YAZARLAR

Ulusa salgınla bağlanmak, bireyi sürüyle korumak

Gerek yeni çıkan enfeksiyonlar gerek sürü bağışıklığı kavramının birey ile toplum arasındaki ilişkiyi etnik merkezci bir kurguya başvurmadan anlamayı ziyadesiyle güçleştirdiği görülüyor. Uzmanlar enfeksiyonları izlemeye, hastaları takip etmeye ve ilişkilerini kodlamaya devam ededursun, virüsler ulusal topluluğun temel bir sağlık birimi olarak hatlarını görünür kılacak işaretleri bir bir açığa çıkarıyor.

Korona salgınının yol açtığı tahribat kuvvetle muhtemeldir ki tarihin sayfalarında kendine yer bulacak. Genellikle nüfusun patlama yaptığı, farklı topluluklar arasında etkileşimin arttığı dönemler büyük ve yıkıcı salgınların ortaya çıktığı dönemler olarak tarihe geçmiş. Günümüzde yaşanan salgın öncekiler kadar büyük olsa da etkileri çok şükür ki henüz o kadar yıkıcı değil. Çünkü bugün sadece bir salgının etkilerine maruz kalıp ona uyum sağlamıyoruz; diğerlerinden farklı olarak salgını bilinçle yaşıyor, hareketini öngörüyor, müdahale ediyor ve yönlendiriyoruz. Bu farka rağmen yaşanan durumun tarihin kayıt altına aldığı önceki salgınlarla belirgin bir benzerliği de var ve bundan biri iyi diğer kötü olan iki sonuç çıkıyor. Kötü olan şu ki bu salgın son olmayacak, başkaları da gelecek. İyi sonuca gelince, bu salgın da elbet birgün bitecek. Ancak geçtikten sonra her büyük salgında olduğu gibi toplumsal davranış ve ilişkileri düzenleyen kurallarda kalıcı bazı değişikliklere yol açacak. Söz konusu değişiklikler daha şimdiden üretim ve mübadele ilişkilerini tahlil eden ekonomistlere ve insan ihtiraslarını anlayıp dizginlemeye çalışan ahlaki gözlemcilere olduğu kadar devlet ve toplum ilişkilerini inceleyen siyaset bilimcilere de birçok malzeme sağlamış durumda.

Bu süreçte siyasi açıdan yaşadığımız değişimler ve açığa çıkan malzeme “tıbbi milliyetçilik” başlığı altında toparlanmaya elverişli gibi görünüyor. Her ne kadar maruz kaldığımız salgın sınır tanımıyor ve dünya çapında etki yaratıyor olsa da, kamu sağlığını korumak için gerekli kapasite ve örgütlülük bir tek ulus devletlerde var gibi görünüyor. Elbette bilgi ve malzeme değiş tokuşu yapılıyor, elbette uluslararası işbirliği yapılıyor ve elbette DSÖ bu konuda eş güdümü sağlayacak girişimlerde merkezi konumda. Ama iş insanların sağlığını kim koruyacak sorusunu yanıtlamaya geldiğinde devletten başka parmak kaldıran gözükmüyor. Haliyle insanlar ulus devletlerin uzattığı dala tutunmuş durumda sabır ve umutla çözüm gününün gelmesini bekliyor. Çünkü uçuruma yuvarlanan insanın tutunacağı dalı seçme gibi bir lüksü yoktur, yakaladığı ilk dala tutunur. Ulus sonrası olduğu söylenen bir dünyada ulusu yeniden tahayyül etmenin aracı olarak halk sağlığı söylemi böylelikle ön plana çıkarılıyor. Tıbbi milliyetçilik, yani etnik ve milli farklılıkları enfeksiyon patolojisine nakşederek işaretleyen yaklaşım, ulusal sınırların salgın kontrolünde unutulmaya yüz tutmuş olan işlevlerini yeniden gündeme getiriyor. "Halk sağlığı” kavramını dil, din veya kültür gibi bugüne kadar ulusu hayal etmek için kullanılmış diğer unsurlara eklemliyor ve kartları ulusal kimlikler lehine yeniden karıyor.

