YAZARLAR

5 Şubat 2020: ‘Eski boru’dan ‘yeni felaket’e

Deprem, çığ, uçak kazası, sınır ötesi maceralarda ‘beklenen’ krizler... Ancak dar bir çerçevede teyit edilebilen sadakati, utanç verici sonuçlar üretme pahasına sürdürülen bir itaati temel alan rejim çekirdeği; bu koşulları sağladığı için etrafında tuttuğu ‘vasat’la, karşı karşıya bulunduğu sorunların büyüklüğü arasındaki çelişkide sıkışıyor.

Meclis grubunun salı günü yapılması gereken toplantısını Ukrayna gezisi nedeniyle bir gün gecikmeli yapan Erdoğan, dün öğle saatlerinde, alışıldığı üzere şiirli-sloganlı performanslarla ortamın hararetini yükselterek ‘duygusal etki’yi artırmaya çalışan bir taraftar topluluğunun önünde partililere sesleniyor.

Uzun –ve elbette zorunlu– bir Suriye-Libya-Kudüs peşreviyle başlıyor.

Ardından eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, TBMM’de 25 Haziran 2009’da başlayıp, neredeyse 26 Haziran’ın tan vaktine kadar süren hummalı bir faaliyetle yapılan kanun değişikliklerine ilişkin sözlerine, neredeyse 1 hafta sonra, oldukça sert karşılıklar veriyor.

Ardından, mutat olduğu üzere, CHP’yi, genel başkanını falan yerden yere vuruyor; Elazığ depremine ne kadar isabetli şekilde müdahale edildiğini, hatta 1999 Marmara depreminin enkazını bile kendilerinin kaldırdığını söylüyor; sonra da ‘deprem vergileri nerede’ sorusuyla sloganlaşmış tartışmayı anımsatacak şekilde şöyle diyor: “Depremden etkilenen vatandaşlarımız için bir yardım kampanyası başlattık. AK Parti Grubu olarak en güçlü biçimde destek vereceğiz. Bu amaçla Ziraat Katılımın Kızılay Şubesi'nde bir hesap açtık. Milletvekillerimizden 1000 liradan az olmamak üzere açılan bu hesaba 21 Şubat Cuma gününe kadar katkıları yapmalarını bekliyoruz. Ayrıca Türkiye genelinde de teşkilatlarımızın bu kampanyaya katılma iradeleri, hakları mevcuttur.”

Bu sözler, deprem vergileri nerede tartışmasına, “hesap verecek vaktimiz yok” restiyle girip, sonra bu basıncın altında sürekli açıklamalar yapmak zorunda kalan bir siyasi hareketin liderinden geliyor ve aslında Elazığ depremi ölçeğindeki bir deprem için bile milletvekillerini zorunlu tuttukları bir bağış kampanyasına ihtiyaç olduğunu gösteriyor.

Bunlara döneceğiz… Ama önce, Erdoğan’ın konuşması sırasında başlayan ve bu konuşmanın yukarıda kabaca özetlenen içeriğiyle örtüşerek, Türkiye’yi yönetenlerin nasıl bir fiziki kapasite sınırıyla karşı karşıya olduğunu acı verici sonuçlarla gösteren ‘felaket’ler zincirine bakalım.

ÇIĞ… BAHÇESARAY…

Erdoğan’ın konuşması sürerken, Van Bahçesaray’da bir gün önce çığ altında kalanları kurtarma faaliyetine katılan ekiplerin üzerine de çığ düştüğü haberi duyuluyor. Sonra, aradan bir hayli zaman geçtikten sonra bile bu çığın kaç kişiyi yuttuğu konusunda net bilgi alınamazken, Bahçesaray’ın AKP’li belediye başkanı Meki Arvas NTV canlı yayınına bağlanıyor. Arvas çığ altında kaç kişi olabileceği sorusuna tatmin edici bir yanıt veremiyor, ama bir ara ağzından “50’den fazla kişi olabilir” sözleri çıkıyor. Bölgede kaç kişinin kurtarma çalışmalarına katıldığını bilmiyor. Arama kurtarma faaliyetinde yaşanan plansızlık, kaos, belediye başkanının olaylardan bihaber tereddüdünden seziliyor. Sunucu, her nasılsa “Ne tür önlemler aldınız” diye soruyor. Başkan, “Jandarma iki taraftan da giriş çıkışları kapattı” diyebiliyor sadece.

