YAZARLAR

Ev nasıl bir nesnedir?

Ev, neydi? En kadim mekandı, insanın yeryüzüne tutunma şekli idi; yeryüzünde yer edinme biçimi idi. Bir de günümüze kentlerine, lüks rezidanslarına, yüksek apartmanlarına bakın ve soruyu tekrar düşünün.

Bütünselliğinden önce evin ne işe yaradığına bakalım. Çoğunlukla, hemen ev eşittir barınma ihtiyacı denklemi kurulur. Vasat bir denklem. İndirgeyici. Hükmedici. Oysa ev, yeryüzüne tutunma şeklidir; yeryüzüne yerleşme şeklidir; yeryüzünü yer edinme şeklidir. Ev, insanı bir coğrafyaya sabitler. Topoğrafyayı, yani yeryüzü şeklini coğrafya yapar. Anlamın başladığı ve bittiği yerdir. Doğumun ve ölümün mekanıdır. Ev, en kadim mekandır.

Ataerkil toplumda ev, “baba ocağı”dır. O ateş hiç sönmez. O ateş bir mağara kovuğunda, ısınmak ve yırtıcı hayvanlardan korunmak için devamlı yanan ateşe kadar geriye gider. Arkeologlar, bu tür mağaraların alt katmanlarında mezarlara, yani yer altındaki ölülere rastlamışlardır. O zamanlar dünya, iyi ve kötü tanrılar ile çevriliydi. Tanrılar arasında kurulan uyumlu denge yaşamın ta kendisiydi. Merkezinde ise, bir kovuk bile olsa, ev vardı.

Yakalamaya çalıştığım anlam çok gerilere gidiyor olsa da, basitçe ev yan yana dizilmiş odalar ötesindedir. Bunu bilerek söylüyorum. Ucundan da olsa böyle bir yaşama şahit olduğum için kendimi şanslı sayarım. Kentte doğan, sadece kentte yaşayan, ikinci bir doğa olarak kent tarafından sarmalanmış ve doğanın bir turizm nesnesi olduğu insanlar karşısında.

Babaannem ve dedemin, Toros Dağları’nın tepesindeki dağ köyünü hatırlıyorum. “L” şeklinde. İki göz oda (her odaya doğrudan dışarıdan girilirdi) yan yana ve bir göze eklenmiş iki basamak yukarıda, sadece üstü örtülü oturma yeri ve “L”nin biraz dışında insan boyunu aşan, ahşaptan çakılmış büyük taht.

Kasabada doğmuş, büyümüş bir çocuk için bambaşka bir dünya. Elektrik yok. Su, yakındaki kuyudan kova ile taşınıyor. Tuvalet, evden biraz daha uzakta tek, küçük bir yer. Bir odada sürekli köz halinde yanan ateş. İlgimi en çok yufka ekmek çekerdi. Yufka, sac üstünde pişirilir, evin serin bir köşesinde, yufka sepetinde depolanır ve kurur, gerektikçe hafif nemlendirilir ve yenirdi. Bunun dışında ocağın olduğu odada yemek pişirilir, bulaşık yıkanır, kışlık yiyecek depolanırdı. İkinci odanın ise üç tarafı sedir ile çevrili, bir tarafında koca bir yüklük. Gaz lambası ışığında sohbetler, dedikodular, dedemin bize anlattığı hikayeler... Yazın bile hava yorgan ile yatacak kadar soğuk. Ben yine de tahtta uyumayı severdim. Uyku vakti, yüklükten döşek ve yorganlar çıkar, yere serilir, cibinliğin altında uyunurdu; sivri sinek, akrep ve yılana karşı.

Ayrıca, her köşesi keşfedilmeyi bekleyen kocaman bir bahçe. Dut, incir, elma, armut, erik ağaçları, domates, soğan ve ve biber. Her hafta kurulan pazar yerlerindeki “dalından taze” lafı hep beni gülümsetmiştir. Benim için 'dalından', ağacın tepesine çıkıp, miden ağrıyıncaya kadar dut ya da incir yemek anlamına gelir.