Salgının insan hayatını yeni bir eşdeğerlik mantığı üzerine oturtması, ulus devletleri tekrar umut kapısı haline getiren korkunun anlaşılmasında kilit önemdedir. Hastalık ile sosyallik arasında salgın aracılığıyla kurulan eşdeğerlik insan öykülerinde rastlanabilecek açmazların en acımasızını da gün yüzüne vuruyor: Ölümcül de olsa temas kaçınılmazdır. Böylelikle bizi toplum halinde birleştiren aidiyetler aynı zamanda hasta eden ilişkilerin de kaynağı haline gelebiliyor. Virüsün kat ettiği mesafeleri ölçen, testi pozitif çıkanların başkalarıyla temaslarını haritalandıran halk sağlığı uzmanları modern dünyanın mekanlarına ve etkileşim biçimlerine dair bir katalog da ortaya çıkarmış oluyorlar. Salgına dair fikirlerimizin bireysel ahlak, toplumsal sorumluluk ve kolektif eylem anlayışımızla iç içe gelişmesini sosyal mesafelenme, izolasyon yahut karantina gibi tedbirlerin uygulanma aşamasında deneyimliyoruz. Sosyal medyada yayılan videoların, paylaşılan fotoğrafların ve anlatılan hikayelerin tamamına yakını, sadece virüsle temas etmenin tehlikelerinden değil, toplumsal bağ kurma biçimlerinin nereye kadar değişeceği konusundaki belirsizlikten duyduğumuz insani korkuyu perçinliyor alttan alta.

Bu aşamada halk sağlığı siyasetini tıbbi bir milliyetçilik söylemine eklemleyen sürecin halk sağlığına dair iki kavramın bir araya gelmesiyle olan ilişkisine dikkat çekmekte yarar var. 90’ların başında ileri sürülen “yeni çıkan enfeksiyonlar” kavramı ve bu hastalıklardan korunmada “sürü bağışıklığı” kavramına yapılan vurgu söz konusu sürece temel şeklini vermiş gibi duruyor. Yirminci yüzyıl boyunca antibiyotiklerin yaygın kullanımı ve etkili aşıların geliştirilmesi gibi etmenler sayesinde fethedilmiş gibi görünen enfeksiyon tehdidi, 80’lerin sonunda açığa çıkan virüslerle daha etkili ve inatçı bir şekilde geri dönünce, o dönemin bilim insanları durumu yeni çıkan enfeksiyonlarla açıklamaya çalıştılar. Yeni çıkan virüsler evrim süreci içerisinde ortaya çıkan doğal bir gelişmeye değil, insanın doğal düzen içindeki konumunun radikal bir şekilde değişmesine işaret ediyordu. Buna göre yeni enfeksiyonlar küreselleşme sürecinin sonucuydu. Küreselleşme, insan nüfusunu bütün dünya yüzeyinde hareketli hale getirdikçe önceden kimsenin ayak basmadığı yerlerde bile insanların yaşaması ve çalışması mümkün hale gelmişti. İnsanlar önceden tanımadığımız veya uykuda olan mikroorganizmalarla, yani hastalık kaynaklarıyla bu yoldan temas ettiler. Buna karşılık virüsler dünyayı çepeçevre saran ulaşım ağlarına ister insan, ister hayvan isterse böcek olsun hiç farketmez, buldukları her konak üzerinden dahil olmaya başladılar. Yeni enfeksiyonlar canlıların doğal evrimi içinde ortaya çıkan kendiliğinden bir durumun değil, insanları mekanda hareketli hale getiren küresel siyasal düzenlenişin bir sonucuydu.

Salgın hastalıkların bireylerin “normalde” ait olmadıkları doğal ve sosyal ortamlara girip çıkmasıyla açıklanması, ulusal aidiyetlerin biyolojik olarak temellendirilmesindeki en önemli parametrelerden birini temsil eder. Buna karşın 1920’lerden bu yana halk sağlığı literatüründe kullanılan bir başka kavram olan sürü bağışıklığı, küreselleşme bağlamında bireyin sağlığı ile topluluk aidiyeti arasındaki ilişkinin daha da vurgulu hale gelmesine yol açtı. Sürü bağışıklığı, sağlık sorununu “biyolojik bağışıklık” kavramıyla karşıtlık içinde ele alır. Biyolojik bağışıklık, bireylerin aşılanma veya hastalığı atlatma yoluyla elde ettikleri korunmayı anlatır. Oysa sürü bağışıklığı, bundan ayrı olarak biyolojik bağışıklığı olmayan insanların da toplumun çoğunluğunun hastalığa bağışıklık kazanması yoluyla, dolaylı bir yoldan korunma elde etmesini anlatmak amacıyla kullanılır. Bir halk sağlığı stratejisi olarak benimsendiğinde toplumun yeterli bir çoğunluğunun aşılanması yoluyla elde edilir. Burada herkese aşı yapılmaması aşının yan etkileri, bireylerin gösterdiği alerjik tepkiler veya ekonomik kaynak yetersizliği gibi gerekçelerle ilgilidir. Halk sağlığı uygulamasının aşıya dayanmayan örneklerindeyse, sürü bağışıklığı aynı çoğunluğun hastalığı yaşayıp atlatması yoluyla kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuçtur. Ama her iki durumda da kavramın ayırt edici yanını bağışıklığı olmayan insanlara “dolaylı koruma” sağlaması belirler.

