YAZARLAR

23 Haziran sonrası

23 Haziran’da yenilenecek olan seçimler ne söylüyor? Yani her şey güzel olacak mı? Gezi’nin barışçıl ve demokratik taleplerinin tartışıldığı yeni bir siyasal ve kurumsal zemin yaratılabilecek mi?

Yüksek Seçim Kurulu’nun İstanbul seçimlerinin yenilenmesi hakkındaki kararı ülkede hukuk devletini savunan birçok hukukçunun açıklıkla yazdığı gibi yoklukla malul bir karar, Türkiye siyasal rejimi açısından büyük, belki de son eşikti. Bütün yetkileri toplamış ve seçimi yönetmekle görevli kurumları kendine bağlı oluşturmuşken aldığı yenilgi sonrası seçim sonucunu iptal etmek, seçimler aracılığıyla iktidarın değiştirilebilmesi, muhalefetin iktidara gelebilmesi ihtimali anlamındaki en dar anlamıyla biçimsel demokrasiyi de ortadan kaldırmak demekti. İktidar bu eşiği, daha önce atladığı birçok eşik gibi atladı. Farklı düzeylerde. Örneğin milletvekillerinin cezaevlerine gönderilmesi, belediye başkanlarının yerine kayyımlar atanması, anayasa değişikliği referandumunda iki buçuk milyon mühürsüz oyun kanuna aykırı olarak geçerli sayılması eşikleri gibi. Bunlar sadece en dar anlamında kullandığım biçimsel demokrasiye ilişkin olanlar. Bu en dar anlamdaki tanımı, biçimsel demokrasinin biraz daha geniş çeperlerine taşırsak, KHK ekli listeleriyle medeni ölüme mahkum edilen on binlerce kamu görevlisini, kapatılan yayın organlarını, işkence vakalarını, kayıpları, ölümleri, saymakla bitmez ihlali görürüz. Son eşiğin seçimlere dayanması bunlardan daha ciddi olduğu için değil.

MİLLETLE ÖZDEŞLİK KURGUSU YIKILDI

AKP lideri Erdoğan, çoğunluğu elinde tuttukça milletle özdeş olduğunu, dolayısıyla milletin bizzat kendisi olarak her şeyi yapmaya muktedir olduğunu defalarca ifade etmişti, bir dönem çıkabilen yargı kararlarına karşı. Tabii millet ile özdeş olmanın en önemli aracı en azından iki yüz yıldan beri seçimler, yani demokratik meşruiyet. Daha öncesinde örneğin hanedan yönetimlerinde başka özdeşlikler kurulmuştu, fakat o zaman ne milletten ne de millet egemenliğinden bahsedilebilecek bir siyasal zemin vardı. Egemenlik ve temsil ilişkisinin uzun tarihine girmeden şu kadarını söyleyeyim: Erdoğan Türk sağının yetmiş yıllık milli irade istismarını sınırlarına taşıdı. Çoğunluğun, hatta stratejik ve konjonktürel çoğunlukların Erdoğan’ın ve temsil ettiği çıkar gruplarının iradesine payanda yapıldığı, bu yapılırken de anayasal sınırların hiçe sayıldığını gördük. Peki çoğunluğu kaybedince ne oldu?

Bunu ilk olarak Gezi direnişinde deneyimledik. Bu deneyim kendinden sonrakilerden farklı bir kurucu kapasite taşımaktaydı, çünkü seçime endeksli değildi. Hatta açıkça temsil ilişkisinin karşısında konumlanan bir hareket olduğunu söylemek daha doğru olur. Gezi, siyasal rejimin diktatörlük eğilimlerine, toplumsal hayatın İslamileşmesine, yurttaşlık haklarının “milli irade” mitinin kullanımıyla ayaklar altına alınmasına karşı doğrudan, spontane irade ortaya koymaktaydı. Halk oradaydı, orada olanı temsil edemezsiniz, orada olanın adına konuşamazsınız. Ancak gücünüzü konsolide ettiğinizde şimdi AKP liderinin yaptığı ceza yargılamasına tabi tutabilirsiniz, ama politik ve ahlaki olarak yargılayamazsınız da.

