YAZARLAR

Türkiye’de kamusuzlaşma ve yurtsuzlaşma

Ağır insan hakları ihlalleri hiçbir zaman eksik olmadı bu ülkede ama eskiden “bir şey”di. 12 Eylül’ün ardından Kenan Evren’i Türkiye’de cezaevlerinde işkence yoktur yalanını söylemeye iten, Emin Çölaşan’ı Mamak Cezaevi’nin erdemlerini anlatmak zorunda hissettiren 'bir şey' vardı örneğin. Açlık grevleri gibi konularda hep devrede olan entelektüeller, sanatçılar, kamusal figürler vardı örneğin, Yaşar Kemal’i nasıl unutabiliriz ki.

Türkiye’de demokratik bir kamunun çok uzun zamandır ortadan kaldırıldığını biliyoruz. Elbette basının, bilgiye ulaşmak ve onu doğru biçimde aktarmak için anayasal düzen içinde güvence sağlanmış gazetecilik mesleğinin kurumsal olarak ortadan kaldırılmasının bir etkisi var. Kurumsal olarak ortadan kaldırılmış olmak gazetecilik yapan, bunu en iyi biçimde yapan insanlar olmadığı anlamına gelmiyor. Aksine gazeteci, okur, mecra ve iktidar arasındaki konumunda yalnız bırakılıyor ve ya kahramanlaşıyor ya da kriminalize ediliyor ki çoğu zaman ikisi bir arada gerçekleşiyor. Benzer bir durum gazetecilerden farklı yöntemlerle gerçekliği araştırmakla yükümlü kılınmış ve buna göre kurumlaşmış akademik meslek ile ilgili de işliyor. Akademisyen anayasal güvence altına alınmış akademik mecranın güvencelerinden koparılarak yalnız bırakılıyor, akademik topluluk, üniversite kurumu ve iktidar arasındaki kurumlaşmış ilişkilerin dışında kahraman ya da suçlu ya da her ikisi birden olarak yalnız kalıyor. Bu örnekleri benzer meslekler için artırmak mümkün. Örneğin ÇED raporunun usulsüz olduğunu kanıtlayan bir mühendis, işkence izlerini örtmeyen bir adli tabip, peşinin bırakılması istenen bir davanın peşini bırakmayan bir avukat, usulsüz kamu ihalesine onay vermeyen bir bürokrat için de söylenebilir bu. Mesleğini eski kurumsallaşmış, evrenselleşmiş ilkelere uygun olarak icra etmeye çalışan herkesin karşısına çıkan bu durum Türkiye’de artık normalleşmiş durumda.

YENİ NORMALİMİZ

Bu normalleşme ya da kurumsuzlaşma bir tarafta kahraman ve suçlu figürlerini karşımıza çıkarırken bir yanda da pespayeleşmiş mecraları yaratıyor. Büyük havuz paralarıyla şişen iktidar medyası hâlâ anaakım mecralar yaratamadı örneğin. Üniversite kurumu bütün prestijini yitirdi. Doktora tez yazım borsalarından para kazanmak için “bütün kurallara” uygun puan kongrelerine kadar yayılan bir genişlikte evrensel ilkelerin tartışma konusu bile yapılmadığı bir alandan bahsediyoruz. Bürokraside geçen hafta Konya Valisi’nin bir örneğini verdiği kibir her kademede yerleşmiş durumda; elbette Bourdieu’nun devletin sol eli dediği kesimin Türkiye’de çok uzun zamandır ortadan kalkması kadar kurumsuzlaşmasının da etkisi büyük. Kurumsuzlaşmanın ilk görünen sonucu bu kurumların artık güvenilmez olduğudur ve fakat bundan çok daha önemli bir sonucu daha var. En başta söylediğime döneceğim; kurumsuzlaşma Türkiye’de kamunun ortadan kaldırılmasının, bunun örgütlenmesinin de aracıdır.

