YAZARLAR

Şehrin kenar mahallesi de, insanı özgürleştirir mi peki?!

Diyeceğim, “şehir özgürleştirir,” doğru. Buna mukabil her şehir özgürleştirmediği gibi, en kozmopolit şehirlerin kenar mahalle yaşamı ile büyük semt merkezindeki yaşamlar arasındaki fark az buz değil.

Feodalite cenderesinin parçalanmaya başladığı dönemden, yüzyıllar öncesinden meşhur bir sözdür malum: Kent (havası) özgürleştirir.

Aynı sloganın doğruluğunu ‘farklı bir bağlamda’ bugün de kabul edebiliriz. Köyden, kasabadan kente gelmek özgürleştirici, ferahlık veren ve insanı geliştiren bir değişiklik. ‘Dindar kenar mahalle insanı’ yazılarının üçüncüsünde, şehrin küçük muhitlerinin de, yaşayanını aynı şekilde özgürlük havasından nasiplendirip nasiplendirmediği üzerinde bir iki satır karalamaya çalışacağım. Yine bildik hikâye anlayacağınız: Toplumun bir kesiminin perişan olmasına neden olanlara verilen dinmeyen desteğin muhtelif gerekçeleri ve ‘biz’ dediklerimizden hayli farklı tercihleri olanların yaşama, olup bitene bakışları. O bakış anlaşılmadan, gerekçeleri bilinmeden, rahatsızlık duyduğumuz koşulların dönüştürülmesi için çaba harcamadan yapılacak her şey ister istemez beyhude kaldığından.

Sosyal medya kullanımı üzerine yapılan araştırmalara bakılırsa, insanlar genellikle benzerlerini takip ediyor, yazılarını okuyup paylaşıyor. Farklı kesimler arasındaki ilişki çok sınırlı. Sanırım bunun en çarpıcı sonucu şu: Kendi aralarında hararetle yazışan, birbirlerini takip eden ve bir sorun üzerine söylenmedik söz bırakmak istemeyen kalabalık grupların, milyonlarca insanın o konu hakkında hiçbir fikri olmadığı gerçeğini ihmal etmeleri. ‘Bizim’ için hayati bir gelişme, yan komşumuz için haber dahi olmayabilir. Belki şu kişisel örnek yeteri kadar açıklar durumu: Üniversiteden atıldığımı, akrabalarımın bir kısmı haftalar sonra duydu ve çok şaşırdılar! Dinledikleri haberlerde ya geçmiyor ya da yüzlerce binlerce memurun, akademisyenin değil, teröristin atıldığı söyleniyor. Ayrıca, “eh ne var bunda, teröristsen atılırsın tabii! Sorun nedir?”

Herkese şu ya da bu ölçüde tanıdık gelecek, şöyle bir hayat döngüsü tahayyül edelim: Ev kadını sabah kalkıyor, eşini işe uğurluyor. Eşi bir atölyede çalışıyor. Atölyede herkes erkek ve genellikle sağ görüşlü, dindar insanlar. Evlerine gazete girmiyor. Adamın çalıştığı yerde ise Sabah ve Akit gazeteleri var. Okumuyorlar, başlıklarına bakıp bir kenara bırakıyorlar. Kadın bütün gün ev işleriyle ve mahalle okuluna giden çocuklarıyla ilgileniyor. Arada TV açıyor ve ‘kadın programlarını’ seyrediyor. Yayın kesilip iktidar mensupları konuşmaya başladığında onlara da kulak veriyor. Bütün kanallar aynı yayını yapıyor. İkindi vakti çaya gelen komşular da aynı TV’leri seyredip benzer hayatı yaşıyor. Evde internet var ama yalnızca çocuklar kullanıyor. Kadının bilgisayarla işi yok. Telefonu akıllı, akrabalarla ile yazışıp fotoğraf ve dini bilgiler paylaşıyorlar. Her cuma ve kandil günlerinde kutlama mesajları yazıyor. Hiç tiyatroya gitmemiş. Yaşamı boyunca tek bir roman okumamış. Bir iki kez sinemaya gitmiş. Akşam, yemek bulaşık ve bir yarışma programı. Tanık oldukları, bildikleri, duydukları Türkiye ile bizimkinin pek bir benzerliği dahi yok.

Tatile, ya köye akraba yanına gidiyorlar ya da (geliri biraz hallice olanlar) iki haftalığına devre mülke. (‘Devre mülk’ tatiller son zamanların gözde tatil tercihi. Çevrelerinde kendilerine benzeyen insanlarla daha rahat ediyorlar.) Çarşı, pazar ve tabii arada bir AVM. Evlerinde hükümetin hizmetleri de konuşuluyor. Kadının başlıca sosyalleşme aracı; gün, nişan ve düğünler. Çevrelerindeki herkes birbiri gibi. Bu açıdan, bizlerin yaşamından bir farkı yok aslına bakılırsa. Milyonlarca insan böyle yaşamlar sürüyor Türkiye’de. Ve bizler, ‘güçler ayrılığı,’ ‘hukuk devleti,’ ‘tek adam’ diyoruz. Kime ne?!

Hemen her şeyden yoksun bırakılmış insanlara, ‘bir şey’ sunarsanız elbette mutlu olurlar. Örneğin trafikte eziyet çekiyorsanız, metrobüs büyük nimete dönüşüyor. Öyle üstün zekâlı bir yönetim olmaya gerek yok, ‘tahsisli yol’ nihayetinde! (eskiden de vardı ayrıca.) Metrobüse binip on dakikada gideceği yere varan insan, trafiğin neden tıkalı olduğunun gerekçeleri üzerinde durmuyor takdir edersiniz. Ya da eğer yıllarca, sabahın köründe hastane kuyruklarında beklemek zorunda kaldıysanız, ‘sıra numarası almak’ medeniyet göstergesine dönüşür. Hastane binalarının lüks olması çok cazip; hasta, hekim niteliğini, tıp eğitiminin durumunu ve hastane müteahhitlerinin ne kadar kazandıklarını, ihale şartlarını düşünecek değil ya!