Yaşamıyla beraber anlattığım bu ev, birbiri ile ilişkisi olmayan, odalardan, yüksek tahttan, tuvaletten oluşmuş gibi görünse de, zihinlerde tek bir ev, tek bir mekandı. Kaç oda olduğunun önemi yoktu. İhtiyaç olursa, bir göz oda daha ekleniverirdi. Ev, evdi işte.

Allah rahmet eylesin, şimdi babaannem de dedem de köyün mezarlığında yan yana yatıyorlar.

Bir nesil ileri saralım.

Çocukluğumun geçtiği ev, bir salon ve iki odadan oluşan üç katlı bir apartmandı. En alt katta dükkanlar. Hayat tek bir odada geçiyor. Evin zamanı, o oda demekti. O odada oturulur, televizyon seyredilir, kardeşimle ders çalıştığım masa yemek vakti toplanır, tabaklar dizilir, uyku zamanı gelince odadaki iki somyaya çarşaflar serilir ve orada uyurduk.

Ya evin geri kalanı? Biraz daha küçük oda, anne ve babamın yatak odası. Salon, “misafir odası.” Diğer odalardaki eşyaların ne kadar eski veya uyumsuz olduğunun önemi yoktu. Misafir odasının kapısı hep kapalıydı. Tertemiz ve düzenli. Misafir oturma takımı, ortasında koca bir sehpa, 10-12 kişilik yemek masası ve cam büfe. Büfenin içinde misafirden misafire çıkan porselen yemek takımları, gümüş çatal bıçaklar, kristal kesme bardaklar yılda ancak birkaç kez kullanılırdı. Muz, sadece misafir geldiğinde alınan özel bir meyveydi.

EVİN MEKANSAL PARÇALANIŞI

Bahsettiğim bu evlerden halen vardır. Birden yok olamazlar. Ama benim için artık sadece zihnimdeki bölük pörçük imgeler. Evi, halen aile ve mutluluk mekanı olarak görsek de, bunun bir yanılsama olduğunu biliyoruz.

O zaman zihinlerdeki ev imgesini yok eden şeye bakalım.

Nesneler ilk olarak 300 yıl önce, Avrupa’da bir yerlerde kırılmaya başladılar. Sözünü ettiğim kırılma kuşkusuz fiziksel bir gerçekliğe tekabül etmiyor. Ancak kırılmadan sonra nesneler hiçbir zaman insanlara eskisi gibi görünmediler. Modernlik öncesinde, insanları çevreleyen her şey (nesneler, kurumlar, ilişkiler ve bunlara ait deneyimler) yüzyıllar boyunca tekrarlanarak, zaman içinde evrilerek, tarihin süzgecinde damıtılarak bir araya gelmenin sağlamlığı ile ayakta duruyordu. Gündelik hayat bu uzlaşma üzerine kuruluydu.

Modernlik bu uzlaşmayı alt üst etti. Marx’ın sözleriyle “Katı olan her şey eriyor, havaya karışıyordu.” Modernlik geleneksel dünyanın ağdalı ve muhafazakar söyleminden kurtulmak, özgürlük anlamına gelse de, bedeli insanın bildiği ve inandığı her şeyi yitirmesiydi.

Bu noktada konut (house) ile ev (home) arasındaki ayırımı yapmanın zamanı geldi. Konut, kapitalist ilişkiler içinde üretilen, sınıf sömürüsüne dayanan, kullanım ve piyasa ekonomisine göre değişim değeri belirlenen bir metadır. Evin, diğer metalardan, mesela bir kalemden, telefondan ya da elmadan farkı yoktur.

Her ne kadar farkı yoktur dediysem de, iki önemli özelliği ile diğer metalardan ayrılır. İlki kent içindeki toprağın miktarına bağlı olarak “kıtlık rantı”na sahiptir. Kent içindeki konumu ile diğer metalardan ayrılır, hiçbir üretim yapmadan ortaya artı değer koyar. Konut, böylelikle bir yatırım aracına dönüşür. İkinci önemli özelliği ise yarılanma ömrünün çok uzun olmasıdır. Yani üretilip, piyasaya sunulup, kullanılıp, eskiyip, atılıp, tekrar üretilme süresi. Örneğin bugün bir diz üstü bilgisayarın yarılanma ömrü altı aydır.