Ne var ki bugünlerde sürü bağışıklığı kavramı, Boris Johnson ve bilim danışmanının, siyasi tarihin açık ara en başarısız “ulusa sesleniş” konuşması olan açıklamalarından ötürü farklı bir bağlamda tartışılmaktadır. Söz konusu açıklamalarda, aşılamanın olmadığı bir süreçte kendiliğinden ortaya çıkacak bir sonuç hükümetin bilinçli olarak benimsediği bir strateji gibi sunulunca, meselenin özü “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” anlayışıymış gibi düşünüldü. Bundan ötürü kavramla ilgili tartışma bir neoliberalizm eleştirisi biçimini aldı. Konuya evrimsel rekabet açısından bakıldığında konunun böyle bir boyutu da olmakla beraber, sürü bağışıklığı salgınların sağlık meselesini bireyselden kitlesel düzeye taşımasına verilmiş bir tepki olup neoliberalizm gibi ideolojilerle olan bağı talidir.

Aslında kavramı birey ile grup arasındaki aidiyet üzerinden düşünmek onun ulusçu ideolojiyle olan bağını görmek açısından daha anlamlıdır. Sürü bağışıklığı, kamu sağlığının toplumun yeterli bir çoğunluğunun bağışıklık kazanması yoluyla istikrara kavuşturulmasını anlattığı için bireyin sağlığıyla toplumsal aidiyeti arasında zorunlu bir bağ kurar. Fakat bu yoldan elde edilen istikrar kırılgandır ve sürüdürülmesi belli koşullara tabidir. Böylesi koşullarda bireyler birbirlerine kandaşlık dışında bir biyolojik bağ üzerinden, yani hepsini ortak olarak etkileyecek bir hastalığa ne ölçüde açık oldukları üzerinden bağlanırlar. Aralarındaki bağ, nispeten kapalı sayılabilecek bir ortamda yaşayan, birbirlerinin taşıdıkları bakterilere ve virüslere karşı uyarlanmış canlılardan oluşmuş sosyal bir topluluk yaratır. Kamu sağlılığı ve toplumsal aidiyet arasındaki ilişkinin ulusçuluğa bağlandığı yan, elde edilen bu istikrarın her zaman yeni temaslar veya dışa açılmalarla bozulabilir olmasıyla ilgilidir. Topluluk korunması esasen bünyeye yabancı olan unsurların kontrol edilmesi, izlenmesi ve dışlanması aracılığıyla hep ulusal bağları tahkim eden bir halk sağlığı stratejisinin de temelini oluşturur.

Gerek yeni çıkan enfeksiyonlar gerek sürü bağışıklığı kavramının birey ile toplum arasındaki ilişkiyi etnik merkezci bir kurguya başvurmadan anlamayı ziyadesiyle güçleştirdiği görülüyor. Uzmanlar enfeksiyonları izlemeye, hastaları takip etmeye ve ilişkilerini kodlamaya devam ededursun, virüsler ulusal topluluğun temel bir sağlık birimi olarak hatlarını görünür kılacak işaretleri bir bir açığa çıkarıyor. İnsanlar arasındaki temaslar virüsün yayılmasından geriye kalan izler üzerinden somut bir görünüme kavuşunca, dünyanın nasıl bir karşılıklı etkileşim ve bağımlılık içinde olduğunu da ortaya seriyor. Ancak modern dünyanın salgın tarihi daha ilk günlerinden itibaren bu etkileşim ve bağımlılığa etnik merkezci bir tepki verme eğiliminde. Söz konusu eğilimin en temel belirtilerinden birini salgınları etnikleştiren ve hastalık yüzünden belli grupları suçlu gösteren adlandırma biçimlerinde buluyoruz. Eski Dünya 15 yüzyılın sonlarında frengi hastalığıyla tanışmış ve bu hastalık sonraki yüzyılda bir salgın biçimini almıştı. İngilizler hastalığa “Fransız hastalığı”, Fransızlar İtalyanları suçlamak için “Neopolitan hastalığı”, İtalyanlar da “İspanyol hastalığı” adını vermişlerdi. Yine Ruslar onu “Polonya hastalığı”, Polanyalılar da “Türk hastalığı” diye adlandırmıştı. Ya Türkler? Onlar da herkes gibi suçu ötekinin üstüne atacak bir isim vermede geri durmamışlar ve hastalığa “frengi”, yani “Fransız hastalığı” adını vermişlerdi. Hastalık daha derindeki bir başka hastalığı da gözlerimizin önüne sermişti: Suçluyu her zaman dışarıda aramak.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.