YAZARLAR

Sen bu kadına inanma! Mutluluklar sana…

“Bu kadına inanma!” diyor, kitabını hediye etmeden duramıyor. Kitabın hediye edildiği tarihten 20 yıl sonra sahafta karşıma çıkan bu iç didişmenin muzipliği… Michael Cunningham’ın “Saatler”ini andıran türden, birbirini hiç tanımayan, en azından biri şu an hayatta olmayan kadınlar arasındaki bu göz kırpış. Dünyanın gecesinde, ışıklarıyla birbirine göz kırpan gemiler gibi, kadınlar…

“İyi misin?” diye sorduğum anda sesi düşüyor. Hafif bir cisim gibi süzülerek düşüyor ama hissediyorum, cevap dala takılan kuş tüyü olmayacak. Birkaç geçiştirme sözünü esaslı bir şey izliyor. Sahibi değil tanığı olduğumuzda bile yaşadığımızı en çok hissettiren şeylerden biri. Gerçek acı, kalp ağrısı.

“Hiç iyi değilim, çok canım yanıyor,” diyor, “bitti.” Hıçkırmaya başlıyor, bir süre konuşamıyor. Önümde oynaşan bahar kedileri, kafamda bin meşgale. O kadar orada değilim ki. Ama o benim canım. Bırakırsam düşebilir. Hayattaki en yakınlarımdan biri, dostum. (Gerçek/en yakınlık kaldı mı? Kaldı tabii, baksana!) Acı çekiyor. Yapabileceğim hiçbir şey yok, omuz olarak gerekliyim. İmkân olsa da omzumu kargoyla yollasam. Kanımdan ufak bir şişe alır mıydın? Dünyanın en yakın ve en uzak ucu, telefonun öbür ucu. Elimizde ses var, bakalım ne yapabiliyoruz.

Sevgilisinden ayrılmış. Oğlan “yapamıyorum ben artık,” demiş, “çok yoruldum, bitti.” Bu tür şahsi acı, şu an baktığım noktadan, dünyanın ve ülkenin bu halinde, bir yanıyla o kadar trajikomik ki. Hayatımız kay(yumlan)mışken, aşk ne? Ama umut diyoruz, en iyimser olmayan hâlinde bile insan, insan kalmadan, umut edebilir mi? Aşık olmadan, lüzumunda sesi böyle titremeden, insan kalabilir mi?

Acı tazeyken daha, çektiğine yabancılaşıveriyorsun. Otuzlu yaşlardan itibaren zaten aşk acısı filan, biraz ayıp gibi bir şey. Yine de hissediliyor işte, daha kısa metrajlı oluyor, pek kimselere anlatılmıyor belki ama bir yerlerde bir acı oluyor. “Ormanda, hiç kimsenin duymadığı yerde bir ağaç devrildiğinde, ses var mıdır?” Gereğince yaşanamayan acılar nereye gidiyor? Belki de olası bir paralel evrende her şey bu kadar asimetrik paralel değildir. Biri bizim çekmemiz gereken acıları hakkını vererek çekiyor, sevinçleri yaşıyor, bulaşıkları hiç kurumadan makineye diziyor, kedileri okşanması gerektiği kadar okşuyor, her yere gülümseyerek yetişiyordur. Paralel evren belki bu olağanlıktan, gündelik yavaşlıktan ibarettir. Kısık ateşte ömür. İster miydik? Bilmiyorum ki.

Dostuma bildiğim şeyleri söylüyorum. “Sakin ol, o kadar bitmemiştir belki… Hiç mi yok? Bittiyse de bitti, senden kıymetli mi canım, aa… Geçecek. Yok hiçbi’ şey yapma. Çok aramak istersen beni ara. Bak güzelim, biri gitmek istiyorsa yapılabilecek en büyük hata… Hayır tabii seviyordur… O değil mesele… Anlatamazsıııın. Hayır, yakınlık öyle bir şey değil işte. Şu an dünyada sana en uzak kişi o. Öyle maalesef. Bunlar paket halinde geliyor canım benim.”

