YAZARLAR

Yıkımın mimarı

Ona iyi diyor, buna mükemmel diyor, şuna âlâ diyor, ona yahşi diyor, dünyayı magnetosfere kadar iyimserlikle dolduruyor.

“Kendinde ironi” diye bir şey var hayatta. Sürekli yaşadığım bir şey. Anlatsam fotoroman olur, o derece. Eh artık yaş kemale erdi, bıktım çerçeveli yazılardan. Yeni bir tür olarak anı-deneme-inceleme-analiz tarzı yazayım şu gün. Şimdilerde dünya siyasetinin ufkunda parlayan Ahmet Davutoğlu’yla bir anım var, anlatayım pazar pazar.

İlim irfan yuvası Mardin Artuklu Üniversitesi, 2009’da bir Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü kurma noktasına gelince ya da getirilince, bu alanda kim var kim yok diye Google’a bakan idare, bana değil ama Bilkent Üniversitesi’nde ders aldığım bir hocama ulaşmış. İçgüveysi babası Kürt olan hocam, anne tarafının Araplık kontenjanıyla efendilerine dâhil olmuş, “bölge”ye geldiğinde ise “ben Urfa’nın, Mardin’in, Siirt’in çocuğuyum” diyerek devletimizin 1930’larda kurup bugün kolladığı “etnik tampon”un bir parçası olduğunu imâ eden biridir. Beni sormuşlar, “bende telefonu yok” demiş!

Bilkent’teki doktora bitmek üzere. Erbil’deki Selahaddin Üniversitesi’nden İstanbul’un Kuzey Avrupa’sındaki Arel Üniversitesi’ne kadar 11 yere başvurmuşum; okutman olarak da iş veren yok. Bir türlü kurulamamakla birlikte dünyanın en iyi kadrosunu istihdam eden ve şimdilerde bizi jurnalleyip ihraç ettiren şahısların kitaplarını basan Mezopotamya Üniversitesi yok tabii o zamanlar; gerçi olsa da o seçkin kadroya giremeyiz.

Deli gibi iş arıyorum, canım hocam bilmez mi? Bilir tabii. Ama hocam sert kumaştan etekler giyen fena halde sağcı bir doçente göre “şiir kokan ceketini” sırtına atıp Mardin’e varacak ve ona hayran rektöre beni almaması için ihbar edecekti! Neyse ki Artuklu, beni, bir yıl sonra kandırıkçı durumu görüp istifa ettiğim bölüm kurma zümresine aldı. Sonra 100’e yakın akademisyeni ihraç, mobbing, sözleşme uzatmama gibi uygulamalarla atan Artuklu işte. Sami Tan ve Zana Farqînî’nin biz atıldıktan sonra gidip yüksek lisans derecelerini aldıkları üniversite yaw!

Sonunda bir e-mail geldi ve Mardin yoluna koyuldum. Yolda kareli ve açık mavi kapaklı yeni defterime bir ad verdim: “Rojnivîska Mêrdînê” (Mardin Günlüğü). Bu günlük, saçları hafif seyrek hocamın rektöre hakkımda söylediği cümleyi duyunca, insanın yavşan otu kıvamına gelebileceğini görmenin hayal kırıklığıyla bitti. Bilkent’ten Artuklu’ya birkaç arkadaşım daha başvurunca, kendinden başka kimseyi sevmemiş hocam bu kez bütün öğrencileri için şöyle diyecekti: “Serdar (rektör) bütün pislikleri Artuklu’ya topluyor!”

Benim doktora tezim “Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959.” Bir çerçeve oluşturmak için Ahmedî’nin 1404’te yazdığı bir şiiriyle başlamış ve 555 yıllık (“555 K” gibi oldu!) bir süreci ele almıştım. Batman’ın Mêrîna köyünde büyümüş biri olarak kabuğunu beğenmemek gibi anlaşılmasın ama anam bu nasıl taşra böyle? Sen temsilden çıkıp imajlara var ve merkezin taşrayı nasıl gördüğünü yaz, ama taşralıların “xal û xwarzê” (sen-ben-bizim oğlan) ilişkilerinin içine gir. İçinden alayımız akademisyeniz, bizden iyisi yok derken nargilekafeist erkek kültürünün içine düş –sağcı kadın akademisyenleri de “erkek” olarak kabul ediyorum!

Okuldaki bütün dinci-dinbaz takımı paso Davutoğlu okuyor. Yeni kurulan bir üniversiteyiz amcası, herkes birbirini tanıyor. Hangi odaya gitsen sana “Stratejik Derinlik” adlı bedava eseri uzatıyorlar. Parasını kim veriyor bilmiyorum, ama kitap, o sırada “hocaefendi hazretleri” olan Fethullah Gülen’in “Kırık Testi”sinden daha çok dağıtılıyor. Hadi birini çaydanlık altına koyarım diye aldın, öbürünü balkondaki masanın kısa ayağına kullandın, diğeri semaver yakmak için ideal de bedava hediyede sınır yok ki. Çoğunun herhangi bir toplumsal, dinî, ahlâkî değere sahip olmadığını öğrenmek o kadar da uzun sürmedi, ama The Cemaati olsun, Milli Görüşü olsun, Süleymancısı, Çarşambacısı, Yazıcısı, Tebliğcisi, Menzilcisi, Kırkıncısı, Mealcisi, İhvancısı, Bençorbamabakarımcısı ile Türkiye solundan daha fazla fraksiyonu olan dincilerin megalo ideası hocaymış meğer!

