YAZARLAR

Yoksulluk ve canavarın kalbi

Bugün bir işi, evi olduğu, çocuklarını okutabildiği, kendisi eğitim gördüğü, tatil yapabildiği için yoksulluk barajının üstünde görünenler; yarının yoksulluğuna doğru hızla ilerliyorlar aslında. Gelecekte ‘biraz daha fazla’ pay alma umudunu taşıdıkları toplumsal birikim, çoktan paylaşılıyor çünkü.

“Lütfen efendim, biraz daha istiyorum!”

Charles Dickens’ın yetim kahramanı Oliver Twist’in bu sözleri, Victoria dönemi yoksulluğunun sloganı gibiydi. 18'inci yüzyıl İngiltere’sinde küçük köylülüğün yaşamak için ekip biçtiği devlete ait toprakların, zenginlerce çitlenerek özel mülkiyete dönüştürülmesi, kentlere akan kitlesel bir yoksulluğu da beraberinde getirdi.

Devletin suçla ilişkilendirip idam cezasıyla engellemeye giriştiği, iktisatçıların doğa yasalarıyla, fazla üremeyle açıklamaya çalıştığı yoksulluk; Dickens’ın edebiyatında, birazı bile paylaşılmak istenmeyen zenginlikle beraber anılıyordu. Oliver Twist’i Yoksullar Yasası’na, Bir Noel Şarkısı’nı iktisatçı Malthus’un nüfus teorisine karşı yazmıştı.

***

“Herkes sadece bir tane alacak!”

Yüksek bir yere çıkmış görevli, elleri ona doğru uzanmış kalabalığa bağırıyor. Birbirini itenler, yere düşenler; ‘alım kontenjanını’ delmek için küçük çocuğunu kapıp gelen anne, az ileride ihtiyar bir adam, tanzim satış dalgasına kapılmış sürükleniyor. “Alan çıksın” anonsları eşliğinde yaşananlar, Bruegel’in 500 yıl önce çizdiği ‘büyük perhiz’ tablosunun küçük bir detayı sanki.

2019’un son haftasında, Antalya’nın Muratpaşa ilçesinde bir halı mağazasındaki battaniye indirimine ait görüntüler bunlar. “Lütfen efendim, biraz daha istiyorum”un çağdaş hali yani…

***

Bugün İngiltere’de hâlâ tahammülü zor yaşam koşulları için, ‘Dickensvari yoksulluk’ (Dickensian poverty) ifadesi kullanılır. Artık beden gücü dahi değersizleşmiş, merhamete terk edilmiş olanlara işaret eder, bu kavram.

İstanbul Fatih’te bir apartmanın girişinde donarak ölen İbrahim, Dickens yoksullarından biriydi işte. Konya’da tavana zincirle asılıp dövülen çocuk işçi, pazardan çürük sebze toplayanlar da öyle. Peki ya 2 bin 324 lira asgari ücrete mahkum yüzde 43 nüfus, yüzde 70’i borçlu aileler, 1.2 milyon üniversite mezunu işsiz, güvencesiz çalışan milyonlarca insan?

Yoksulluk yeni bir olgu değil kuşkusuz. Ancak burada yeni olan bir şeyler var; yoksulluğun farklı kesimlerde ortaya çıkan tezahürlerinde kendini hissettiren bir yenilik…

Yoksulluk belli bir zamanda, belli bir coğrafyada olmuş bitmiş sürecin sonucu olarak ölçülür. İster ücret düzeyine dayalı gelir dağılımı, isterse servet birikimi temel alınsın, herkesin payına düşene bakılıp, kimin yoksul olduğuna karar verilir.

