YAZARLAR

Tiran kişilik üzerine

“Uykuyu öldürdü” der Shakespeare Hamlet için. Çünkü ölüler yakasını bırakmaz. Güvensizlik, korku, endişe… Diktatör kişiliğin psişik düzeydeki bütün haklılık ve meşruiyet öğeleri hazırdır artık. Çözümü daha çok öldürmektir; ta ki kendisi de öldürülünceye kadar. Tutkusuyla deliren bir tiran kişilik…

Shakespeare’i biriyle yan yana koyarak düşünecek olsam, bu, tartışmasız Machiavelli olurdu. Yalnızca Prens’in değil, Titus Livius Üzerine Söylevler’in de Machiavelli’si. Zaten Machiavelli’yi bu kadar salınımlı kılan, özellikle Prens konusunda insanları ikircimde bırakan ve bu nedenle sürekli yeni yorumlara yol açan da biraz her iki metnin yazarı oluşu. Örneğin Spinoza, Machiavelli’nin Prens’i aslında halka yazdığını, çeşitli prenslerin maskelerini faş ettiği yorumunu seçenlerden. Machiavelli’yi korkunç biri olarak görmez o; korkunç olan betimledikleridir. Bir başka düşünce geleneği ise Prens’i merkeze alarak Machiavelli olayını Sokrates’ten beri süregelmekte olan ahlak-siyaset birliğini koparan bir olay olarak görme eğilimindedir. Bana kalırsa Machiavelli’yi bir varsayım içinden karşıladıkları için ona dair bu görüş de aynı varsayımsal çizgi içerisine onu da kaydetmekten ileri bir görüş değil.

Söylevler’de ünlü Romalı tarihçi Titus Livius’u inceleyerek geliştiriyordu siyaset kuramını. Özellikle de ‘egemenliğin’ doğasını anlamak üzere elbette gidilecek en doğru adres hâlâ Roma Cumhuriyeti – İmparatorluğu olduğu için Machiavelli hâlâ güncelliğini koruyor. Dilerseniz Prens’i bir teatral tip olarak okumak ve gerisindeki figürleri örneğin cumhuriyet fikrinde ilk gediği açan Julius Sezar, cumhuriyetin kesin olarak sonunu getiren Augustus ya da meşhur çılgın Neron olarak görmek de mümkün. İktidar tutkularıyla delirmiş, Shakespeare’in nefis adlandırmasıyla ‘tiranlık denilen çılgınlığa’ kapılmış tipler…

Shakespeare de bir başka çizgiyi (Euripides, Sofokles, Vergilius, Horatius vs.) izleyerek benzer bir sahne içerisinde düşünüyor değil midir yeni (!) çağın öznelerini? Özellikle Hamlet’i ve Macbeth’i düşünerek söylüyorum bunu. Her iki metin de Sofokles’in Oedipus’unu yapısal bir biçimde tekrarlayarak ilerler bir bakıma. Macbeth’te tıpkı Oedipus’un hikâyesinde olduğu gibi, dile geldiği için gerçekliğin üzerinde kendi basıncını uygulayan kehanet biçimlendirir dramatik yapıyı. Fakat Sofokles’in dünyasında kahinin ve kehanetin saygınlıklarını muhafaza ediyor olmalarına karşılık Macbeth’te tek-tanrılı bir sembolik evrendeyizdir. Bu nedenle ne idüğü belirsiz cadılar sahnededir (yeri gelmişken, usta tiyatro yönetmeni Kemal Aydoğan uzun zaman önce bir sohbetimizde cadıları Walter Benjamin’in tarih meleğiyle eşleyerek düşünmeye çabaladığını söylemişti. Kuramsal aklımla itiraz etmiştim, neden olamayacağı konusunda. Şimdilerde kavrıyorum kendi kuramsal konumumun akılsallığıyla bir sanatçının imgelemi arasında paradigmadan da öte bir farkın olabileceğini. Nietzsche’den ilhamla, böyle bir durum için ‘halkların plastik gücü’ kavrayışını biraz esneterek ‘insanların plastik gücü’ arasındaki biçimsel bir farktan söz edilebilir belki de). Çünkü kehanetin doğrudan tanrı kaynaklı olması iki şeye birden yol açabilirdi: İlk olarak dinsel bir ihlal söz konusu olurdu ve ikinci olarak da varsayalım ki bu ihlal bir yolunu bulup kendisine bir akış bulabildi, bu defa da Macbeth’in iktidar tutkusu değil, seçilmişliği söz konusu olurdu. Shakespeare müthiş bir dramatik müdahaleyle ‘heretik’ alandan çağırır ‘kâhinlerini’. Düz çizgisel tarih görüşü onları biçimsizleştirmiş, belki görünümlerini de tahrip etmiş durumdadır. Biz onları biraz Macbeth ile Banquo’nun gördüklerini varsaydığımız gibi görürüz.