Konut, ister barınmak için ister yatırım olarak alınsın, bir zaman sonra satılabileceği, daha iyisinin ya da ikincisinin, üçüncüsünün ve artık piyasa koşulları neyi gerektiriyorsa o kadarının alınıp satılabileceği bilinir. Bu bilgi, insanın ev ile olan ilişkisini tümden değiştirmiştir. Geleneksel dünyada üç nesil bir arada yaşar ve genellikle insan doğduğu evde ölürdü. Günümüzde böyle bir şeyi söylemek ya da bilmek imkansızdır.

Ev(ler) artık yüksek apartmanlarda toplanmış dairelere dönüşmüş olsalar da, bütünlüklerini kaybettiler. Dairelerin toplamından ancak ruhsuz, gösterişli, statü belirleyen apartmanlar ortaya çıkabiliyor. Ama bunların bahsettiğim ev ile alakaları yok; bir yanılsamadan ibaretler.

Bugünün evi, basit bir aritmetiğe indirgendi: 4+1, 3+1, 2+1, 1+1, 1+0. Sona eklenen +1’in adı yaşama mekanı oldu. Çocuk sayısına, evden tam ya da yarı zamanlı çalışılmasına, hobi odasına kadar diğer +’lar eklendi. Her oda için bir işlev. Sanki ev ne kadar büyürse, içindeki yaşam da o kadar güzel ya da mutlu olacak. Fakat öyle değil. İçerideki yaşamlar, ilişkiler parçalandı. Herkes kendi köşesine çekildi.

Evin herhangi bir apartmanın herhangi bir dairesinde matematiksel parçalanma ve aile içi ilişkilerin dağılması, yeni bir yanılsama yarattı. Halen öyle mi bilemem ama ilkokulda, hayat bilgisi dersinde, bizlere toplumun en küçük birimi “çekirdek aile” olarak öğretildi; baba, anne ve iki çocuk. Ev eşittir aile yanılsaması halen çalıştığına göre, matematiksel parçalanma inatla bu yanılsamaya direniyor. Büyük ev (4+1 ve 3+1) çok çocuklu aile; küçük ev (2+1) henüz yeni evlenmiş ya da tek çocuklu aileye karşılık geliyor.

Kafalar, asıl bu noktadan sonra karışıyor. 1+1 ev, aile için olamaz. Çocuk yoksa, aile yok. Zaten adı hemen “stüdyo daire” olarak değişiyor. Çoğunluğa “bekar evi” demek daha kolay geliyor. Tek başına yaşamayı tercih ettiysen, illa küçük bir dairede yaşayacaksın. Nedense diğer evlere giren çıkanda sorun yoktur ama bu tür evlere yanlışlıkla biri gelirse, tüm apartmanın gözü oraya odaklanır. Böyle bir evde kadın olmak ayrı, erkek olmak ayrı dert. Hep şüphe ile bakılıyor. Farklı olana kimsenin tahammülü yok.

Toplum, bu sorunu yine matematikle çözdü; yardıma matematiğin kısıtlamaları geldi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yeni imar yönetmeliği göre en küçük daire (1+!) 1 oturma odası (12.00 metrekare), 1 yatak odası (9.00 metrekare), 1 mutfak (3.30 metrekare), 1 banyo (3.00 metrekare) ve 1 tuvalet (1.20 metrekare) olmak üzere toplam net 28.50 metrekare büyüklüğünde olacaklar. Ayrıca yeni yönetmelik, Türk aile yaşam tipine uymadığı için 1+0 daire inşa edilmesini yasaklıyor. Oysa kocaman, hem yemek yeyip, hem televizyon seyredip, hem çalışıp, hem arkadaşlarımın geldiği, bir köşesine de yatağı koyabildiğim bir ev ne kadar ilginç olurdu. Ama asıl babaannemin bu durum karşısında ne düşüneceğini merak ediyorum.

Başa dönüyorum: Ev, neydi? En kadim mekandı, insanın yeryüzüne tutunma şekli idi; yeryüzünde yer edinme biçimi idi. Bir de günümüze kentlerine, lüks rezidanslarına, yüksek apartmanlarına bakın ve soruyu tekrar düşünün.


Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.