İstatistiğin yaklaşımının toplumsal algıda da bir karşılığı olduğu muhakkak. İşsiz, evsiz veya temel gıdaya ulaşamayanlar yoksulluk evreninin parçasıdır. Bundan dolayıdır ki, “İşsiz ama iPhone’u var” türünden düşünceler oldukça yaygındır. Zira yoksulluk barajı, eninde sonunda bir ‘mülkiyet mantığı’na dayanır. Hâlâ çalışabilen, bir evde oturan veya yılda bir hafta tatil yapabilenler barajı geçerler.

Bu yoksulluk kıstası ve algısı Victoria dönemi çitleme harekâtının ürünüdür esasında. İşgücü içinde yer alanlar, yaşamını sürdürebilenler ve sürdüremeyenler olarak tasnif edilir. Sürdürme imkanını kaybedenler için çoğu zaman çare iş olanağı yaratmakta, işgücüne eğitim yoluyla yeni yetiler kazandırmakta aranır. Nihayetinde geleceğe dair bir umudun diri tutulması önemlidir: Çalıştıkça kazanmak, eğitildikçe kazancı artırmak…

Oysa sermayenin yeni çitleme harekâtı, bu anlayışı darmadağın ediyor şimdi. Nasıl ki eskiden tarım arazileri çevrilip özel mülkiyete geçirilmişse, bugün de dev projelerle coğrafya yeniden çitleniyor. Ancak arada önemli bir fark bulunuyor. İmar projeleri ve bunların finanse edildiği devlet bütçesi, sadece birikmiş olanı değil; borçlanma mekanizması sayesinde gelecek onyılların birikimini de bugünden bir azınlığa teslim ediyor. Çitlemenin karakteri değiştikçe, yoksullaşma süreci de, o sürecin kapsama alanı da değişiyor. Finansal genişlemeyle ayakta tutulmaya çalışılan ‘yaşam koşulları’, yoksullaşmayı gelecekle ilişkilendiriyor; yoksulluk ‘geleceksizlik’ adını alıyor ve kuşaklar arası mirasa dönüşüyor.

Bugün bir işi, evi olduğu, çocuklarını okutabildiği, kendisi eğitim gördüğü, tatil yapabildiği için barajın üstünde görünenler; yarının yoksulluğuna doğru hızla ilerliyorlar aslında. Gelecekte ‘biraz daha fazla’ pay alma umudunu taşıdıkları toplumsal birikim, çoktan paylaşılıyor çünkü. İlk çitleme harekatıyla topraktan kopanlara bir imkan olarak sunulan kent, yeni çitleme harekatıyla bir imkansızlıklar mekanına dönüşüyor. Dolayısıyla yoksulluk sadece Dickensvari bir tezahürde karşımıza çıkmıyor artık. Henüz okurken iş bulamama kaygısının, çalışırken atılma korkusunun, kredi taksitlerini ödeyememe paniğinin içinde de büyüyor.

Tüm bu süreci şekillendiren dinamik ise zaten değersizleşmiş beden gücünün yanında, o beden gücüne eklenmiş yetilerin de hızla değersizleşmesidir. Bazılarını yarışta daha ‘şanslı’ kılan mesleki formasyon, eğitim düzeyi, uzmanlık vb. aparatlar, sermaye birikim rejiminin şu anki hâkim karakterinde anlam ifade etmiyor. Piyasanın ihtiyaç duyduğu şey, ücretli herkesin geleceğin potansiyel yoksulları olmalarıdır.

Kuşkusuz Dickens yoksulları için sosyal yardımlar, dayanışma, dün olduğu gibi bugün de hayati konulardır. Yaşama tutunacakları en ufak olanak önemlidir. Ama esas mesele, tüm bir işgücünün yoksulluk çıtasına doğru itilmesidir. Asgari ücretin “çarklar dönsün” diye gerekçelendirilmesi, toplu sözleşme hakkının ilgası, sendikasızlaştırma, esnek çalışma bu yüzdendir. İşte orası muktedirlerin kutsal topraklarıdır ve merhametten de, siyasetten de azade olsun isterler. Geleceği yutan canavarın kalbi tam burada atar…