YAZARLAR

Kim yönetecek değil, nasıl yönetileceğiz?

AKP sadece hukuki kaidelerden değil, kendini var eden piyasa kurallarından da kopuyor. Dolayısıyla halkla çıkarı uzun süre önce ayrışan tek adam iktidarı yerli-yabancı sermaye kesimlerinin çıkarlarından da ayrışıyor artık. Erdoğan’ın yegane tercihi, meşruiyet kaynaklarını kendisinin belirlediği bir yoldur. 23 Haziran bu bakımdan hangi partiden kimin yöneteceğinin seçiminden ziyade; nasıl yönetileceğimizin, rejimin niteliğinin resmi tescilinin miladı olmaya dönüşüyor.

“Öyle bir tahtta oturuyorlardı ki, temellerinde açları, dulları, hastaları, yetimleri ve tüm acılarıyla koca bir halk kitlesi, koca bir memleket vardı…”

Edebiyat eleştirmeni Selim İleri’nin ‘hakkı yenilmiş’ yazarlardan saydığı Selahattin Enis’in Zaniyeler romanı kibir, yozlaşma, yalancılık üzerine kurulu bir anlayışın İstanbul’un üzerine nasıl çöktüğünü anlatır. Kentin bu karanlık suretinde yalnızca siyasetçiler, yandaş vurguncular yer almaz; gazeteciler, yazarlar, şarkıcılar da vardır. Dönemin sefahat ve dejenerasyonunu eleştirme cüreti morfin tutkunu İclal’e kalır: “Altı ay önce kimsenin tanımadığı bir adamdı. Bugün ise önemli bir Nezaretin müteahhitliğine kadar yükseldi… Sekiz ay evvel evinde beş numara idare lambası yakan bu adam, bugün isterse bütün İstanbul’u ışıksız bırakabilir.”

Üç ayda 1 milyon 436 bin liralık yemek yiyen kayyım, “yedikleri kaba pisliyorlar” diyen eski motosiklet yarışçısı vekil, on yılda 40 milyar dolarlık ihale alan müteahhit, aynı zarftaki dört pusuladan birini iptal eden, onun da gerekçesini açıklayamayan yargıçlar, seçilemeyince sandığı deviren siyasetçiler… İşte hepsi dönüp dolaşıp İstanbul’un karanlık şafağında art arda dizildiler yine.

Bir Ortaçağ kahini işaretlerden kıyamet alameti çıkarabilirdi. Lakin tarih başka türlü okuma yapıyor. Elbette tekerrürden ibaret değil bu okuma. Ama Freud’un “nevrotik hatırlamaz, tekrarlar” sözünü de dikkate almak lazım. Şu sıralar tekerrür eden de budur.

Nitekim İttihatçılığın ‘vagon vurgunculuğu’na, devletçiliğin aferizme, Menderes’in tercihli kredilerinin tüccar imtiyazına, Özal’ın ithalat izinlerinin bir gecede zengin yaratmaya evrilmesi ile AKP’nin ihale düzeninin müteahhit derebeyliğine dönüşmesi arasında bir devamlılık bulunuyor. Her biri ekonomik rejimin tek partinin elinde yozlaşmasının kurumsal ifadeleriydi. Ve hepsi elindeki gücü yitirmeme hezeyanıyla sandığı ‘sopayla’ adam etmeye girişti. O son sandıktan çıkan sonuç, Türkiye için belirleyiciydi.

1912’den beri ‘sopalı seçimler’ kibir üzerine kurulu hiçbir tahtı baki kılmadı ki. Tek parti iktidarları ‘ya bendensin ya hain’ mottosuyla gittikleri seçimlerde istediğini elde edemedi. Beğenelim veya beğenmeyelim bu Türkiye’nin siyasi hafızasıdır, kırık dökük de olsa demokrasi birikimidir.

Peki 23 Haziran da böyle bir ‘an’ olabilir mi?

Yanıtı kesin dille ifade etmenin zorluğunu bir kenara kalınca not edelim. AKP’yi önceki tek parti iktidarlarının mirasından ayrıştıran iki hayati kopuş, Türkiye’yi yepyeni bir siyasi durumla karşı karşıya bırakıyor çünkü.

İlki malum; YSK kararı ile demokrasinin ‘tunç yasası’ kırıldı; oy hakkı, güvencesi sayılan hukuki düzenlemelerle beraber ilga edildi. Böylece 23 Haziran seçimi hangi partiden kimin yöneteceğinden ziyade, nasıl yönetileceğimizin tercihine, rejimin niteliğinin resmi tesciline dönüştü. İşin bu yönü fazlasıyla tartışılıyor zaten. Anlaşılır ve güçlü bir özet için Anayasa hukukçusu, KHK’li Murat Sevinç’in Evrensel’deki şu söyleşisine bakılabilir.