Yerel yönetimin, sadece imar rantı dağıtmak, toplu gazete vs. satın almak, vakıflara, derneklere kaynak aktarmak olmadığı, hatta esasen bunların dışında şeyler yapmak olduğunu gösteren vahim bir tablo bu. Bölgenin fiziki ve beşeri anlamda yerel kaynaklarının bilgisine ve koordinasyonuna sahip olmayan bir yerel yönetim deseni çıkıyor karşımıza. Zaten tablo şu: Bahçesaray Belediyesi 31 Mart 2019 seçiminde, Van’ın 13 ilçesinde AKP’nin kazandığı 4 ilçeden biri; kalan 9 ilçeyi ve büyükşehir belediye başkanlığını HDP’li adaylar kazanıyor. Ama HDP’nin kazandığı bu 10 belediyeden Çaldıran (yüzde 53), Edremit (yüzde 53,8) ve Tuşba (yüzde 53) belediye başkanlarına KHK’lı oldukları gerekçesiyle mazbataları bile verilmiyor, onların yerine 2. olan AKP adayları atanıyor. Van Büyükşehir (yüzde 53,8), Erciş (yüzde 49,7), Saray (yüzde 61,4), İpekyolu (yüzde 54,5), Muradiye (yüzde 42,3), Başkale (yüzde 73,3) ve Özalp (yüzde 75) belediyelerine kayyum atanıyor. Böylelikle seçimden 8 ay sonra kentte hiç HDP’li belediye kalmıyor. Parantez içindeki oranlarda görülen oranda Vanlı da sistemin dışına itilmiş oluyor. ‘Beka’ siyaseti seçilmiş başkanları temizliyor; ama kentte olanlar hakkındaki ‘malumatı’ ‘jandarma tedbirleri’nden ibaret bir ‘devlet memurluğu’ kalıyor geriye. Plansız kurtarma çalışmasına kontrolsüzce seferber edilmiş bir kalabalık yeni felaketin mağduru oluyor. Kaç kişi oldukları bile bilinemiyor. Kar altından cansız beden çıktıkça tablo anlaşılır hale geliyor. Devlet de yurttaşlarla birlikte ceset sayıyor. Ölü sayısı peyderpey artıyor. İki kişiyi ararken (en az) 33 kişinin daha can verdiği anlaşılıyor...

‘KAZA’… SABİHA GÖKÇEN…

Aynı gün akşam saatlerinde İzmir’den İstanbul’a gelen bir özel havayolu şirketi uçağı Sabiha Gökçen de piste çakılıyor. Bu uçağa yakın saatlerde aynı piste inen uçakların birkaç kez pas geçtiği, ama düşen özel şirket uçağının ilk denemesinde inmeye çalıştığı öne sürülüyor. Havacılığı ve tüm insan taşıma işlerini kapitalist bir sektöre dönüştürmüş ‘piyasa’nın, tüm çalışanları düşük maliyet konusunda baskıladığı bilinirken, bu iddia hazin bir ihtimale dönüşüyor. Ama burada da bitmiyor olay…

Uçaktaki kazazedeler, kan revan içinde, aprondan terminale yolcu taşıyan otobüslere bindiriliyorlar. İstanbul gibi bir merkezdeki uçak kazasının mağdurlarını taşıyacak ambulans mı yok, bu organizasyonu yapacak bir sistem mi… Ölü sayısı, yaralı sayısı bilinmiyor yine. Yaralı yolcular sahipsizliklerini, terk edildikleri kaosu, kendi kendilerine çektikleri ve kanlı yüzleriyle göründükleri videolarda isyan ederek anlatıyorlar…

Bununla da kalmıyor… Olay yerine ulaşmaya çalışan bir polis aracı, tamamlanmamış ve hiçbir uyarı işareti konulmamış yoldaki yarığa uçuyor, 2’si ağır 5 kişi burada yaralanıyor…

Aynı saatlerde, Pendik’ten Sabiha Gökçen Havalimanı’na yapılan metro inşaatında göçük yaşanıyor. Biri ağır 4 işçi yaralanıyor…