O da tabii dediklerimin hepsini aslında biliyor. Ama duygu işleri böyledir. Aleme gözlerin velfecri okur, kendine kör kalırsın. Bilirsin de yapamazsın. Her şey sana bağlıymış gibi gelir, bırakırsan kopup gidecek. Halbuki iki kişi arasında geçen hiçbir şey sadece sana, senin iradene bağlı değildir. Böyle anlarda esas, durmazsan düşersin.

“Boşver, şu an böyle hissedebildiğin için bile öyle şanslısın ki,” diyorum. “Nası?” diyor, ağlamaya ufak bir mola vererek. “Hissedebildiğin için işte, o kadar az ki artık bu…” Bir suç ortaklığı oluşturuluveriyor hemen orada. Hâlâ canı yanabilenler birliği. Dev-Yan. İnsanız, yaşama cesaretimiz var, haklıyız, yanılırız, yanarız.

“…sürdürülebilirliği nasıl değerlendirmeli? Sürdürülebilir olan neden İyi olsun? Sürmek neden yanmak’tan daha iyi olsun?” 19 yaşımdan bugüne bilmem kaç kez okuduğum “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”da geçiyor. (Bizi bu Bartheslar mahvetti.) Okusa iyi olur ama şu an (hiç) tavsiye etmiyorum.

“Aslında aşk da yok?” mu desem? 19 Nisan Duygu Asena’nın doğum günüydü. Bu, ikinci kitabının adı. Birkaç kuşaktan kadın, o günlerde sosyal medyada “Kadının Adı Yok”un hayatını nasıl etkilediğinden bahsetti. Biri bir konuda konuşmaya başladı mı, arkası geliyor işte. Dünyanın birbirimizle aramıza gerdiği sahte perdeler kalkıveriyor. Sandığımızdan çok daha fazla ortak noktamız olduğunu görüyoruz.

Duygu Asena

Tekrar konuşulur, yazılır olunca anladık ki çoğumuz daha 12-13 yaşımızdayken okumuşuz kitabı. Duygu Asena 13 yıl önce öldü. “Kalmak” böyle bir şey.

Evimiz kitabına dolgun bir evdi, pek bir kısıtlama da olmazdı. Asena’nın kitabını çoğu çocuk ve genç kız gibi gizli gizli okumuştum ama ben de. Evden birileri “o senin yaşına uygun değil,” demişti. O yaşlarda bu, bir kitabı okumazsan öleceğin hissine kapılman için söylenebilecek en iyi cümleydi.

Yasak olmasa bile kapağını açtığın anda bir sırlar odasına daldığının farkına varırdın zaten. İlk pipi görmeden ilk adete, ilk yarım yamalak sevişmeden ilk aldatma ve aldatılmaya, tacize, başarıya, başarısızlığa, hayatın her alanında kadın olarak var olmaya, tüm bunlarla beraber bir aşk inadına dair hemen her şey vardı içinde. Her kadının az çok benzer şeyler yaşadığı ama yazmak bir yana bir kısmını kendine bile söyleyemediği bir dönemde yazılmıştı. Pek çok açıdan, hâlâ taze. Biliyorum çünkü aldım, yeniden okudum art arda ilk iki kitabı. Çocuk sayılabilecek yaşta yaşadığım şaşkınlığı yaşamadım elbette. Yine de yaşarken hiç tanıma fırsatı bulamasam da ailemden biri gibi hissettiğim Duygu Asena’ya olan sevgi ve minnetim azalmak bir yana, arttı.

Kitapta yer yer çok keskin ve yerinde gözlemleri (aynı sıklıkta olmasa da) yüzeysel düşünce ve ifadeler ya da olmadık tekrarlar izleyebiliyor. Kafa karışıklıkları da var hatta anlatıya dahil. En önemli noktasıysa değerini koruyor: Dünyada ve bu topraklarda kadın olmaya, kendin olmaya, hayatla ve kendinle yüzleşmeye dair hâlâ çok cesur, pek az kişinin başarabileceği türden bir açıkyüreklilikle yazılmış, sırf bu sebeple bile altın değerinde, iki kitap da.

