YAZARLAR

‘Sanatçı’yı sanatla anlatamamak…

Fiennes’in film boyunca hissettirip bir türlü bütünlüklü olarak anlatamadığı şey; Nureyev’in özel, hiçbir kurala, kalıba sığmayan, üstün bir yetenek, yaratıcı bir balet ve derinlikli bir sanatçı olduğu tezi. Kuşkusuz ki özel bir isimdi. Ancak filmin yaratıcılarının bilip, hissedip seyirciye hissettiremedikleri şey bu ‘özel’ olma duygusu.

"İngiliz Hasta", "Schindler'in Listesi", "Büyük Budapeşte Oteli"; "Okuyucu", "Arka Bahçe" gibi önemli filmlerde gördüğümüz Ralph Fiennes de 2011 yılında kendisini yönetmen koltuğuna atan oyuncular kervanına katılmıştı. “Coriolanus”, bir Roma efsanesinden yola çıkarak William Shakespeare tarafından kaleme alınan eserin modern bir uyarlamasıydı. Çok büyük beğeniler kazanmasa da Fiennes’in çabası takdir edilmişti. İki yıl sonra bu kez, ünlü yazar Charles Dickens ile genç bir kadının aşkını anlatan “Görünmeyen Kadın”la yeniden yönetmen koltuğuna oturdu. Claire Tomalin’un kitabından uyarlanan film vasatın üstü bulunsa da övgüleri Fiennes’in yönetmenliğinden çok baş kadın oyuncu Felicity Jones topladı.

Geçen yıl Tokyo Film Festivali’nde de gösterilen ve beklenen gürültüyü koparamayan yeni filmi “Beyaz Karga” biraz gecikmeli de olsa bugün itibarıyla sinemalarımıza konuk oluyor. Fiennes bir kez daha kitap uyarlamasıyla seyircinin karşısında. Julie Kavanagh’ın "Rudolf Nureyev: The Life" isimli kitabından “Ölesiye”, "Saatler" ve "Okuyucu" gibi önemli filmlere imza atmış David Hare tarafından senaryolaştırılan yapım, bale sanatında erkek temsilini kökünden değiştiren Rudolf Nureyev’in 1961 yılında Sovyetler Birliği’nden Fransa’ya iltica etme sürecini anlatıyor.

Film, Nureyev’in hayatının dönüm noktalarını üç zaman aralığında ele alıyor. İkinci Dünya Savaşı başında bir trende dünyaya gelen Nureyev’in çocukluğu Kızıl Ordu’da görevli babasını uzun yıllar göremediği ve savaş nedeniyle büyük yoksulluk çektikleri bir dönem. Filmin ikinci tarihsel durağını Nureyev’in Leningrad’daki bale okulunda hırslı ama yoksul bir taşralı olarak rüştünü ispatlamaya çalışması oluşturuyor. Üçüncü dönem ise 1961 yılında Paris’e gerçekleştirilen turne sırasında yaşananlar ve finalde iltica edişini kapsıyor.

Öncelikle bu üçlü anlatı dilinin estetik açıdan farklı tonlarda ele alındığını belirterek başlayalım. Gri tonların ağırlıkta olduğu çocukluk (belki savaş yıllarında yaşanan yoksunluğa vurgu amaçlı!), Leningrad dönemindeki sarı ton (belki geçmiş vurgusu için!) son olarak da Paris zamanlarındaki renkli tonlar (ama Paris bu tabii ki renkli olacak!). Ralph Fiennes daha en baştan Batı merkezli Sovyet anlatısının estetik formülüne sıkı sıkıya sarılarak çıkıyor yola. Renk tonlarının ihtiyaç olmayan anlarda bile mümkün olduğu kadar karanlık hatta distopik paletlerden seçilmesi Batı merkezli sinema bakışının en klişe örneklerinden birisidir çünkü.

Ama filmin sorunu tek başına bu olsa “başka ne yapacaktı ki” deyip geçebilirdik. Filmin birbirinin içine geçmiş zaman kurgusu hem estetik hem de hikaye açısından ciddi kafa karışıklıklarına neden oluyor. Hatta kimi yerlerde Paris’te mi yoksa Leningrad’da mı olduğunu karıştırabiliyor seyirci. "Öyle Bir Gündü ki", "Aşk Dersi", "Beni Asla Bırakma", ve “Büyük Budapeşte Oteli” gibi önemli yapımları kurgulayan Barney Pilling’in elindeki ham çekimleri bilmediğimiz için filmi o mu karmaşık hale getirdi yoksa ancak bu kadar mı kurtardı bilemeyeceğiz.

Ralph Fiennes, ‘yoksul bir çocuğun’ Sovyet sistemi içerisinde baş balerin olmaya doğru yolculuğunu gösterirken; Batı söylencelerine göre ‘boyun eğmeye’ programlı Sovyet sistemi yerine her zaman asi, gerektiğinde üstlerine kafa tutan ama yine de mesleğinde ilerlemesi konusunda bir engel çıkartılmayan genç bir adamı anlatırken ‘adil’ davranıyor belki.

Paris’teki kafile sorumlularının Nureyev’in Batılı meslektaşlarıyla kurduğu ilişkilerden rahatsız olup onu Londra turnesine götürmekten vazgeçmeleri, ülkeye geri gönderme çabaları, KGB’nin takipleri kısmında ‘gerçekçi’ olsa da yine acemi ve klişe bir dil tutturuyor. Fiennes’in film boyunca hissettirip bir türlü bütünlüklü olarak anlatamadığı şey; Nureyev’in özel, hiçbir kurala, kalıba sığmayan, üstün bir yetenek, yaratıcı bir balet ve derinlikli bir sanatçı olduğu tezi. Kuşkusuz ki özel bir isimdi. Ancak filmin yaratıcılarının bilip, hissedip seyirciye hissettiremedikleri şey bu ‘özel’ olma duygusu. Fiennes, Nureyev’in babasıyla ilgili sorunlarını da, Sovyet sistemiyle ilgili sıkıntılarını da, Fransa’ya iltica ederken beklentilerini de güçlü bir şekilde aktaramıyor seyirciye. Londra kafilesine dahil edilse sorunsuzca gidecek ve sonra da ülkesine dönecek olan (filmden anladığımız bu) Nureyev’in kafileden çıkarıldığını öğrendiğinde neden ani bir kararla iltica etmeye karar verdiğini (ortalıkta dolaşan birkaç KGB ajanı dışında) anlamak mümkün olmuyor açıkçası.

Bu büyük balet hakkında yazılmış onca metin ve belgeselden sonra bile bu tür eksiklikler, ele aldığı tarihi karakterin ruhuyla filmin ruhunun bir türlü örtüşememesi gibi ağır bir sonuç doğuruyor maalesef.

Nureyev’in eğitmenlerinden Pushkin’i canlandıran Ralph Fiennes, iş yönetmenliğe geldiğinde “Beyaz Karga” ile bir kez daha vasatın sınırlarında geziniyor ne yazık ki.

BEYAZ KARGA

ORİJİNAL ADI: The White Crow

YÖNETMEN: Ralph Fiennes

OYUNCULAR: Oleg Ivenko, Adèle Exarchopoulos, Raphaël Personnaz,Ralph Fiennes, Louis Hofmann, Sergei Polunin

YAPIM: 2019 İngiltere- Fransa

SÜRE: 127 dk.