ESKİDEN 'BİR ŞEY' OLURDU

Şöyle bir şeyden bahsediyorum: Bu ülkede eskiden “bir şey” olduğunda bu kamusal olarak, taraflarınca tartışılırdı. Bu tartışmaların bir etkisi olurdu. Elbette manipülasyonun olmadığı bir müzakere ortamından bahsetmiyorum. Hürriyet öncülüğünde yapılırdı örneğin manipülasyon, manşetin hazırlanmasından ilk sayfa fotoğraflarının nasıl yerleştirildiğine kadar bunun analizi çok basitçe yapılabilir. Ya da eskiden akademide her konu özgürce tartışılabilirdi demiyorum, İsmail Beşikci örneği, Fikret Başkaya örneği gözümüzün önündeyken bunu söylemenin abes olacağının farkındayım. Fakat şöyle bir fark var: Bu olanlar “bir şey”di. Örneğin bir yolsuzluk ortaya çıktığında bir etkisi olurdu, tartışılırdı. Hükümet devirebilirdi, belediye başkanına seçim kaybettirirdi. Sadece yurttaş olarak da tartışmaya katılırdı insanlar, siyasetçi olarak da gazeteci olarak da bilim insanı olarak da. Örneğin ağır insan hakları ihlalleri hiçbir zaman eksik olmadı bu ülkede ama eskiden “bir şey”di. 12 Eylül’ün ardından Kenan Evren’i Türkiye’de cezaevlerinde işkence yoktur yalanını söylemeye iten, Emin Çölaşan’ı Mamak Cezaevi’nin erdemlerini anlatmaya götürmek zorunda hissettiren 'bir şey' vardı örneğin. Açlık grevleri gibi konularda hep devrede olan entelektüeller, sanatçılar, kamusal figürler vardı örneğin, Yaşar Kemal’i nasıl unutabiliriz ki. İnsan insana sahip çıkardı, bu sahip çıkmanın kurumsal biçimleri vardı, bu biçimler her türlü saldırının altında olsa da kurumsaldı, kurumsal olarak korunurdu. Çünkü bir yurt, ortak bir yurt bu ortak yurtta yaşamaya her şeye rağmen irade gösteren yurttaşlar ve bu yurttaşların oluşturduğu bir kamu vardı. Bu kamunun var olabilmesinin tek koşulu olan kurumların ortadan kaldırılmasıdır, Türkiye insanlarını yurtsuzlaştıran. Kurumsuzlaştırma, yurtsuzlaştırmıştır da. Belki de AKP’nin 17 yılda kendi adına en büyük başarısıdır bu kurumsuzlaştırma. Bizzat kendi partisi dahil, her kurum ortadan kaldırılmış, kişiselleşmiş ve kurumsal şahsiyetler, kurumsal itibar, kamusallık ortadan kaldırılmıştır. Artık kişiler vardır, iktidardakiler, iktidarın gadrine uğrayan kahramanlar, teröristler, suçlular. Böylece geçim sorunu, hak sorunu, hukuk sorunu, adalet sorunu, yolsuzluk sorunu tartışılmaz kılınır. Saray’a giden CHP’li komplosunu kuracak gücü bile kalmamıştır, bu manipülasyonu bile tartıştıramamıştır iktidar, kamuyu yok etme başarısının bir sonucudur bu da.

Spinoza Politik İnceleme adlı eserinde politik birlik ile bu birliğe bağlı insan arasındaki bağa şöyle işaret ediyor: “Bu masaya istediğimi yapmaya hakkım var dersem bununla kuşkusuz istesem bu masanın ot yiyeceğini kastetmem. Aynı şekilde insanların kendilerine değil kente bağlı olduklarını söylemiş olsam da bununla insanların kendi doğalarını kaybedip bir başka doğaya bürüneceklerini kastetmiyoruz. Dolayısıyla, kentin, insanları uçurmak için kanatlara sahip kılmaya ya da onları iğrenilecek bir şeye saygı duymaya zorlaması kenti ortadan kaldırır.” Evet birilerine uçurmayı vaat eden, birilerini aşağılık şeylere saygı duymayı zorlayan iktidar Türkiye’de politik birliği ortadan kaldırmıştır, kurumsuzlaştırmış, kamusuzlaştırmış, yurtsuzlaştırmıştır.

Evet, çok uzatmadan söyleyeyim. Tükenmiş bir iktidarın alternatifi de burada; kurmak gerekir, kurucu bir güçle donanacak bir siyasal topluluğu tahayyül edecek bir güçle, hareket ve programla. Elbette örgütle.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.