‘Hizmet,’ büyülü bir sözcük bu insanlar için. Birkaç yıl önce yaşlıca bir yakınım, Ankara-İstanbul arasındaki hızlı trenin ne büyük rahatlık olacağını anlattı bana. Tahmin ediyorum son otuz yıldır hiç trene binmemişti ve projenin kendi vergileriyle yapılabildiği aklına dahi gelmiyordu. Unutmayalım; insanımız emek harcayıp karşılığını aldığını değil, birilerinin kendisine ‘ekmek verdiğini’ düşünüyor genellikle. Çünkü ‘yurttaşlık’ nedir, bilmiyorlar. Haliyle, “hizmet” ve “...ama çalışıyorlar” klişelerini ihmal etmemek gerekir hakikaten. Yine bizim muhitten bir örnek: Erdoğan belediye başkanı olmadan önce, hemen her yağmurda Eyüp’te su baskınları olurdu. Altyapı yenilendi, düzgün mazgal yerleştirildi ve bir daha su basmadı semti! Bu denli basit bir şey o güne dek neden yapılmadı; işte onu da yapmayanlara sormalı!

Tanık olmadığınız şeylerden söz etmiyorum tabii. Buna mukabil, içinde büyümüş olmama karşın benim de hayli uzaklaştığım bir dünya. Ve o dünyanın olağan karşıladıkları, benimsedikleri bu satırların okuyucusunun dahil olduğu ağlara yadırgatıcı, bazen ‘inanılmaz’ geliyor. Örneğin, geçenlerde Erdoğan’ın damadının sözleri tepki çekti değil mi? 8 Mart günü yaptığı bir konuşmada, kadınların olduğu bir ortamda ekonomi konuştuğunu ve kadınların bilgi düzeyi karşısında şaşkınlığa düştüğünü buyurdu. Muhtemeldir ki ekonomi (ve tabii başka her konuda!) alanında son derece yetkin olduğunu düşünen bakanın beklentisi, kadınların “ev ekonomisi falan” sormalarıymış.

2019 yılında böyle bir yorum yapılabilmesi aklı başında insanları haklı olarak kızdırdı. Oysa bana, çocukluğumun bayram evini hatırlattı! Bizim ailede kaç gör, haremlik selamlık hiçbir zaman olmadı. Fakat bayram seyran günlerinde, kendiliğinden bir ayrışma yaşanıyordu bir süre sonra. Çünkü erkekler ciddi konulardan yani siyasetten söz etmeye başlıyor ve kadınlar, kendi sohbetlerine dalıyorlardı. Adı konulmamış bir ‘uzmanlaşmadan’ söz ediyorum. Siyaset ciddi işti ve ciddi konuları erkekler konuşurdu. Kadınlar dedikodu yaparak, ev işlerinden, eltinin kızının nişanlandığı çocuktan vs. söz edebilirdi. Haliyle damat bakanın ifadelerindeki ‘doğallığın’ ve yaşadığı ‘şaşkınlığın’ gerekçesini gayet iyi anlayabiliyorum. Erkek bir dünyada yetişen insanlar. Sorun, ‘geçen yıllar’ mefhumunun söz konusu er kişilerde hemen hiçbir olumlu değişime yol açmamış olmasında. Erkekler ciddi işleri yapar, kadınlar...

Milyonlarca insan bu tornadan geçtiği içindir ki, genel olarak sağın, özel olarak siyasal İslamcıların ‘dili’ bu denli ayrımcı. Başka bir şey bilmediklerinden, bilmek işlerine gelmediklerinden. Kadından korkmalarının nedeni de bu. Ellerindeki gücü, erkek iktidarlarını kaybetmek istemiyorlar. Üstelik, kenar mahallelerde parti çalışması yapan dindar kadınlarının omuzlarında yükselen bir parti ve partilerden söz ediyoruz.

Bu arada madem konu seçimlerdeki kadın aday kıtlığından açıldı, diğer partilerin yerel seçim performansının da berbat olduğunu unutmamalı. Belki birkaç yıllık Ecevit dönemi hariç hiçbir zaman doğru dürüst bir sol parti olmayan, buna mukabil ANAP’a da hiç bu dönemki kadar benzemeyen CHP’nin kaç kadın adayı var, örneğin? İstanbul’un ilçe sayısına bakın, ardından kaç kadının aday gösterildiğine. Onlar mahcup olmayacaklardır, ancak tahmin ediyorum sizin yüzünüz kızaracak değerli okur. Ezcümle, sevimsiz bıyıklıların kendilerini bulunmaz Hint kumaşı sanmaları hastalığı, yalnızca sağ ve İslamcı partilere özgülenemez.

Okunamayacak kadar uzun yazma hastalığımın tedavisi kapsamında burada kesiyorum. Devam ederim muhtemelen.

Diyeceğim, “şehir özgürleştirir,” doğru. Buna mukabil her şehir özgürleştirmediği gibi, en kozmopolit şehirlerin kenar mahalle yaşamı ile büyük semt merkezindeki yaşamlar arasındaki fark az buz değil. İstiklal Caddesi’ndeki lokanta müşterisi ile Tophane sakinleri arasındaki zihniyet farkı, büyük, çok büyük olabilir. Ya da komşumuzla...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.