlü fikir, düşünce özgürce tartışılmalı, her türlü bilimsel çalışma özgürce yürütülmelidir.

Ebeveynlerin, koşullarını zorlayarak çocuklarını özel eğitim kurumlarına göndermesi bile tek başına devletin verdiği eğitimin niteliksizleştiğinin kanıtı değil mi? “Dindar nesiller yetiştirmek” amacıyla yapılan değişiklikler, dindarları da ikna edebilmişe benzemiyor. Bu değişiklikler kim için ve neden yapılıyor?

Bir ülkeyi geri bırakmanın en kolay yollarından biri eğitim sistemini bozmaktır. Bakın 18 yılda yedi kez Milli Eğitim Bakanı değişti. Her bakan döneminde de eğitim sistemi, “reform” adı altında değişikliğe uğradı. Kişiye göre, bakana göre eğitim politikası olmaz. Şayet her gelen kendi anlayışı ile bir eğitim politikasını uygulamaya koyarsa ülkenin çocukları denek olarak kullanılmış olur. Maalesef Türkiye’de geldiğimiz nokta bu. DGS’yi getirdiler olmadı, OKS’yi getirdiler olmadı, TEOG’u getirdiler olmadı. Neredeyse alfabede harf kalmadı. 4+4+4 sistemi nasıl geldi? Eğitim şuralarında tartışılmadı, Bakanlar Kurulu’nda tartışılmadı, kalkınma planlarında yoktu, Milli Eğitim Bakanlığı'nda oluşturulmadı. Kanun teklifini beş Ak Partili milletvekili verdi ve onların hiçbiri eğitimci değildi.

Her çocuğumuzun ilköğretimden üniversiteye kadar iyi bir eğitim alma hakkı var ve bu hakkı teslim edecek, altyapısını hazırlayacak olan da siyaset kurumudur. Eğitim kişiye, aileye, topluma sınıf atlatan en önemli unsurdur. Eğitilen bir toplum çağdaş uygarlığı yakalayabilir. Bugün aileler çocuklarını özel okullara gönderiyorlarsa bunun temel nedeni devlet okullarının eğitimdeki kalite düşüklüğüdür. Okullar arasındaki eğitim kalitesi farkı uçuruma dönüşmüş durumda. Acı ama söylemek zorundayım, eğitim sistemimiz tam bir kaos içindedir. Anaokulundan üniversitelere kadar bir sorunlar yumağına dönüşmüştür.

18 yılda üniversite öğrencilerinin yurt sorunu çözülememiştir. Özellikle üniversite öğrencilerinin yurt sorunu çözülmeli. Taşımalı eğitime son vermeli ve her yerde ilköğretim okulu açmalıyız. Öğretmenler Meslek Kanunu çıkararak öğretmenlik mesleğini ayrıcalıklı hale getirmeliyiz. Öğretmenlere 3600 ek gösterge vermeliyiz. Tüm öğretmenler kadrolu olmalı. İş güvencesi olmalı, oysa bugün çok parçalı bir yapı var, kadrolu-sözleşmeli-ücretli öğretmenlik gibi. 21’inci yüzyılın Türkiye’sinde hâlâ birleştirilmiş sınıflar var. Eğitime gerekli yatırımları yapmalı ve bu utancı çocuklarımıza yaşatmamalıyız. Okul aile birlikleri daha fazla yetkilendirilmeli ve aktif hale gelmeli. Laik, bilimsel bir eğitim politikasını eğitimin tüm bileşenlerinin katılımıyla yaşama geçirmeliyiz. Eğitim fırsat eşitliğinin önemli bir aracına dönüşmeli. Bu ülke eğitim politikalarını, “Kuş uçmaz, kervan geçmez” diye nitelendirilen, yani olanakların kısıtlı olduğu bölgelerde, semtlerde, ilçelerde yaşayan ailelerin çocuklarını kapsayacak şekilde yeniden planlamalıdır.  Üniversitelerimiz de bilimsel özgürlüğün merkezi olmalı. Üniversitelerimizde, her türlü fikir özgürce tartışılmalı. Üniversitelerimiz ülkesinin sanayisine, güzel sanatlarına, hukukuna, fen ve sosyal bilimlerine uluslararası düzeyde katkı veren kurumlara dönüşmeli.