Sağcı akademisyenlerin dünyası kompleks üzerine kuruludur. İçlerinden biri bir dirhem farklılaşmasın, son derece descriptive ve bir o kadar da ruhanî yazıları hemen bir hayran kitlesi yaratır. Zaten bu kitlenin en belirgin özelliği sürekli birilerinin peşine takılmak, dergâhında diz çökmek, huzurundan kıçın kıçın ricat etmektir. İşte Malayca bile bilen hoca, onlarca yazı ve kitabı ile bu komplekse derman kabilindendi.

Deli gibi okuyorlar okulda. Dolmuş tutup kamplara giderek hatmediyorlar. Sonunda, makalelerden birini okuyayım dedim. Biri ünlem dört sözcük: “Ooo, hacı abêm uçmuş!” Aquinolu Thomas’tan girip Derrida’dan çıkan Eco mübarek. Yalnız işte bildiğin solipsist; girdiği yer ile çıktığı yer arasında bir geçit yok. Dünyayı ve hakikati saksısına göre değiştirmiş. Sonra bunu fiiliyata da geçirecek. Ama önce yüz yüze tanışmamızı anlatayım.

Üniversitelerde bakanlar gelip “burada olduğum için mesut ve bahtiyarım” ile başlayıp saatler sonra “daha fazla uzatmadan söylemeliyim ki” diyerek bitirdikleri bağlamsız nutuklar atsınlar diye sempozyumlar düzenlenir. Az çorba, porsiyonu sekiz kiloyu bulan karışık ızgara ve çift künefe yiyerek tamamlanan bu sempozyumlardan birinde Davutoğlu sahneye çıktı. Yıl 2010. Ocak ayının başı olmalı. O sıralarda Dışişleri Bakanı. Ben de YÖK karşıtı eylemden taze gelmiş gibi arka sıralarda oturuyorum. Başladı bu Kafkaslar ve Balkanlardan Ürdün’e, Mısır’a doğru inmeye. Badelenmiş cemaate fazla diksiyon çalışmış bir mürşit gibi anlatıyor. Deli saçması tabii. Ama sofî Muhsin Kızılkaya’nın bile cümle içinde kullandığı “irfan geleneği”ne meyyal salon mest ü sermest.

Düdük gibi dimdik duruyor bu sahnede. Her şeyi yalamış yutmuş: “Bu zaten böyle, şu zaten şöyle…” Tarihin sonu adam. Sonunda seramik bir vazo kırmış gibi çıkıyor salondan. Sahneye Şam Büyükelçisi Ömer Önhon, sonradan YÖK başkanı olacak Gökhan Çetinsaya ve bir moderatör çıkıyor. Dicle Üniversitesi’nden gelen bir doçent, Şam Büyükelçisi'ne “eliniz değmişken Suriyeli Kürtlerin sorununu da çözseniz” diyor. Bu ileri görüşlü arkadaş sonra YÖK’te bir yere yerleşti. Çetinsaya’nın o gün kullandığı bir cümle ise, günümüzün İsmail Saymaz’ını müjdelemişti: “Kürtlerin yaşadığı dört devlet de kendi Kürt’ünü dövüyor!”

Söz isteyip “neo-Osmanlı” ifadesini de kullanarak (yalnız bu ifadeyi kullanan ilk kişiysem fikir âlemi kala kala bana kalmış der acı acı gülerim) o sıralarda kamuoyunun ilgisini okula yöneltmiş gözde olarak girgin sözcüklerime karşın hoşgörüyle karşılanan bir karşı-korsan tebliğ sundum. Sahne ve salondakiler tebessüm ettiler. Açılım var sonuçta, Kürt dilediği kadar saçmalayabilir!

Salondakiler geniş teraslı bir restorana koştururken genç akademisyenler olarak hadi Deyrülzahferan Manastırı’na gidelim diyoruz. Bir anda kendimi büyük Kürt mütefekkiri İbrahim Kalın beyefendi ile aynı arabada buluyorum. Sonradan bizi KHK ile attıran, ama o sırada “eş-mağdur” diye gördüğüm hocaların arkadaşıymış. O zaman adı sanı yok tabii. O da mı Malayca biliyordu, öyle bir söz dolaştı. Bütün bu takımın ana, pardon “ana” yanlış tabii, o zaman “esas”, evet esas şeyhi Endonezya’da mı imiş, ondan el mi almış ne? Bütün insanlık tarihini şahsı üzerinden okuyan şair’ü-l-a’zam Yılmaz Erdoğan’ın “çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm sadece” dizesi o anki beni anlatır. Gerçi çocukken Yılo gibi sevimli değildim. Herkes kafamın bir çeyiz sandığı kadar büyük ve yassı olmasıyla alay ederdi. Bak hırs yapıp taaa nerelere gelmişim; İbrahim Kalın ile aynı arabadayım. Ne şeref ne şeref!

