YAZARLAR

Burası Türkiye!

Bu türden sözlerle küçülterek katlanılır kılmaya çalıştığımız gerçek öylesine yakıcı ki üstünü örtmek için ne yaparsak yapalım, her yeni güne uyandığımızda farklı bir biçimde, farklı bir kılıkta kendini bize hatırlatıyor. Bizi köşeye kıstırıyor. Ama biz o gerçekle yüzleşmek yerine o gerçeği dışsallaştırıp dalgamızı geçerek sıradanlaştırıyoruz. Bize ait olmayan, dışımızda bir şeymiş gibi davranıyoruz.

“Burası Türkiye!” Çocukluğumdan beri sayısız kez duyduğum, ama her tekrarlandığında fena halde rahatsız edici bulduğum bir ifade. Akla hayale sığmaz her olayı, bu topraklara, burada yaşayanların -kanıksamışlık, riyakarlık, suskunluk, kurnazlık artık her ne ise o anda akıldaki, o bağlamın hatırlattığı- belli bir haline atfederek sıradanlaştıran, şaşıranı susturmanın kestirmeden ifadesi. Oysa buralardan her şeyi bekler hale gelmenin anlamını bir durup düşünsek, buranın Türkiye olduğunu büyük bir iştihayla söylerken yüzümüzde beliren o alaycı gülümsemeden utanırdık belki de. Bir de son zamanlarda sıkça “İçinde yaşamasak, valla çok eğlenceli bir ülke Türkiye” demeye başladık. Öyle mi? Bu sözlerin vahametinin gerçekten ne kadar farkındayız sarf ederken?

Bu türden sözlerle küçülterek katlanılır kılmaya çalıştığımız gerçek öylesine yakıcı ki üstünü örtmek için ne yaparsak yapalım, her yeni güne uyandığımızda farklı bir biçimde, farklı bir kılıkta kendini bize hatırlatıyor. Bizi köşeye kıstırıyor. Ama biz o gerçekle yüzleşmek yerine o gerçeği dışsallaştırıp dalgamızı geçerek sıradanlaştırıyoruz. Bize ait olmayan, dışımızda bir şeymiş gibi davranıyoruz. Her şeyin beklenebileceği bir yerde yaşadığımızı hem itiraf edip hem de onun parçası olmayı reddediyoruz. Bir kabul etsek sorumluluk da üstlenmemiz gerekecek oysa. Ama sorumsuzluk rahat bir konum. Orada ne kadar uzun kalabilirsek, gerçek bizi ıslatamayan bir yağmur gibi üzerimizden öylece akıp gidiyor sanki. Hep bir başkası bizden daha sorumlu, bizse müzmin seyirciliğimizden hoşnut, elimizde çıt çıt çekirdek, dudaklarımızda aynı “Burası Türkiye” sırıtışı olaylar akarken bakıp duruyoruz…

Halimizi özetleyeyim: Ağır bir ekonomik bunalım altında emeklisinden emekçisine giderek yoksullaşan bir halk, açlık sınırında yaşayan milyonlarca insan, milyonlarca genç işsiz; bu yoksullukla dalga geçer gibi zenginleştirilen, zenginliklerini sergilemekten duydukları hazdan asla arlanmayan, batsalar bile kamu kaynaklarıyla kurtarılacaklarından emin, faydası kuşkulu berbat bir güruh; her gün politika yapıyormuş gibi yapmaktan erinmeyen, kukla tiyatrosundan hallice bir meclis; büyüklenmekten içine çekildiği bataklığı fark bile etmeyen bir tek adamla hık deyicileri; Kanal İstanbul projesiyle ağızları sulanan, kısa dönem kârları için bu projenin yaratacağı politik kaosa, çevre felaketine asla aldırmayan, çoktan kanal bölgesinden arsa kapatmış rantiyeler; Kanal İstanbul felaketine hızla koşulurken gıkı bile çıkmayan kent sakinleri; Suriye yetmiyormuş gibi Libya’daki iç savaşın tarafı olmayı beka meselesi diye yutturabileceğinden emin politikacılar; kadın cinayetleri; kadın katillerine, tecavüzcülere iyi hal indirimi uygulayarak erkekleri aklayan bir yargı düzeni; kadınların giderek daha fazla kamusal alandan çekilmelerine neden olan politikalar; kadınları koruyan uluslararası sözleşmelere, yasal düzenlemelere karşı çıkan dinbaz kadınlar ve erkekler; çocuk gelinler; istismarcısıyla evlendirilmeye çalışılan çocuklar; yolsuzluklar, yolsuzluklar… Önce kadınlar, sonra çocukları hedef alan düzenlemelerle toplumsal ilişkilerin dinselleşmesi... Eğitimin kalitesizliği, yetersizliği… Üniversitelerin yok edilişi… Hayatlarımızın dini ilkelere uydurulması gereğinin en tepeden ilan edilebilmesi… Hapishanelerde rehin tutulan muhalifler, politikacılar, gazeteciler… Tablo vahim öyle değil mi?

Peki biz ne yapıyoruz bunlara karşı? HİÇBİR ŞEY! Konuşan konuşuyor, belki birkaç yerde protesto girişimleri görüyoruz. O kadar… Oysa yurttaş sorumluluğu, bütün bunlar olurken susmamakla ilgili değil midir? Ama elbette yurttaşlık bilgisi derslerini ordu mensuplarına verdiren bir sistemde, emir-komuta zincirinin dışına çıkıp da kendiliğinden itiraz edebilen, kendi sorumluluklarını bilen, demokratik haklarının bilincinde bir yurttaş aramak da hayal olmalı. Hatırlıyorum, o derslerde ayakta asker selamıyla karşılardık asker/öğretmenimizi. Konuşmak, soru sormak neredeyse imkansızdı. Susup dinlerdik. Ordudaki rütbeleri öğrendik, demokratik bir politik kültürün ilkeleri yerine. Asker bir milletin evlatları olduğumuz öğretildi, haklarımız yerine. Sadece ödevlerimiz vardı. Makbul vatandaş, hep susmayı bilendi. Devlete sadakat temel bir erdem olarak belletilince susmak da kolaydı. Bugün de öyle. En fazla “Burası Türkiye kardeşim! Olur böyle şeyler” diyebiliyoruz işte. Dünyayı altımızdan alsalar öylece bakacağız bu gidişle…


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.