SÜREKLİ SEÇİM VE PLEBİSİTER DİKTATÖRLÜK

Elbette Gezi’nin ardından seçimler, “sürekli seçimler” oldu. Aşırı politikleşmiş görünen siyasal atmosfer “sürekli seçim”e tabi tutuldu. 2014’ten 2015’e dört seçim idrak ettik. Biri yerel, biri cumhurbaşkanlığı, ikisi yasama meclisi seçimleri. 2016’yı “milli iradeye karşı darbe girişimi” ile geçirdik. 2017’de rejimi değişikliğinin son yüksek eşiği olan plebisiti yaşadık, 2018, 2019 yine seçimler. Allah’ı lütufları, atı alanlar, Üsküdar’ı geçenler…

Seçimlerin her biri Gezi’den beri, Gezi’nin iddiasını onaylar biçimde plebisiter nitelikteydi, Erdoğan oylanıyordu. Bu oylamaların bütün düzenekleri kurulmuştu, kanunlar, genelgeler buna göre düzenlendi, bakanlıkların seçimlere ilişkin yetkileri yeniden kurgulandı. Seçimlerin plebisiter niteliğinin mevzuu zemini de oluşturuldu. Fakat hepsine rağmen Erdoğan kaybetti. Daha açık yazmam gerekirse, Gezi’de kaybeden Erdoğan aradan geçen beş yılın ardından Gezi’ye karşı kullandığı argümanı da kaybetti. Bunun sonucunda artık dayanacağı bir demokratik meşruiyet, milli irade yok. Biçimsel demokrasinin daha geniş alanındaki her şeyi; basın özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü, ifade özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlükleri; bağımsız yargı, kuvvetler ayrılığı başta olmak üzere dengelenmiş yönetimi zaten çoktan ortadan kaldırmıştı. Seçimlerin yenilenmesi ise bunları ortadan kaldırmasına zemin sunan demokratik meşruiyet kurgusunu da ortadan kaldırdı. Temsili rejim, bizzat milletle özdeşlik kurgusu içinde onu sınırlarına taşıyan Erdoğan tarafından İstanbul seçimlerinin ardından ortadan kalkmış oldu. Gezi’nin iddialarının kazanmasını bu anlamda kullanıyorum.

23 HAZİRAN SONRASI

Peki Gezi’nin siyasal talepleri konusunda 23 Haziran’da yenilenecek olan seçimler ne söylüyor? Yani her şey güzel olacak mı? Gezi’nin barışçıl ve demokratik taleplerinin tartışıldığı yeni bir siyasal ve kurumsal zemin yaratılabilecek mi?

Bu sorunun yanıtının yalnızca seçim sonuçlarına bağlanamayacağını kavramamız gereğini tekrar etmek zorundayım. Seçim, AKP liderinin en önemli plebisiter aracıydı. Bu aracı kaybettiğini Kemal Can’ın dün yazdığı gibi Erdoğan’ın saklanmasından anlıyoruz. Yani seçim zaten kazanılmış durumda. Ya sonrası?

Sonrası meşakkatli. 8 Haziran 2015’i unutmadan, güçlü kurumlar yaratma perspektifini, siyasal parti formu dışı örgütlenmelerin yaratıcılığını ve gücünü örgütleyerek, iktidar blokunun herkesi terörist, herkesi düşman ilan eden diline asla ve hiç bulaşmadan onun karşısından konumlanarak, ona benzemeden, siyasal İslamcı çürümenin vardığı sınırda onunla doğrudan yüzleşerek, en önemlisi sekiz yaşındaki çocuk işçilere kadar varan sömürüye, işçilerin aleni olarak öldürülmesine, ekonomik krizi yaratan düzenin sorumluluğunun zaten geçinemeyen yurttaşların üzerine yıkılmasına karşı ses yükselterek, söz yaratarak, program oluşturarak… Barış perspektifini kaybetmeden, Türkiye’de yaşayan herkesi, oy kullanma hakkına sahip olsun olmasın, herkesin sınırlarına hiçbir daraltma getirmeyecek bir siyasal stratejinin tartışma zeminlerini açarak…

Çünkü artık sesler söze dönüşmeye, sözler nehir yataklarına akmaya başladı. İktidar kendini öyle bir yere götürdü ki aştığı eşiklerin tek amacı olan kendi bekasını sürdürmek bakımından hiçbir anlamı olmadığını gördü. Şimdi yurttaşlar, bizzat kendi eşiklerini, önüne kurulan duvarları aşıyor. Bu defa seçime endekslenmemeli. Seçimi kazanıldı işte. Bunun ötesi yok. İktidar blokunun hiçbir meşruiyeti yok. Fakat ülke getirdikleri yerde, kendileri kendi aştıkları eşiklerin onları taşıdığı yüksek bir çukurda. Şimdi bir ülke kurmak, cumhuri kurumlar yaratmak gerekiyor yeniden. Yeniden.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.