Macbeth’teki ilk arzu kıvılcımını cadılar çakar. Macbeth kral olacaktır ve Banquo’nun da soyundan gelenler kral olacaklardır. Aslında açık: Bir hanedan kuramayacağına göre Macbeth bu türlü bir mirası bırakamadan ölecektir. Buna rağmen neden bu doğrultuda ilerler? Shakespeare’in dehası tutkunun adım adım ilerleyerek bir insanı nasıl ele geçirdiğini, her telkinde arzunun hararetinin nasıl biraz daha yükseldiğini ortaya koyuyor elbette (Platon’u da anımsamalı burada. Hatta anımsamaktan ötesini yapmalı belki. Platon’u da dramaturjinin terimleriyle yeniden düşünmesek mi? Benzer bir düşünme etkinliğini, özellikle 16. yüzyılda devletin biçim ve niteliğinin değişimi konusunda, Ankara Siyasal’dan ihraç akademisyen Ozan Değer sergiliyor; devletin artık kendi ilkesini kendinden başka hiçbir yerde bulamayacak kadar ayrıksı bir biçime kavuşmuş olduğu bu dönemi ‘dramatik bir kopuş’ dönemi olarak görüyor Ozan Değer; haydutluk üzerine, devlete bir de haydut figürünün sunduğu imkânlardan hareketle bakan nefis doktora tezinde. Şimdilik bu kadarına işaret ederek, başka bir yazının konusu olarak ertelemeliyim bunu. Neden hala kitaplaşmadığı meselesi, sanırım Türkiye’nin kültürel sermaye döngüleriyle ilgili. Çok hariçten söylüyorum tabi bunu). Telkinler telkinleri doğurarak ilerlerken usta vuruşunu yapar Shakespeare: Bu düzeyde ve doğrultuda hareketin olanağının tek koşulu kişinin kendi kendisini manipüle etmesidir. Macbeth hayali bir hançer görür ya da bir hançer hayali görür: Hedefi bellidir o hançerin. “Uykuyu öldürdü” der Shakespeare Hamlet için. Çünkü ölüler yakasını bırakmaz. Güvensizlik, korku, endişe… Diktatör kişiliğin psişik düzeydeki bütün haklılık ve meşruiyet öğeleri hazırdır artık. Çözümü daha çok öldürmektir; ta ki kendisi de öldürülünceye kadar. Tutkusuyla deliren bir tiran kişilik…

Hamlet, kronolojik olarak değil de mantıksal olarak Macbeth’in bir adım daha ileri götürülmesinden oluşur. Yine sağ kalanlara musallat olan, onların karabasanı haline gelen bir ölü vardır. Özellikle de Macbeth’le kıyaslayınca, sahnede arzu yok gibidir; daha çok bir haksızlığın giderilmesi, dolayısıyla adalet dolduruyor gibidir sahneyi. Fakat Freud’un bilinen Oedipus okumasıyla birlikte düşününce, Freud’dan da Sofokles’ten de ayrılan bir okumanın yolu açılıyor. Hamlet de deliriyor, fakat hak ve adalet arayışına eşlik eden ‘kirli bir zevk’ yol açıyor onun delirmesine. Babasını öldürerek tahtı ele geçirmiş olan amcası Claudius’u Tanrı’ya dua ettiği sırada öldürebilecekken öldürmez. Çünkü dua ettiği sırada öldürürse cennete gideceğine inanmaktadır; oysa cehenneme gitmesini istemektedir. İşte buradaki fazladır Hamlet’in sahnesini de üstelik başrolde dolduran şeyin arzu olduğunu görünür kılan. Onun delirten ve sonunu getiren de arzunun bu fazlalığıdır. Hamlet ötekinin arzusu ile kendisinin arzusu arasında bir ayrıma gidememektedir. Cinnetine neden olan da bu ayıramayışıdır. Hamlet, hak adalet arayışının aslında bazen nasıl da kötücül tutkuların üzerini örten bir maske gibi çalışabildiğini de gözler önüne sermesi açısından muhteşem bir metin olarak güncelliğini hâlâ koruyorsa, bu biraz da insanı ve tutkularını anlamış olmasında yatıyor.

Shakespeare ve Machiavelli… Hak ve adalet söylemiyle yola koyulmuşların çoğunun hareket ettirici güdülerinin aslında kendi arzu ve tutkuları olduğunu söylüyorlar bizlere yüzyıllar öncesinden. Foucault da mesela Sofokles’in Kral Oedipus’unu tiran kişiliğin betimlenmesi ve bertaraf edilmesi olarak görüyordu. Kadimlerden öğreneceğimiz çok şey var hâlâ.