‘Büyük proje’ler, havaalanı, yol, köprü inşaatları ve bunlar etrafında oluşan rant ile devinen bir model, zor günde, rant ve kârdan başka hiçbir değer tanımamış olduğunu göstererek ‘sahne’ alıyor; potansiyel olarak çok daha büyükleriyle karşı karşıya kalma ihtimalimiz bulunan ‘felaket’ler karşısında dökülüyor… Sert bir lodosta uçakların çakıldığı havaalanlarını, işaret koymadan terk edilmiş yarım otoban inşaatlarını, işçilerin tepesine çöken metro kazılarını kimlerin yaptığı biliniyor…

İDLİB, ANKARA

Pazar gecesi Suriye’nin İdlib vilayetinde yaşanan ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 8 kayıp verdiğini açıkladığı olay ve esasen de bu olayın ardından yaşananlar, Türkiye’yi yöneten güçlerin dış siyaset alanında, içerideki ittifaklar ve gerilimler stratejisini de kaçınılmaz olarak etkileyecek bir yeni darboğaza girdiğini gösterdi. Öncesi bir yana, 2016 yazındaki darbe girişiminden sonra kristalleşen ve başta güvenlik bürokrasisi olmak üzere, siyaset, yargı, medya gibi alanlarda sağlanan ‘ittifak’ görünümü bir süredir zaten sarsılıyordu. Ama İdlib, bu sarsıntıyı bir kırılmaya çevirmekte gibi görünüyor.

Erdoğan’ın, “faşistin önde gideni jakoben zihniyet” gibi sert sözlerle başladığı bir tiratla, 2007-2013 arası operasyonlar sürecinin simge isimlerinden biri olan eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ’u hedef alması, tüm meclis grubunu ona karşı dava açmaya çağırması, başlı başına çok şey anlatıyor elbette. Ama buna, iktidara en sadık medya kuruluşlarında kaleme alınan ‘darbe’ esanslı restleşme yazılarını; ‘Esadçılık’ eksenine çekilmek istenen bir ‘uyuyan fay hattı’nın görünür hale gelmesini; MHP’nin ‘görülen lüzum üzerine’ ertelenen ve halen yapılamayan grup toplantılarını; yargı bürokrasisi içinde yaşandığı söylenegelen ve bir Sabah muhabirinin ‘FETÖ’ suçlamasıyla tutuklanması üzerine yeniden kızıştığı öne sürülen gerilimi ve irili ufaklı başka pek çok gelişmeyi de eklemek gerekli.

Erdoğan ve AKP, özellikle 2016 sonrasında, Türkiye üzerindeki fiziki ve siyasi etkisini, neredeyse sınırları geçersiz hale getiren ve Suriye’den Libya’ya uzanan bir hat boyunca ‘uluslararasılaştıran’ bir yöntem izlediler. Mürekkep lekesi sınır dışına kaydıkça, içerideki konsolidasyonun güçleneceği/artacağı hesabına dayanan bu metot, fiziki sınırlarına ulaşmış gibi görünüyor şimdi. Ve bu ‘duvara dayanma’ hali, iç ittifaklar düzeninde de zorunlu sarsılmalara yol açıyor. Kanlı 15 Temmuz’un ardından, devlet organları üzerinde tam bir hâkimiyet kurma mücadelesinde büyük eşik atladığını düşünen; bunun özgüveniyle bir ‘tek adam tek parti’ rejimi inşa etmeye girişen; ama müstakbel yeni rejimin kurumlarını inşa etmekten çok eski kurumlar ve teamülleri yıkmak, geçersiz hale getirmekle uğraşan bu düzenek, şimdi hayatın olağan akışı diyebileceğimiz meseleler karşısında tekliyor. Depremden çığa, uçak kazasından sınır ötesi maceralardaki ‘beklenen’ krizlere dek bir dizi alanda çıkmaza giriyor. Ancak dar bir çerçevede teyit edilebilen sadakati, utanç verici sonuçlar üretme pahasına sürdürülen bir itaati temel alan çekirdek yönetim; bu koşulları sağladığı için etrafında tuttuğu ‘vasat’ın zayıflığıyla, karşı karşıya bulunduğu sorunların büyüklüğü arasındaki çelişkide sıkışıyor.

Dün, belki de geçmiş ‘iyi’ günlerin teskin edici etkisiyle tekrarlanan “boru göstermeye benzemez” çıkışı, tam tersi yönde bir atağa karşı zaaflı görünüyor: Rejim, en basit gündelik hayat detaylarında bile ‘boruyla’ geçiştirilemeyecek bir çıkmazda görünüyor.


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.