İkinci kopuş daha derin ve açıkçası YSK kararındaki cüretin de nedeni gibi görünüyor. Birikim rejiminin dönüştüğü ve uluslararası kapitalizmin kurallarına daha fazla tabi kılındığı dönemlerle tek parti iktidarları simbiyotik ilişki içindeydi. Birikim rejimi krize girdiği anda tek parti iktidarı da krize sürüklendi. Hepsi başta kabullenmedi, ‘dış güç oyunu’ dedi, otoriterliğe saptı, seçimleri maniple etmeye niyetlendi, ancak dış kaynağa bağımlı bir ekonominin doğal sonucu olarak önce krizi, ardından da önlerine konulan programı onaylamak zorunda kaldılar.

AKP de 2001’deki büyük yapılanmayla iktidara geldi. Kumpaslara, sahte tanıklara, dinlemelere dayalı davalar için ne uluslararası kurumlar ne de içerideki çoğunluk iktidara otoriterlik damgasını vurdu. Zira Marx’ın söylediği gibi, devlet iktidarı havada asılı durmuyor. Güçlü sermaye desteğine sahip AKP, dış finansman sayesinde harcama kapasitesini artırabildi, kaynak tahsis mekanizmalarını düzenleyebildi. O birikim modeli şimdi ağır bir krizle çöküyor. AKP’nin değiştirebileceği, en azından siyasi bekasını koruyarak önleyebileceği bir durum değil, yaşanan kriz. Kapitalizm yeni bir formül icat etmediğine göre, yapması gerekenler belliydi; yapmadı, yapmıyor.

İkinci kopuş tam da burada gerçekleşiyor. Krizi kabullenmediği, doları silah gördüğü, enflasyonu kumpas saydığı anda hukuka da, seçim sonuçlarına da meydan okumaya başladı aslında. Onun nazarında ekonomik verilerle 31 Mart seçim sonuçları arasında fark görünmüyor. Kendine yaramıyorsa yok hükmündedir. AKP İstanbul İl Örgütü neyse, Merkez Bankası da odur!

Dolayısıyla AKP’nin seçim tavrının ekonomi politiği, kendini var eden ‘piyasa kaidelerinden’ kopuşta yatıyor. Uzun süredir sessiz kalan büyük sermaye kesimlerinin, kolay kolay siyasi söyleme bulaşmayan borsacıların, banka analistlerinin yüksek sesle itirazlarını, AKP içindeki ‘liberal’ kanadın çıkışlarını bu kopuşla beraber değerlendirmek gerekir. Yoksa gelir adaletsizliği, yoksulluk, tarım, gıda fiyatları, zamlar, düşük ücretler vs. ne yenidir ne de bu kesimlerin ihtiyacına uygun çözümler içerir. Yeni olan şey, AKP’nin yerli-yabancı farklı sermaye kesimlerinin ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek’ yasalarını da ilgaya girişmesidir. Halkın çıkarı ile ayrışan AKP; parti kadroları, sadık bürokrasi, aile çevreleri ve kamu kaynağına muhtaç ihale tüccarları dışında irili ufaklı sermayedarların ihtiyaçlarından da ayrışıyor.

Doğal olarak krize girmiş birikim rejimiyle simbiyotik ilişki çözülmeye başladı. Her ülkenin kendi ‘küçük cehennemi’ni yaşadığı, bir diktatörden daha fazla ekonomik krizden korkulduğu uluslararası konjonktürün sunduğu manevra alanları da daralıyor üstelik. Bir Bolivarcı da değil ki Erdoğan, “ben başka ekonomik modeli benimsiyorum” diyebilsin. 25 yıldır meşruiyetinin referansı saydığı sandığı ortadan kaldırıp, meşruiyet kaynaklarını doğrudan belirleyerek ömrünü uzatmaya çalışıyor. Böyle bir hevesin adını koymak zor olmasa gerek.

En güçlü olduğu dönemde yapamadığını, gücünü ve olanaklarını yitirirken yapabilir mi peki?

Sonuna kadar gitmek zorunda çünkü, tek adam iktidarı nevrotiktir. Tıpkı siyasi erkin tek elde toplanması gibi siyasi bilinç de tekleşir. Hatırlamaz; güvensizlik içinde odaklanamaz. Kompartımanlara bölünmüş zihni sürekli düşman üretir, kindar, öfkeli, saldırgandır. Kısır döngünün içinde aynı tavrı yineler durur… Halk ise nihayetinde kolektif bir bilinçtir. Dağınık, çatışmalı, durgun olabilir ama asla nevrotik olamaz; yavaş öğrenir, eninde sonunda da hatırlar. İşte o vakit tekrarlamaz…