Kalın, herhalde asıl şeyhe dokunduğu için kutsal sayılıyor. Kendisine ait olmayan bir saygınlığın kibrini taşıyor. Yolda fotoğraf da çekiliyoruz. Şimdi Trump’ın karşısında kız istemeye gitmiş gibi terbiyeli uslu oturan İbrahim Kalın’la fotoğraflarım var yaw. Hayatım cidden Kafkaesk.

Deyrülzahferan’a varınca sayın bakanın sürekli oraya buraya koşturduğunu görüyorum. Ona iyi diyor, buna mükemmel diyor, şuna âlâ diyor, ona yahşi diyor, dünyayı magnetosfere kadar iyimserlikle dolduruyor. Sonunda Artuklu’daki kadrodan insan kalmayı başarmış nadir hoca arkadaşlardan biri, kankası bakanı yakalayıp benimle tanıştırıyor. Tabii ben eziyorum elemanı. 80 sonrasını görmüş her Kürt gibi çok az veri ile çok geniş ve çok kesin çıkarımlara varıyorum. Okuduğum tek makale üzerinden, “senin bütün makalelerin metodolojik olarak kusurlu, argümanların zayıf, öğrencim olsan basardım zayıfı” filan diyorum.

Aynı olay bizim evrende ise şöyle oldu: Sözünü ettiğim arkadaş “Kürt Şiiri Antolojisi kitabını yazan hoca arkadaşımız” dedi. Şam’a 52 defa gitmiş olan Davutoğlu, “Kürt Şiiri Antolojisi her yerde olmalıdır” kısmını anladığım bir cümle kurup arkasında bir ışık yolu bırakarak başka bir boyuta geçti.

Aradan bir yıl geçti. Yeni bir barbarlık çağı bu zât ile başladı. Ürdün sınırından Varto’ya yakılıp yıkılmasına vesile olmadığı yer kalmadı. Yıkımın mimarı oldu. Mezarlıklar bombalandı, çoktan ölmüş olanlar mezarlarından çıkarıldı. Yeni ölülerin gömülmesine izin verilmedi. Medeniyet lafını ağzından düşürmeyen bu son başbakandan önceki başbakanın döneminde barbarların bile uyduğu bir evrensel-insanî yasaya rağmen kalanların ölenlerle vedalaşmasına izin verilmedi. Sağcı bir eblehlikle kurguladığı Osmanlı mirası mefkuresi kan, ceset ve inleyiş dolu bir boşlukta yankılandı. Artuklu’da duyduğu bir sözü, bir cuma günü Sur’da, üstü açık bir “salon”da düzenlediği fetih hutbesinde tekrar edecekti: “Sur’u Toledo yapacağız!” Bu süreçte Toros arabaların ucunu gösteren hoca, kenara atılmış boş bir teneke içinde kendi homurtusunu duymaktan sıkılınca Kürtlere “satır”ı hatırlatan danışmanıyla birlikte yıllar sonra Sur’un olduğu şehre gelecek ve aynı habis zihnin içinden konuşacaktı.

Bir tarihe ait değil o. Taşradan türeyip yüksek makamlara gelen ama zihinsel ve kültürel bagajı oraya hiç hazır olmayan gruptan. Zalim olunca da süren bir mağduriyet söylemiyle dünyanın tepesine çıktıklarında bile eğreti duran kitlenin üyesi. Rasyonalize ettikleri bilimsel-entelektüel çerçevenin gerçeklikle uzlaşmadığını akıl edemeyecek bir idraksizlik içinde yaşarken onlara gerçeği hatırlatan her canlılık belirtisini, benzerlerinin kalabalık olmasından aldıkları güçle yok eden bir barbarlığın ürünü. En kısa zamanda arkasından böyle teneke çalmayı umduğumuz bir boy büyüğü bile onu üfleyip öttürmüyor artık!


Selim Temo Kimdir?

27 Nisan 1972’de Batman’ın Mêrîna köyünde doğdu.2000 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Etnoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1997’de Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü, 1998’de Halkevleri Roman Ödülü’ne değer görüldü. Yüksek lisansını (“Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması”) ve doktorasını (“Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959”) Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. 2009’da Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı. 2011’de, Exeter Üniversitesi’ndeki (İngiltere) Centre for Kurdish Studies’de konuk hocalık yaptı. Hrant Dink Vakfı tarafından “dünyada, geleceğe dair umudu çoğaltan kişiler”den biri sayılarak “2011’in Işıkları” arasında gösterildi. Radikal gazetesinde başladığı köşe yazarlığına (Kasım 2013-Kasım 2014), Ocak 2017’den beridir Gazete Duvar’da devam ediyor. Dört Türkçe iki Kürtçe şiir kitabı, bir romanı, iki antolojisi, 12 çocuk kitabı, yedi roman-öykü çevirisi, iki şiir kitabı çevirisi, bir çevrimyazısı, bir gazete yazıları ve iki edebiyat kuramı kitabı yayımlandı. 6 Ocak 2017’deki 679 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edildi. Amed’de yaşıyor.