“Kadının Adı Yok”ta zaman zaman didiştiği, susturmaya çalıştığı, rağmen konuştuğu bir “iç ses”ten bahsediyor Duygu Asena. Genel cesareti, samimiyeti, esprisiyle beraber bu bölümler bana yakın zamanda izlediğim müthiş İngiliz mini dizisi “Fleabag”i anımsattı. Dizinin, 30’lu yaşlarında Londra’da yaşayan kadın kahramanının da adı yok, bu bir. Karakterin kendisiyle, hayatla, aşk, iş ve arkadaşlıkla, aile meseleleri ve diğer bitmek bilmez yüzleşmelerle sınavını eşine az rastlanır bir içtenlik, yaratıcılık, mizah birleşimiyle anlatıyor. Günümüz için bile, hayli cesur bir dizi.

Fleabag'in başrol oyuncusu Phoebe Waller-Bridge

Cesaretinin kaynağı ne içerdiği yoğun cinsellikte ne de şimdiye kadar ele alınmamış herhangi bir meseleyi ele almasında. Dizinin yaratıcısı, yazarı ve oyuncusu Phoebe Waller-Bridge olağanüstü bir kadın. Sık sık kameraya konuşmak gibi normal koşullarda yabancılaştırıcı bir öğeyi, izleyiciyi karakterin dünyasına dahil edecek biçimde kullanıyor. Karakterin kendisiyle ve izleyiciyle çok zekice zamanlamalarla kurduğu, yıktığı, sorgulattığı mesafe, bu sakınmasız yüzleşme becerisi, yakınlık hissi nedeniyle esas, çok cesur bir dizi, “Fleabag”.

Benzer zamanlarda izleyip okuduğum, çok sevdiğim bu iki karakter aracılığıyla iki kadın yazarın iç sesleri/kamerayla kurdukları ilişkinin yer yer birbirine benzediğini fark etmek çarpıcı geldi bana. Sahafta bulduğum ikinci kitabın, “Aslında Aşk da Yok”un içinde karşılaştığım müthiş bir sürprizle, tüm parçalar yerine oturdu.

Sevgili Didem,

Sen bu kadına inanma!

Mutluluklar sana….

31.12.1999’da yazılmış. İmzayı gizleyerek paylaşıyorum. Doğum günü, nişan-düğün arifesinde manidar bir hediye? Ya da bir gün kala yeni bin yıl için bir dilek… Yazana dair hiçbir bilgi yok ama 2000’lerin eşiğindeki bir Didem’e bu kitabı armağan edenin bir başka kadın olduğuna neredeyse eminim.

“Bu kadına inanma!” diyor, kitabını hediye etmeden duramıyor. Kitabın hediye edildiği tarihten 20 yıl sonra sahafta karşıma çıkan bu iç didişmenin muzipliği… Michael Cunningham’ın “Saatler”ini andıran türden, birbirini hiç tanımayan, en azından biri şu an hayatta olmayan kadınlar arasındaki bu göz kırpış. Dünyanın gecesinde, ışıklarıyla birbirine göz kırpan gemiler gibi, kadınlar…

13 yıl önce yitirdiğimiz, çoğumuzun yetişmesine büyük katkısı olmuş bir feminist kadın yazar. Londra’da yaşayan 30’lu yaşlarda bir kadın. Telefonun öbür ucunda daha 20’lerinin sonuna varmamış dostum. Didem ve gizemli dostu. Duygu Asena’nın kitabını gizli gizli okumuş 12-13 yaşındaki kız çocuğu da bir yerlerden bize bakıyor.

“Aslında aşk da yok,” demiyorum. Hayattan da aşktan da vazgeçmeyeceğiz. “Merak etme,” diyorum, “her şey çok güzel olacak.”


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.